Sadece Sesler
Ben:
Bir kırtasiye görüyorum, çocukluğuma ait burası, eski rafları, modası geçmiş ürünleri, nostaljik saatleriyle… Nedense içeriye girme isteğiyle dolup taşıyorum. Girişteki kahverengi masanın gerisinde bir esnaf değil de bir zanaatkâr oturuyordu sanki, öyle bir hisse kapılıyorum. Defter kitap satmaktan öte bir adam; sanki sattığı her defteri dolduran, çocuklukla hemhal, bir kelam ustası, bir ressam… Belki de ben abartıyorum. Belki de bir katil. Beni merak ediyor, işimle ilgileniyor, sonra ondan bir tane küçük boy defter istiyorum. Bir tane de etiket kâğıdı. Sonra otuz yıldır poğaça yapan bir ustanın pastanesine gidiyorum. Bu pastaneyi şehre ilk geldiğim gün de ziyaret etmiştim ama yeni fark ediyorum, kırtasiye de pastane de okulun karşısındaydı. Şehrin meydanı da az ileride. Kasaba atmosferinin tek masalsı yapısı, yani hükümet sarayı da köşede… Poğaça yiyip çay içiyorum, ama yavaş, olabildiğince yavaş. Defteri koyuyorum önüme. Etiket kâğıdına bakıyorum. Bir tane etiket seçmeliyim. Aynı his, evet heyecan; çocukluğuma ait bir heyecan dalgası… Sobanın çıtırtısı, tüplü televizyonun mucizesi, kaynatılan süt… Etiketlerden yaldızlı olan bir tanesini seçip yapıştırıyorum deftere. Üzerine ismimi yazıyorum sadece. Soyadım eskimiş gözüküyor bir süredir, iliştirmiyorum onu ismime… İlk sayfaya Can Yücel’den Ben Bir Kertenkeleydim şiirine ait birkaç dize diziyorum. Aklıma onun Datçası geliyor. Bugünlerde incik boncuk, tatsız şarap diyarına dönüşmüş korsan Datçası. “Huzur…” diye düşünüyorum o an etrafıma bakıp. Düz, dümdüz, cennet çizgilerine sahip bir ova…
O:
Kimsecikler yok. Sanki hayvanlar bile yok. Güneş doğmak üzereydi. Nicedir güneşin doğumunu acılı buluyor, sezeryan kelimesi geliyordu aklına. Neşterle yırtıyor gökyüzünü, çekip çıkarıyor güneşi. Birileri uyanıyor olmalı… Usul adımlarla yüz yıkamaya banyoya gidiyordu birileri. Giderken göbek kısımlarında hafif bir kaşıntı… Bazıları ise yeni girmişti yatağa, ekseriyetle bilgisayar oyunlarına dalmış üniversite çağındaki gençler ve genç işsizler… Onlar için gün öğlen başlayacak. Altmışlı yaşlara ulaşmış insanlar ise rutin bir yaşamın içindeydiler, sabah erken kalkmayı önemsedikleri için ciddiyetle giyinip kuşanmış, sokağa düşüp simit almışlardı, kimisi de tam buğdaylı ekmek… Uzaktaki işlerine belediye otobüsüyle giden bazı insanlar ise kahvaltının son demlerinde, çayın en lezzetli olduğu kıvamdaydılar. Ama acele etmeliydiler. Birileri ise ticari araçların içinde poğaça tırtıklıyorlardı. Yumurtanın, peynirin ve zeytinin en çok tüketildiği saatler başlamıştı. Emek soluğunu bir kuvvet üflüyordu durmadan, emek şişiyordu, patlamak üzere… Karanlık mutfaklarda, çaydanlıkların altındaki alev görülüyordu sadece. Kimisi hemen açardı ışıkları, kimisi severdi loşluğu…
O ise arabasındaydı. Otoyolun kenarında bekliyordu. Beklediği yol, yarasıyla beresiyle çok ıssızdı. Bir araba görülürse eğer -ki bu çok nadir oluyordu- o araba yavaşça geçip yavaşça kayboluyordu; ovadaki belirgin varlığı kısa bir an baskınlığını sürdürüyor, sonra usulca siliniyordu. Bu silinişleri takip etmek nedendir bilinmez onda hoş duygular ortaya çıkarmıştı. Zamandan sıyrıldığını, tanrısal bir ışıkla dolduğunu hissediyordu. Bu yol… Araftaki çıkmaz sanılan yollardan biriydi sanki. Kimliksiz yolcuların yoluydu burası.
