Yaşlılık ve Zaman
“Dokunsalar ağlardım. Ama ateş gibi olduğum için kimse dokunmadı bana.”
Ne düşünmeliydi Füsun Hanım? Eşinin hemen yanındaydı, otuz dört yıldır, aynı yerde, aynı koltukta, aynı şehre bakarak… Saati kontrol ediyor. Saatini oğlu Can doğum günü hediyesi olarak almıştı üç yıl önce. Füsun Hanım, bir mucize sayarak hep şaşırmıştır akrebin ve yelkovanın kararlı hareketlerine. “Artık sana da ihtiyacım yok,” diye düşünüyor. Gözlerinde biriken yaşları siliyor mendiliyle. Üzülmemesi için onu teselli etmeye çalışan kocası Murat Bey’i duyuyor ama önemsemiyor. “Sözcükler olmasa…” diye düşünüyor. Harfler silinse… Harfler bir soykırıma uğrasa… Kim onları savunacak? Şairler bir lobi mi kuracaklar? Füsun Hanım direksiyon başındaki kocasını süzüyor. Onunla anıları birbirine dolanmış çalı demetleri sanki… Öyle savrulup duruyorlar vahşi yaşamda. Geride o kalacak… Füsun Hanım terk edecek bu dünyayı; ondan önce, oğlu Can’dan ve kızı Esra’dan önce… Çok şükür ki onlardan önce… Saatinde kalmış. Gözü. Doktor yarım saat önce “Sıra sende!” demişti üzülerek. Eğer ki kader dokunuyorsa bir yerlerde, melekler bu işten sorumluysa eğer… Doktorun elindeki röntgen filmi de modern bir dokuma gibi… Gösteriyor ona hastasının geleceğini. Çantasındaki suyu fark ediyor, biraz içiyor. Önemsemişti su içmeyi, kahvaltılarını, akşam yediden sonra bir şey yememeyi, yürüyüşler yapmayı… Uymuştu doktorlar ne dediyse. Korumuştu kalbini mesela. Fakat müstesna bir nokta, büyümekte, büyümekte, büyümekte… Doktor o noktaya “Tümör,” demişti: “Beyin tümörü.”
Eklemişti bir süre bekleyip: “Hassas bir yerde…”
“Kimsin sen?” diye mırıldanıyor Füsun Hanım. Bu tümör, birisi… Beynine yerleşmiş, orada tutunmuş, orasını yemiş birisi.
Sesleniyor kocasına: “Beni Armada’da bırakır mısın? Biraz dolaşmak istiyorum.”
“Olur mu öyle şey? Eve gitsek… Eve gidelim. Yalnız bırakamam seni.”
“Lütfen Murat. Biraz dolaşır gelirim. O kadar da kötü değilim.”
Armada, bir alışveriş merkeziydi. Evvela ismiyle müsemma, gemi benzeri bir şekil ortaya çıkarmıştı yetenekli mimar. Sonra müşteri artıp ek bina yapılınca gemiden eser kalmamıştı. Evlerine yakın olduğu için Füsun Hanım bazen giderdi oraya, öylesine gezmeye, sinemaya, yemek yemeye… İniyor arabadan, yürüyüp süslü bir kapıdan geçiyor, kendisini mağazaların arasına bırakıyor. “Bu koridorlar,” diye düşünüyor: “Şehrin ihtiyaç boruları… Toplumsal tesisatçılık…”
Giyim mağazalarına bakıyor. İstemsizce gözü fiyatlara takılıyor, çoğunu pahalı bulup “Ne de olsa indirime girersiniz,” diye mırıldanıyor. Oysa ihtiyacı yoktu indirime girmesine. İki evladını da okutmuş, evlendirmişti. Evleri kendilerinindi. Yazlıkları da vardı, arabaları da, mobilyaları da… Emekli maaşları azdı ama yetiyordu onlara. Kocası direksiyon eğitmeni olarak halen çalışıyordu zaten. Yine de uygun fiyatlı şeylere bakıyor, eski alışkanlıklarından vazgeçemiyordu Füsun Hanım.
Koridorları yapay çiçeklerle süslemiş mimarlar.
