YAĞMA
Kan, akıyor sokaklarda. Kan, toprak üzerinde lekeler bırakıyor. Lekeleri karanlık takip ediyor… ve sesler! Bir süredir ayrışan, ayrıştıkça dağılan sesler. Niceliğini kaybetmiş bir kılıç sürüsü, şehrin üzerine çöküyor. Kim, nerede, nasıl; hiçbir şey bilinmiyor! Kaos bir tanrı olmuş, çökmüş şehrin üzerine. Ama paranoya dolu… Sezebiliyor olacakları. Kontrol sağlanmadan önce yıkabildiğini yıkmalı, yakabildiğini yakmalı! Şehir iri bir yılan gibi kıvrılıyor. Şehir, kendi kuyruğunu ısırıp yutmadan önce milyon yıllık geçmişini düşünüyor. Her pencere kılıçla işaretleniyor. Mumlar kimin umurunda. Ateş böyle büyükken… Kor oluyor şehir, gökyüzünden görebilen için. Her hane söndürüyor ışığını. Yaşlılar çocuğunu, kızını, gümüşünü saklama telaşında; bayat ekmek gibi ufalanırken dağ gibi yiğitler!
Duvar dipleri kan oyukları…
Veriliyor emir: “Sadece iki saat…”
Kadınlar ve altınlar… Kanlı gecenin ganimetleri…
Muzaffer bir kafile…
Kanlı geceyi takip edecek kimse yok artık. Kan özgür bugün, hapsolduğu kas ve yağ yığınlarının arasından çıkıp sokaklara dalıyor. Hapis ve habis… Bir kan çanağı… Bir idam sehpası… Bir nur duası…
ve kan rüzgarları.
kan yumurtaları…
çatlıyor her şey… yumurtalar…
Ulu komutan… Her hayvanın ölüsüne dadadan akbaba gibi dayanıklı! Hiçbir şey onu öldürmüyor. Uzaktan belli belirsiz görülüyor, vahşeti böyle yakınken…
Dalıyor sokaklara kalabalıklar. Kılıçlara çiçek geçiriliyor. En eski kuytular en eski insanları saklıyor. Kuytular çok geçmeden mezar oluyor. Bir fare gibi kuytularda ölüyor şehrin eski insanları. Kuyular açılıyor kuytulara. Ölüler atılıyor kuyulara.
Eski evler, eski odalar, eski çiçekler…
Şehir bir gebe gibi artık:
Rahim yırtılmak üzere…
Doğum çığlıklarla gerçekleşiyor!
Doğum sancısı şehri olduğu gibi sarıyor. Bir heyula yükseliyor dehlizlerin içinden. Su bentlerinden. Kanalizasyonlardan. Şarap mahzenlerinden. Şaraplar bekliyor kanla yer değiştirmek için, oysa ne umutlarla saklanıyorlardı, eğlencelerin yakıtı olacaklardı, damarlara sızdıktan sonra haz olup patlayacaklardı.
Çok uzun, belki de sonsuza dek saklanacaklar orada. Bir şehir, bir şehir gibi düşmüyor, bir yaşlı kadın gibi düşüyor. Göz göz oluyor sanki her yer. Denizden balıklar çıkıp sokaklara dalıyor, kan kokluyor.
… ve kediler.
Kediler ölülere sürtünerek yürüyor sokaklarda. Oynaşıyorlar inadına.
Bir ışık, kaybedenlere ait değil, onlarınkisi çoktan sönmüş, bu ışık galip gelenlerin tanrılarına ait; son asaleti ve son asi kılıçları da yok etmek için.
Bir grup şehrini seven genç örgütlenip kılıç kuşanıyor, önderleri bir rahip, gözyaşları içinde şehrin kapısına doğru koşuyor. Rahip ok atışıyla düşüveriyor.
Atlar nal şıkırtıları eşliğinde gecenin içine giriyor. Dağılıyor. Yırtıyor geceyi. Birileri vazgeçiyor yaşamaktan, ümit etmekten.