Gaza dokunmalı, devam etmeliydi. İnsan, kaybettiği istenci tekrar kazanamıyordu, bunun için vakit gerekliydi. Ne vakit ama… bazısı için yıllar! Telefonunu eline alıp bir süre oyalandı. Radyo çekmediği için cd çalıyordu, o an fark etti arabasının içindeki müziği: Postmodern Jukebox… O kadar kısık sesle dinliyordu ki dalıp gitmiş olmalıydı. Hem çok yorgundu. Camı indirdi bastıran uyku isteğini yok etmek için. Bir an irkildi. Ayaz, kuru bir ayaz vardı; boynunu saran atkısına rağmen yine de üşüyordu fakat vazgeçmeyip bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekip dumanla doldurdu ağzını. Sonra araladı dudaklarını. Üfledi hafifçe…
Ben:
Kar bekliyor buradaki insanlar. Gökyüzüne bakıp kızıyorlar sanki.
“Ama ben yokum artık burada.”
Ücradaki bu küçük ilçeye iş icabı, iki günlüğüne geldim. Makine mühendisiyim. Makine satan bir firmada çalışıyorum. Sattığımız bir makine arızalandığı için buradayım. İlk geldiğim gün mide bulantısına benzer bir huzursuzlukla bakmıştım bu küçük şehre. Tabiatıma uygun değildi böyle şehirler. Halk özellikle çöp konusunda çok duyarsızdı, etraf plastik ambalajlarla doluydu. Kırık döküktü sanki şehir… Öylesine kurulmuştur bu şehir. Öylesine gelmiştir insanlar bu şehre. Öyle dağınık, bakımsız, ilgisiz… Kuraklık da cabası. Tek bir renk var, o da somutlaşıp sonbahara ilişmiş: Gri! Sonbahar ve Gri el ele tutuşmuşlar. Şimdi fark ediyorum: Kaya ve Hazal. Birisi sonbahar, diğeri gri… Yakın arkadaşlarım benim. İnsanın enerjisini çeken evli bir çift…
O:
Büyüdükçe insan kaçmak istiyor bir tutsak gibi.
Kaçmak istedikçe büyüyor insan.
Nizami duvarlar örüyor başlangıçlara.
…bir adım ileri, iki adım geri.
Dokundu gaza hafifçe. Camı indirdi.
Sigarası ağzında, bir eli direksiyonda, diğer eli vites topuzunda; o elin parmaklarının arasında zarif bir tespih…
İlerledi bir süre.
…ta ki otobüs terminaline kadar!
Vitesteki elini direksiyona, direksiyondaki elini ağzına götürdü, sigarasını kavrayıp açık camdan dışarıya uzattı, külünü boşalttı.
Otobüs terminali, büyük şehirleri birbirine bağlayan anayolun kıyısına inşa edilmişti. Öyle sanıyordu ki her gün bu ilçeye uğramasına rağmen şehir merkezini hiç gezmeyen otobüs şoförleri vardı. Veba varmış gibi yolcularını alıp kaçıyorlardı. Çoğu zaman yolculara bir sigara izni bile verilmiyordu. Peki, otobüs şoförlerinin ilgilenmediği kadar kötü müydü buralar? Hayır. Kabul ediyordu. Kolaylığı vardı burada yaşamanın. Bir yere yetişmek için acele etmiyordunuz, her yere yürüyebiliyor, sıcak ekmek bulmak için otopark sıkıntısı çekmiyordunuz.