“…çiçekleri severim. Hele açmalarını… Filiz hallerini… Gonca hassasiyetlerini… Onlara baktıkça insan olduğumu, tabiatı takip edebildiğimi, tanrısal soluğu hissederim. Farkına varırım yığınlara ait olmadığımın. Şimdi kim bakacaktı çiçeklerime? Esra mı? Ah ne acı… Ben onun doğacak çocuğuna bakacağımı sanırken… o çiçeği büyüteceğimi… öyle hayal ederken…”
Gözü krem rengi bir elbiseye takılıyor, bayılıyor rengine, girip hemen istiyor bir tane. Kendisine değil, kızı Esra’ya… Oğlu Can’a da yeni sezon kreasyonuna ait spor bir sweat alıyor sonra. “Belki de son hediyelerim,” diye düşünüyor sızıyla. Doktor “Böylesi nadir olur… Evvela bazı hareket zorlukları… Arada beliren zihinsel sorunlar…” demişti soğuk bir sesle.
“Torunum…” diye düşünüyor olmayan bir bebeği hayal ederek. Tekrar! Nedense yeni doğacak çocuğu daha çok düşünüyor o an. Gözünün önüne geliyor anneliği. Şu soruyla boğuşuyor bir an: “Acaba iyi bir anne oldum mu?”
Esra yeni evliydi, henüz çocuk yapma fikrini benimseyememişlerdi. Anlayabiliyordu Füsun Hanım onları. Dünya bir kazandı ve altındaki ateş her geçen gün sönüyordu. Azıcık duyarlı insan çoğalmayı istemezdi bu yaşamda. “Neyse artık!” diye mırıldanıyor. Aklına mutfaktaki ayağı sallanan masa geliyor. Hemen tamir edilmeli… Sevmez Füsun Hanım böyle şeyleri, tertipli bir kadındı, bazen takıntılı olduğunu da düşünürdü. Kuralları vardı evinde. Mesela mutfak masası daima toplu olmalıydı. Hoş görmezdi dağınıklığı… Öyle ki çocukları küçükken, onlarla baş edemediği bir günde cinleri bile öne sürmüş, kandırmıştı onları. Neymiş efendim, cinler kirli evlere gelirmiş. Şimdi düşününce çok da anlamlı gelmiyor tertipli olmak. Gerçi bu durum insanda huydur ama olsun, oturup düşünmesi, irdelemesi gerekiyordu biraz. Bugün ne acı ki kurallarıyla anımsanacaktı. Kızı mesela limonata içtiği bardağı bile hemen yıkamak zorunda hissedecekti. “Acaba…” diye düşünüyor: “Evi değiştirirler mi… En mantıklısı bu olur ama zor! İnsan nesnelerle vardır. İnsan düştüğünde nesneler yeni sahibini bekler. Bazı nesneler ise bir kara iz gibidir, yer bitirir geride kalanın içini. “O yüzden…” diye düşünüyor: “Bazı şeyleri kimseye sezdirmeden çöpe bizzat ben atmalıyım.” Aklına ilk gelenleri mırıldanıyor: Dikiş iğnesi, fil bibloları, çalışma odasındaki minik tablo, Çeşme’den aldığı minyatür gemicik, vazoları dolduran renkli deniz taşlar, süs niyetine sakladığı gümüş kaşıklar, takı tokası, bazı fotoğraflar…
“Deniz taşları çok dikkat çeker,” diye düşünüp vazgeçiyor. Elindeki poşetleri fark ediyor. Eskiden olsa böyle pahalı markalara ait poşetleri taşıyabildiği için mutlu olurdu. Bu süslü poşetler başkalarının bakışlarına hitap eden gizem saklayıcılarıdır. Oysa basit bir kumaş parçasıdır poşetin içindeki… Ama bakan nadide bir yaşam görür, imrenir çoğu zaman o yaşama…
Yaşam da bu kadarcık işte. Bir haber… Tümör. Aklı almıyor röntgen cihazında gözüken ölümcül gücü. Ne demeli insanlara… Saklamalı belki de. Saklanmaktır ölüm. Tahayyülü güç bu durumu korkuyla takip ediyor: Belki de kimse bulamayacaktı onu.
Neredeyse tüm katları dolaşıyor Füsun Hanım. Birileri bir yerlerde elleriyle, emekleriyle, alın terleriyle bunca kıyafeti üretiyorlardı. Niçin? Gardıroplar dolsun diye… Füsun Hanım’ın da sadece birkaç kez giydiği bir sürü giysisi vardı. “Ne saçma,” diye düşünüyor geriye bakınca. Zorlamıştı kendisini, dimağını, parmaklarını… Sabah erkenden kalkmış, çocuklarını giydirmiş, kahvaltılar hazırlayıp iş yerine koşturmuştu. Geç kaldığını da pek hatırlamıyordu. Bir üniversitede memur olarak çalışmıştı. İş yaşamı, şansına hep nazik insanlar arasında geçmişti. Füsun Hanım da uyumlu, çalışkan birisiydi. “Sessizlik…” diye düşünüyor: “Ebedi bir sessizlik olacak.”