Birileri ise yorulmuş artık ölüleri görmekten…
İçiyor zehri birisi ve veda ediyor şehre.
…ve veda!
Bir büyük mabet, bir büyük kılıçla tanışacak. Herkes tedirginlikle o şanlı anı bekliyor. O dakikadan sonra nice han, saray ve konak farklı bir kıyafet geçirecek üzerine. Artık göğe başka suretler serilecek. İbadet uçan bir halıdır, insan biner ve dalar geceye. Gerisi onun idrak kapasitesine bağlıdır. Gerisi onun ufuk çizgisine bağlıdır.
Az önce inatla dövüşen birkaç cengâver indirmiş kılıcını, bekliyor.
Bekliyorlar. Savunamadılar şehirlerini.
Bir anda dalıyorlar konaklardan içeriye. Ne kumaşa acıyorlar, ne süt ısıtılan cezvelere… Ne yatakta yatan bebeye acıyorlar, ne bulgurun arasındaki altınlara… Boşunaymış pencereler açıp kapıları kilitlemek… Boşunaymış çılgınlar gibi sevişip anahtarları paylaşmak… Öyle bir öfkeyle dalıyorlar ki konakların içine birkaç dakika sonra kelleler fırlatıyorlar avlulara. Birkaç dakika içinde avlular kellelerle ve onları koklayan köpeklerle doluyor.
Hak onlara bu nimetler. Yiyeceklere saldırıyor karnı aç olanlar. En çok da şarap istiyorlar. Kimisi usulca süt istiyor konağın sahibinden. Kimisi “yeni işleri, yeni kazanılacak paraları” düşlüyor konakları gezdikçe. Saniyede belki de yirmi cinayet işleniyor. Artık cinayet… Hatta kalleşlik… Kalleşlik bile iki saatliğine serbest… İnsan, zincirlerinden iki saatliğine kurtulmuş… Bir vahşi hürlük bu! Yaralı kollar, aç ciğerler, sert erkekliklerle… Küçücük, cılız bir adam önüne dev gibi üç tane adamı almış, gezdiriyor şehrin içinde. Bir adam tavuğuna sarılıp da ölmüş. Tavuk da ölmüş. Bir tek deliler mutlu. Onlara dokunmuyor kimse… Onları serbest bırakmışlar, öyle dolaşıyorlar sokakta. Bir deli “Artık bu şehir benim…” diye haykırıyor. Bakıyorlar ki ne çok deli varmış. Birileri delirmiş az önce.
Bir kindar adam, hazır fırsatını bulmuşken, zaten ölecek, ölmeden önce gidiyor hasmının kellesini alıyor, yetinmiyor karısını da gönderiyor öbür tarafa. Sonra da bekliyor birisi gelsin de onu öldürsün diye. Birisi çok bekletmiyor onu.
Bir kedi ve bir adam… Adam heybetiyle şehirden bile büyük sanki… Bir basamağa tünemiş, ilgisiz gözüküyor her şeyle. İnce bir bıçak var elinde, bıçağın ucunda bir parça ciğer. Kedi ciğeri istiyor, adamın dizlerine tırmanıyor, patileri üzerinde yükseliyor. Adam oynatıyor kediyi, sonra veriyor ciğeri. Bir süre geçiyor. Ciğersiz kalan kedi istekle miyavlıyor. Kedinin gözü ise adamın yanındaki kadında, eskiden o kadın beslerdi onu. Şimdi ölmüş kadın. Adam ise kadının ciğerine daldırıyor bıçağını. Sonra yüreğe geçiyor. Kedi ise kırt kırt kadının ciğerini ufalamaya çalışıyor. Adam aslında biliyor kedinin parazit kapacağını ama pek de umursamıyor. O, bu şehri ele geçiren komutanlardan birisi. Şehir ise onun gözünde parazitlerle dolu. Onlar, parazitleri temizlemeye gelmişlerdi. Bir yaşlı kadının kaçmaya çalıştığını fark edince ayağa kalkıp baltasını çekiyor ve fırlatıyor. Kadının sırtını ikiye ayırıyor sanki. Sonra oturuyor adam. Hiçbir şey olmamış gibi. Baltasını fırlatmamış gibi. Sonra baltasının gittiğine üzülüyor. Gidip almaya mecali yok… Bu olaylarla ilgisi olmayan bir kadını neden öldürmüştü ki? Ha balta ile ölmüş ha esaret altında kederle… İnsanlar ya ölmeli ya da daha büyük acılar için dirayetli olmalı… Ölmek en kolayı bu gece… Yaşlı insanlardan pek hazzetmezdi bu adam. Ona göre bu yıkım da bundan önceki tüm yıkımlarda yaşlı zihinlerin ürünleriydi.