Ben:
Apartman merdivenlerini koşarak iniyorum. Elimde parlak bir kâğıt… Öyle mutluyum ki! Sanki önemli yarışın son metrelerini koşuyorum. Çıkıyorum apartmandan. Yan apartmanın girişinde duruyorum. Oturuyorum hemen oracığa… Az önce arkadaşımla balkonda konuşmuşuz, onu bekliyorum. Ben uçuyorsam o süzülüyor, biliyorum bunu, yine de beklerken yerimde duramıyorum. Sol avucumun içinde minik bir sakız ambalajı… Çöp aslında ama kıyamıyorum atmaya. Sağ elimle parlak bir kâğıt tutuyorum. Çöpü kâğıdın ortasına bırakıyorum. Mucize gibi bir şey: Hakan Şükür… Gülümsüyor sanki bana. Yanında diğer aslanlar: Hagi – Popescu – Bülent – Okan… İlk on bir tamamlanmış.
Dört sıra, dört büyük takım: Galatasaray – Fenerbahçe – Beşiktaş – Trabzonspor
Amaç, sakızlardan çıkan çıkartmaları kâğıda yapıştırıp ilk on birleri tamamlamak. Tamamlayana büyük ödüller var. Galatasaray’da en zor çıkan futbolcu Hakan Şükür…
Cebimde bir çikolata: Damak… Bu pahalı çikolatayı haftada bir gün, harçlıklarımdan arttırdıklarımla alabiliyorum. Arkadaşımı bekliyorum yemek için.
O:
Menzili belirsiz bir bakış, öteleri, dağların ötesini, dede bağlarını ve maziyi görüyor. Bir kulp bulmalı bu kilidi açması için. Derin olmayan bir soluk… Bir an süren bir zaman kaybı: “Bu nasıl bir hayat?”
Cep telefonunu çıkardı cebinden. Whatsapp uygulamasına girdi. İş yeri grubunda ona özel bir mesaj gördü. Kısa bir cevap vermeli, aradaki uzak mesafeyi somutlaştırmalıydı: “Altı hedefin ikisini tutturdum, birisi belirsiz…”
Tabii yazmadı bunu. Şöyle dedi: “Selamlar Burcu Hanım. İki firma ile el sıkıştık, siparişleri geçeceğim öğleden sonra. Bir firmadan ise haber bekliyorum. Üç firma olumsuz…”
Burcu Hanım hemen cevap verdi: “Tamamdır. Üç firmayı yarın tekrar ara, nedenini öğrenmeye çalış, ama indirim teklif ederlerse kabul etme.”
“Siktir,” demek istedi ama diyemedi. “Tabii ki Burcu Hanım,” dedi. Pazarlama işindeydi, fakat feci sıkılmıştı birilerine bir şey pazarlamaktan.
Birkaç bozukluk çıkardı cüzdanından. İndi arabasından.
Adım ritmini bozmadan yürüyor, valizlerin altına tekerlek talan aklı düşünüyordu. Etkisi evrenselliğe ulaşan bu basit buluş an itibariyle dünyanın çeşitli yerlerinde, bilhassa havalimanlarında ve tren garlarında dikkatle takip edilmekteydi. Belki renkli tekerleklere düşkün bir çocuk, belki de dalgın bir adam…
Niçin takip ederdi insan sürüklenen tekerlekleri? Hangi insanlar takip ederdi?
Yoksa bavul muydu ebedi hüzün nesnesi? İnsandır bavulu sürükleyen, dolduran, boşaltan, bir yaşamı bavula sığdıran…
Birazdan gireceği gürültülü atmosferi hayal ediyordu.
İlk sesi duyuyor: “Konya…Konya…Konya…”
Başka bir ses: “Abla… beş dakika abla. Sen bekle burada. Ben seni bindireceğim otobüse.”
Bir ses daha: “Yok gardaşım… boş yok. Ama muavinle konuş. Belki yapar bir şeyler.”