Bir an titremeye başlıyor, kendisini koridordaki boş bir koltuğa bırakıyor. Eli telefonuna gidiyor, sonra vazgeçiyor eşini aramaktan, derin nefesler alıp vakte uyum sağlamaya çalışıyor. Markaların ikonik renklerini, led ışıkları, zarif ayakkabıları, saçları yapılı emekçileri… Füsun Hanım kafasını kaldırıp bakıyor tavana bakıyor bir süreliğine. Hüzün yaydığının, bunun da fark edildiğinin farkında… Beyaz teniyle bir süt lekesi gibi çökmüş koltuğa. Konuşuyor kendisiyle: “Acaba nerede olacak… Yatağımda belki de. Gerçi çok duyuyoruz, banyoda…”
Artık altmış iki yaşında… Biraz daha yaşlansa daha çok önemsenecekti toplum içinde. Daha genç olsa ışık yaymaya devam edecekti. Ama şimdi bir hafif esinti… esintiden ibaret! Kiminle konuşmalıydı önce? Hangi arkadaşını aramalıydı? Annesi sağdı, onunla mı konuşmalıydı, yoksa kardeşleriyle mi? En çok da çocuklar üzülecekler… İnsan, aynı çemberden geçtiği insanları hangi duygulara göre sıralar? Kimdir çemberin duvarlarını yakınlaştıranlar? Akrabalar mı? Füsun Hanım yakın zamanda kopan bir fırtınayı anımsıyor. Eşinin kız kardeşi miras davası yüzünden onlara küsmüştü. Füsun Hanım’a göre Murat da suçluydu, kız kardeşi de… İşin özü hırslı, gözü dönmüş insanlar hepsi. Gerçi Füsun Hanım da müdahil olmuştu olaya, niyeti mutfak dolaplarına yeni kapaklar taktırmaktı. Gerçi evi değiştirmeyi de düşünüyorlardı bir süredir. Emekli ikramiyesinden Esra’ya biraz para ayırmış, gerisini kenarda, faizde tutmuş, hiç dokunmamıştı. Oğlu araba istiyordu, ona da destek atardı muhakkak. Büyük balkonlu bir eve geçmek istiyordu. Aslında yeterliydi şimdiki evin balkonu… Ama insan istiyor işte, öykünüyor, daha iyisinde kök salmayı arzuluyor. Yaşlandıkça hırslanıyor da biraz. “Neden?” diye düşünüyor Füsun Hanım. Pek bir cevap da bulamıyor. Anadolu’daki her pencereyi pakpenle kapatmayı tuhaf bulan o haklı sosyolog gibi… Cevapsız bir soru daha: Alışveriş merkezleri eleştirilir daima, insanı yavaşlatıyor, yalnızlaştırıyor diye… Füsun Hanım çocukken hayal edemezdi böyle bir yapıyı. Gördüğünde ise çok şaşırmıştı. Ardı gelmişti hemen. İnsanlar sevmişlerdi bu yapıları. Füsun Hanım da sevmişti. O yüzden eleştirenlerle pek arası yoktu. Lise mezunuydu Füsun Hanım. Sonra amcası sayesinde memuriyet görevi kazanmıştı. Onun gençliğinde biraz daha kolaydı iş bulmak. Gerçi onun gençliğinde de “okumak” zordu. İnsanlar pek göndermiyorlardı kızlarını okula. O yüzden devlet daireleri kapasitesi mevcut göreve yetmeyen yaşlı memurlarla doludur. Su ürünleri gibi ilginç bir bölümü okuyan bir tanıdığı, bugün Sosyal Bilgiler öğretmenliği yapıyordu. Füsun Hanım daha ilginç şeyler görmüştü yaşamında. Üniversite hocalarının hapiste çürüdüğünü, çay ocağına bakan adamın müdür olduğunu, vesaire… Çamaşır makinelerine hep şaşırmıştır mesela… Çeşitlenen ekmeklere… Cuntaları görmüştü sokağa bakan menekşeli penceresinden… Elektrik kesintilerini… Dövizlerin fırladığını… Art arda dizilen gecekonduları… Yükünü alıp gurbete gidenleri… Bir anda şehri dolduran gökdelenleri sihirli mumlara benzetmişti mesela. O mumları gördüğünde anlamıştı yaşamın geçtiğini, yaşlandığını… Bir anda doğmuşlardı, bir anda büyümüşlerdi çocukları. Okuyup iş güç sahibi olmuşlardı. Her şeyi de biliyorlardı. Füsun Hanım destekleyici bir rol üstlenmişti, o kadar… Naif şahsını, dizeleri yaşayan ama kendisi unutulmuş şairlere benzetiyordu. Yakında dizeleri de unutulacaktı nice şair gibi. Geriye kalacaktı İzmir’in temmuz gecelerinde hatırlanacak zarif bir kadın imgesi… Peki, Ankara. Muhakkak ki Ankara’da da onu hatırlayan insanlar olacaktı.