Adam bir anda haykırıyor: “Bu şehir koca bir ciğer…”
O haykırınca kedi de uzaklaşıyor ondan. Yine de bekliyor aç gözlerle.
Mezarlıklara dalıyorlar, işiyorlar ve küfürler ederek öldüremedikleri ölülere sesleniyorlar. En büyük mezardan kemikleri çıkarıp onları canlı insanlarla dolu çukura atıyorlar. Önem ve önemlilik kalmıyor artık. Statü yağmanın ucundan damlayan kan… Bir dua gibi yayılıyor çukurun içindeki sesler… Fethetmek nedense inancı da fethetmektir, öyle sanıyor kılıç sallayanlar! Tam çukuru kapatacakken vazgeçiyor yağmacılar. Çukurun içindekiler tırmanıp kaçmaya başlıyorlar. Fakat fazla uzaklaşamadan uçuşan baltaları görüyorlar. Yağmacılar odun keser gibi şehir halkını kesiyor.
Biraz da korkuyor yağmacılar: Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. O yüzden fazla oyalanmıyorlar mezarlıkta. Oyalananları bir tane komutan gelip dayaktan geçiriyor. Mezarlık kırmızı çizgiye dönüşüyor o an. Nöbete kalıyor birkaç asker…
Bu kutlu -her şehir kutludur yeni sahibine- şehir kartalların bile boyun eğdiği bir yere dönüşecek. Siperler dağılıyor, top atışları şehri parçalamaya devam ediyor, kocaman konaklar birer oyuncak gibi yıkılıyor. Kaybedenlerin kabullenişi çabuk oluyor nasılsa. Toplanıyor saray ahalisi bir yerde ve onları bir gemi bekliyor sahilde. Sahil ise epey uzak… Kimse sahile ulaşabileceklerine inanmıyor. Kazananlar ise sahile kadar açmış yolu. Tam sahilde yakalayacaklar saray ahalisini. Sırf ümit yanılgısını yaşasınlar diye bu oyunu tertipliyorlar. Yarısını taş bağlayıp suya atacak, diğer yarısını köle edeceklerdi kendilerine.
İki adam ise tüm bu gürültüyü yadırgarcasına saatlerdir oynadıkları satranca devam ediyorlar. Bugün atların ve fillerin zafer günü; o yüzden oynadıkları oyunun bir galibi olmayacak, o yüzden o gece dostluk değil, düşmanlık kazanacak. Bu iki adam vergileri toplamakla görevliydi. Vergi sisteminin bozulması mağlubiyetin ilk adımıydı onlara göre. Uyarmışlardı saray ahalisini. Tabii kimse dinlememişti onları.
Bir kadın ise kendisini hamama atmıştı. Öyle güzel bir kadındı ki şehrin en güzeli belki de… İri göğüslerini köpürtüyor, beyaz karnında gezdiriyor ellerini ve kendisini en güçlü insana hazırlıyor. Şehrin fatihine… Hayatının değiştiğini, yakında bu şehrin kraliçesi olacağını hayal ediyor. Olur da bir kılıç fark edemezse ondaki güzelliği…
En kanlı grup ise keskin oraklar kullanan askerlerden oluşuyor. Bunlar gerçek birer cani… Mahzenlerden çıkarılıp zincirlenerek getirilmişlerdi savaş alanına. Sırtlarında zincir yuvaları vardı. O gece zincirlerinden kurtulmuşlardı. Ama birbirlerine bağlanmışlardı. Tek yapmaları gereken şey birlikte hareket ederek tüm şehri yok etmekti. Oraklarını kaldırıp daldılar en karanlık sokaklara, hiç korkmadılar çünkü onlar zindanların karanlıklarında yaşamışlardı. Onların mükafatı özgürlük olacaktı. Yeni diyarları ise bu şehir…
Boş cepler parayla, altınla, değerli kumaşla doluyor.