Otogar iki katlı, eski bir yapıydı. Aslında dikdörtgen, kimliksiz bir tuğlalar yığını… Ön tarafı pencerelerle kaplı, arka tarafı firmaların bürolarıyla; girişte hemen solda büfe ve tuvalet, diğer uçta koltuklar, çay ocağı… Temizlik için belli bir çaba sarf edildiği çok belliydi, ama bina ne yapılırsa yapılsın bütün hijyen çabalarını öldürecek kadar eskiydi. Makyaj tutmayan yaşlı bir kadın yüzü gibi… Bu bina ülkenin kaderiyle ilgili bir şeyler anlatıyordu insana. Ülke, insan ömrüyle eşit derme çatma binalarla doluydu, ne yazık, oysa beş yüz yıldır ayakta durabilen yapılar yapmıştı siyasilerin övmeyi pek sevdiği ecdat. Oysa şimdi… Rezalet! Tanrılar katında bir rezaletler yığını!
Bir gazete aldı, bir şişe su ve soda… Tam parayı ödeyecekken kasanın önünde dizili olan çikolatalar çeldi aklını. Sırf gezmek için bilet satış peronlarının önünden geçti, çay ocağının önündeki koltuklardan birisine yerleşti. Bir çay söyledi kendisine. Karton bardakta verdiler.
Çayının son yudumlarını dışarıda içecekti, çıktı bina dışına, bir banka oturdu. Öyle kalabalığı izledi. Kayıtsız bir izleyişti bu… Ayakkabılarının bağı çözülmüştü, ipleri bağlamayıp ayakkabısının içine sokuşturdu: Böylesini daha rahat buluyor, sevmiyordu sarkan ip düğümlerini… Çikolatasının paketini açtı, ucundan ısırdı. Ağzını dolduran tadın keyfiyle spor salonunda gördüğü harika vücutlu adamları düşündü. Onlar gibi olmak istiyorsa dikkat etmeli kendine, sporunu aksatmamalıydı. Kollarına dokunuyor, göğsünü okşuyor, parmaklarını karnında gezdiriyordu. Daha çok çalışmalı, belki de ek besin kullanmaya başlamalıydı. “L Carnitine” adlı bir ürünü duyuyordu son günlerde. Fiyatını yüksek bulmuştu ürünün ama yorumlar olumluydu. Onlarca yorum okumuştu satış sitesinde. O, yavaş yavaş yorum okuma bağımlılığına kapılıyordu.
Cebindeki telefonun titrediğini fark etti, bir mesaj: Elektrik fatura hatırlatması
Bütün ödemeler otomatik ödemedeydi. O yüzden içi rahattı.
Ben:
Bir de kahve içmek istiyorum. Aslında pek sevmem granül kahveleri… Ama mecbur. Yolculuk öncesi belki de iyi gelecek.
Pastane tezgâhının gerisindeki kadına sesleniyorum. Kahvemi hazırlamaya koyuluyor. Pek bir lezzet beklentim yok. O arada aynı kadın geliyor, boş tabağı ve çay bardağını alıyor. Yaşama sevincime dair bir iz arıyorum boşluğa dalarak. İçten içe pastane tezgâhının gerisindeki yaşlı adamdan bir nasihat bekliyorum. Fakat o sanki hiç ben yokmuşum gibi devam ediyor işine. Sıkılmış sanki biraz. Mizacı da öfkeli… Gözüm pastalara takılıyor, lezzetsiz oldukları aradaki mesafeden bile belli. Poğaçalar ise lezzetliydi, bu bir satış stratejisi olmalıydı, pastaları insanlar genelde doğum günü kutlaması için alıyorlardı ve almaya mecburlardı.
Kahvem porselen bir fincanda geliyor. Tütüyor baya, bekliyorum. Yeryüzü denen koca loşlukta acaba kaç insan aynı anda yorgunluk hissini sessizce yaşıyordu? Kaç insan yorgunluğu geçsin diye bekliyordu? Bir ödeme aracı olarak insan kullanılsa kaç insan para yerine geçmeyi kabul ederdi? Para için barınma-beslenme ve güvenlik sunulsa cazipleşir miydi tercih? Muhakkak ki cazipleşirdi. Ben mesela… Bu ücra yerlere gelip siktiriboktan insanlarla uğraşacağıma para olur, yer değiştirip dururdum. En azından ne olduğumu bilir, ümit etmeyi bırakırdım.