Alışveriş merkezinin tepesinde bulunan yemek katına kadar çıkıyor, lokantaları boydan boya geçip geri aşağı iniyor. Midesini bulandırdığını fark ediyor yemek kokularının. Koku alabildiği için şanslı oysa… Canı Türk kahvesi çekiyor, soluğu son dönemde şehrin her yerinde türeyen yeni nesil kahvecilerden birisinde alıyor. Türk kahvesinden önce bir dilim de tatlı sipariş ediyor. Aslında pahalı tatlılar… ama önemsemiyor. Alıyor tatlısından ilk ısırığı. Çikolata, yoğun çikolata… Ardından kahvesi geliyor. Önce suyla temizliyor ağzını, kahveyi dilindeki çikolata tabakasından akıtıyor. Karışıyor şeker ve çikolata… “Nefis,” diye mırıldanıyor, gerçi benzemiyor kocasının yaptığı kahvelere ama olsun. Birlikte pencere kenarındaki berjerlere oturup kahve içmek gibi hoş bir alışkanlıkları vardı. Bu da güzel, gencecik bir kız hazırlıyor tezgâhın gerisinde: Kahvenin uzaklardan gelen aroması ağzında modern tabirle konsantre bir tat bırakıyor. Oğlu Can sever böyle afili sözcükler kullanmayı. Anneye de sözlükleri karıştırmak düşer. Gerçi şimdi çocuklarının aldığı tablet bilgisayar sayesinde sözlük elinin hemen altındaydı. Bulmacalarda çıkan sözcükleri araştırmak özel bir uğraşıydı aslında. Aklı hep Ali İhsan Varol’un sunduğu programa giderdi, birkaç kez başvurmak istemiş ama utanmıştı. “Ah utanç…” diye mırıldanıyor: “Sen ne güçlü bir duvarsın insanın önünde…” Aklına elektrik üreten duvarlar geliyor. Utanç duvarlarının gerisinde de ‘alçakgönüllülük’ mekanizması çalışıyor ve ortaya elektrik benzeri bir çekicilik çıkıyordu. O yüzden seviliyordu belki de utangaç kızlar Anadolu’da.
Mırıldanıyor arka arkaya: “Biraz daha şaşırtmalıydım kendimi… Biraz daha!”
Biraz çıldırmak gerekiyordu aslında. En azından Azmak Nehri’nin soğuk suyuna girebilmeliydi. Üşüyeceğini sanmıştı. Oysa üşümeliydi. Titremeliydi her yeri.
Telefonunu alıyor eline. Sosyal medya hesabında geziyor biraz. Esra’nın arkadaşları çok aktifler, onların paylaşımlarına bakıyor. Aklı kedilerde. Oğlu Can ve eşi evlerine bir kedi almışlardı. Füsun Hanım çok itiraz etmiş, hatta biraz abartıp “Sizin eve gelmem, kedileri hiç sevmem, her yere tüy bırakırlar, hem de nankördürler, mutfağı perişan ederler,” gibi tuhaf tepkiler vermişti. Tabii dinlememişti oğlu onu. Kedi ilk geldiğinde minicikti. Öyle sevimli bir şeydi ki… Çabucak da uyum sağlamıştı eve. Pıtı pıtı adımlarıyla yürüyüp odalar arasında dolaşıyordu gün boyu. Füsun Hanım, çocuklar bir yerlere gittiğinde kediye gidip annelik ediyordu. Seviyor, okşuyordu onu. Fakat bir zamanlar çok itiraz ettiği için utanıp kendisi için isteyemiyordu. Oysa ihtiyacı vardı böyle bir sevgiye… Önce utanç, sonra gurur… Gururu, kendisiyle dalga geçeceklerinden korkup engellemişti bu arzusunu. Oysa kimseyi umursamamalıydı.
…hatta gidebilmeliydiler bu şehirden. İzmir’e, Akyaka’ya, ya da başka bir yere. Hep bir bahaneyle durdurmuştu kendisini. Oysa gidip istediği gibi yaşamalıydı. Balıkla balık, ağaçla ağaç olmalıydı. O balıkla da ağaçla da Füsun olmuştu. Fazlası değil! Ağacı da Füsun etmişti, balığı da, çocukları da. Esra da onun gibiydi kendi evinde. Titizdi. Kocasını yoruyordu. İki kadeh rakı bile Füsun Hanım’ı başka birisi yapamamıştı. “Bazı insanlar hatalarla yaşar, istediğine de ulaşamadan ölür; benimkisi pek öyle değil, hatasız yaşadım ve istediklerime ulaştım. Mutlu olmalıyım galiba.”