Buyurmaya, emir vermeye, işini hakaretle halletmeye alışkın bir soylu kaçarken yakalanıyor ve anında saf değiştirip “Ben casusum!” diyor. Karşılığında ise kollarını kesiyorlar adamın fakat öldürmüyorlar, onun boynuna dilenci işareti çiziyorlar.
Bir konak kapısına müdafaa hattındaki askerler bağlanıyor. Sonra yakıyorlar konağı… Ama konağı uzaktan yakmaya başlıyorlar. Sonrası feryat figan…
Toplanan ganimetlerin sorumlusu vezir, farklı noktalara bayraklar dikerek gezinmeye başlıyor şehirde. Bu noktalar ganimetlerin toplanacağı noktalar…
Lekesiz ve korkak kılıçlar bile başlıyor işlemeye. En korkaklar en vahşilere dönüşüyorlar gecenin sonunda. Ön cephenin cengâveri ise usulca sokuluyor sokaklara. Kimisi ise masalsı bir merakla geziniyor kan çukurlarının arasında. Anlatılan, uğruna destanlar yazılan, efsanesi bol şehirden geçip gidiyor bir hayal huzmesi gibi. Hayalet lakaplı simyacı. Bir pezevenk ise en güzel kadınları topluyor, bir iple düğümlüyor bileklerini, yeni isimlerini fısıldıyor onlara ve duruyor sakince. Onunkisi dokunulmaz bir güzellik sürüsü… Onunkisi sonraki yaşamı müjdeleyen bir sihirli zincir… Kimse dokunamıyor ona. Çünkü o en büyük komutana bağlı. Onun dokunduğu kişi ise anında köle oluyor. Küçükken dokunduğunu altın yapmak isterdi ve ona komutanı dokunduğunu köle yapabilirsin demişti bu hayali duyunca. Böylesi daha güzeldi, çok ama çok daha güzel!
Dokunmuyorlar pek çocuklara… Ne de olsa onlar kimsesiz artık.
Kimsesizlerin kılıcı ise yaklaşıyor mabedine al bir at üzerinde.
Kimsesizlik kokuyor şehir. Yüzlerce kadın… eşek… koyun… keçi… Ölüm bir geyik gibi koşmuş gecenin içinde ve onu kovalayan aslan yılmadan, yorulmadan, durmayı düşünmeden yırtmış geceyi. Gece, ilahi bir yırtıkla ikiye ayrılmış, gökten para yağıyor: Bunu sadece özel birkaç mahlûkat görebiliyor. İktisattan anlayan anlı şanlı paşalar zümresi… Toprağın dibini zirvesini, köşesini bucağını, hatta kanla kaplı yüzeyin hemen altını görüyor ve ovuşturuyorlar ellerini. Biliyorlar ki bu şehir bir anahtar. O yüzden izin veriyorlar gözü dönmüş canilere. O yüzden duymuyorlar masum çığlıkları. Kaybedeceklerini düşünenler ise bir miktar teselli buluyorlar kendilerine. En azından yanılgı yoktu yaşamlarında.
Yürüyor şehrine…
“Gerçeklik bükülmeye hazır tek kılıç…”
“Be adam…” diyor içinden: “Bu ne huzursuzluk…”
Öyle sanıyor ki fatih olmak, fethe çıkmak ve uzaklara sürmek atını huzursuz insanlara özgüdür.
Filiz vermiş birkaç ağaç…
Suyun bile adı değişecek, kimse farkında değil.
Bu son gecesi bir önceki şehrin.
…bu son!