Alışveriş merkezinin en alt katına iniyor. Bu katta büyük bir market ve birkaç mağaza var. Giyimden ziyade ihtiyaçlara dönük mağazalar… Niyeyse kırtasiyeye giriyor. Kırtasiye denince aklına büyüdüğü semtteki ufak yer geliyor. Semtin belki de en renkli yeri orasıydı. Yeni şeyler hep oraya gelirdi. En çok da renkli kâğıtları sevmişti Füsun Hanım. Fakat girdiği bu kırtasiye belki de büyüdüğü semt kadardı. O kadar çok şey vardı ki içinde… Neredeyse tüm reyonlarda geziyor. Kızı Esra için bir tane not defteri alıyor. Kocasına da kalem almak istiyor, bakınıyor öylece etrafa. Kalemlerin olduğu reyonu buluyor. Reyonun önüne bir tane masa koymuşlardı, birkaç da kâğıt… Yedi tane kalem seçip oturuyor masaya. Oturur oturmaz tabut duvarları canlanıyor gözünde. İçinde büyük bir sıkıntı geziniyor o an. Neredeyse nefesi kesilecek… Bir elini çenesinin altına koyup diğer eliyle kalemi kâğıda değdiriyor. Ama ne yazacaktı? İnsan genelde ismini yazardı böyle amaçsızca bir şey karalayacaksa. Yazıyor ismini. Sonra üzerini karalıyor. Manidar gözüküyor bir an bu çirkin karalama… “İnsan silinmiyor, hayır kesinlikle,” diye düşünüyor: “Ama karalıyorlar üstünü. Toprakla. Gözyaşıyla. Ağıtla. Sessizlikle. Son olarak sessizlikle…”
Gözüne albümler takılınca bir sızı hissediyor. “Eve gitmeli… albümümü açmalıyım. Önce yaşayanlarla vedalaşmalıyım, sonra demeliyim ki ölülere, kavuşmamız yakın… Yaşam denen albüm de kapanmalı artık. Sıra bende.”
Bir tane kalemi alıp kasaya yürüyor. Artık arayabilir kocasını. Gelip alsın onu. Yoruldu iyice. Marketin önünden geçip çıkıyor dışarıya. Havayı çekiyor içine. Bir an çok da önemsemedi yaşamayı. Canlı bir hisle düşünmeye başladı:
Ne yapmalı şimdi?
Gözü petshoptaki tavşanlara takılıyor. Çok sevimliler. Ama yazık.
Durmalı mı evinde, yoksa uçup gitmeli mi, veda mı etmeli herkese, yoksa bir liste mi hazırlamalı? Memur kafası var ne de olsa… Liste çıkarmada başarılıdır, “Son Liste” için acaba neleri dizecekti alt alta? Az daha genç olsa belki edepsiz, erotik şeyler. Kocasının bir zamanlar bazı işler karıştırdığını biliyordu. Kendisi de azıcık uzaklaşsa olmaz mıydı? Gerçi ha liste, ha hayal… Nice şey hayaldökümü ocaklarda eriyip yitmiyor mu? Geriye kalan duman boğmuyor mu insanları? Lise mezuniyetinden hemen sonra bir gence vurulmuştu. Birkaç mektup göndermişlerdi birbirlerine. Sonra adamcağıza askerlik yolu gözükmüştü. Füsun Hanım da kendisini babasının zoruyla nikâh masasında bulmuştu. İşin gerçeği korkmuştu beklemekten… Devir, dağ gibi delikanlıların sokakta incecik lekelere dönüştüğü bir devirdi. İlk kalın gözüken ağaca sarılmalı diye düşünmüştü belki de. Asıl sebebi aslında hatırlıyor Füsun: Cinselliği merak etmişti. Tabii bunu hiçbir zaman dile getirememişti yaşamı boyunca. Kocası onun için en uygun kişiydi. Kalpteki ilk çarpıntıydı. Çocukları öyle biliyordu.
Oysa anlatmak isterdi çocuklarına gerçeği… Yakıştıramıyorlar yetişkin kadınlara aşkı, sevdayı, vurgunu… Şimdi ise her insan bir hikâyeler yumağı! Gülüyor biraz. Şaka sanıyor ölümünü, kötü bir şaka… Gençlerin de dediği gibi “Trol”…