O:
Yola çıkabilirdi, gidebilirdi bu şehirden, akşama sevgilisinin koynunda olabilirdi. Ama nedense yavaş davranıyordu. Uyurgezer etmişti bu şehir onu… Çıkamıyordu otogarın içinden. Oysa sadece büfeye uğramak için gelmişti buraya. O an fark etti, otogardaki park boşlukları yedi otobüsün yan yana dizilebileceği şekilde boya kullanılarak işaretlenmişti. Fakat üç boşluk arabalarca kapatılmıştı. Kirli kirli arabalar… “Böylesi geniş bir şehirde, her yerin boş olduğu bir şehirde, bu sıkışma neden,” diye düşündü, mantıklı bir cevap bulamadı. Öyle ki az önce gelen otobüs park yerine bile girmeyip paralel bir şekilde durmuş, motoru istop ettirmeyip yolcularını almış ve gitmişti. Kurallar konuluyor, kurallar aynı insanlar tarafından esnetiliyordu. Bir de köy minibüsleri vardı. Onların yeri ayrıydı. Sabah vakti tabii, dolu geliyorlardı, müşterileri genelde lise öğrencileriydi. Lise binası çok yakındaydı, oturduğu yerden rahatça görebiliyordu. Liseyle otogarı büyük bir park ayırıyordu birbirinden. Gençler sigara içiyorlardı parkta… Bu parkın bir de sevimli çay bahçesi vardı. Dün, iş yaptığı insanlarla o çay bahçesinde oturmuşlardı.
Bu şehir ve bu yalnızlık hissi onda sigara içme isteği açığa çıkarıyordu ama direnmeli, dumanla arasına mesafe koymalıydı. Çıkarmak istiyordu sigarayı yaşamından.
Yavaş adımlarla arabasına yürüdü. Yan koltuk evraklarla doluydu. Arka koltukta taşınabilir bilgisayarı vardı. Arabası ticari denilen sınıfa aitti, bagajı epey büyüktü, orada pazarladığı ürünlerin numuneleri duruyordu. Şöyle bir çekidüzen verdi her şeye.
“Eskisi gibi değilim artık…”
Ben:
Saatime bakıyor, telefonumu alıyorum elime… Az önce binmişim arabama. Anahtarı tek kademe çevirmişim, gözüm benzin ibresinde…
Telefonumu bir kablo aracılığıyla arabaya bağlayıp, ücretli müzik uygulamasına giriyorum. Bir şarkı açıp Twitter hesabımda geziniyorum. Özellikle siyasi gündemi takip edebilmek için kullanıyorum Twitter’ı. Bombok bir ortam…
Whatsapp bildirimiyle sıyrılıyorum dalgınlıktan. ‘Okul arkadaşları’ grubundan gelmişti mesaj. Bir anda kafama bir sürü insan doluşuyor. Sanki bir ağılın kapısı açılmış gibi… Ardı ardına düşen mesajlar, kişiler… Ben de birkaç gülücük koymalıyım, malum, sessiz gözükmemek mühim, o zaman kimse dönüp de rahatsız edemez beni. Neredeyse mecburiyet hissediyorum. O an nahoş bir durum içinde olduğumu fark ediyor, öfkeleniyorum biraz. Bir protesto başlatıyorum: Grubun sesli bildirimlerini sekiz saatliğine kapatacağım!
“Ulan…” diyorum bağırarak: “Artık çık şu yola!”
Direksiyona hafif bir yumruk savuruyorum.
Bir mesaj daha geliyor, bu sefer “Aile grubu” isimli ailevi gruptan. Ardından birlikte yaptığımız tatil fotoğrafları… Kaç ay geçmiş oysa aradan. İlla bahsedilecek. Beş kişi bir arabaya sıkışmışız, otel pahalı diye bir akrabanın evinde konaklamışız, patates kızartıp yemişiz akşamları…
O:
Bir ricası vardı tabancası olan adamdan. Çekmeliydi tetiği. Bir sihirli kurşun bütün ülkeyi dolaşıp rastgele nüfusun yarısını göndermeliydi diğer tarafa. Otuz milyon insan aynı kaderi yaşamalıydı. Ne ilginç olurdu doğrusu.
“Hadi bakalım devam,” dedi otogardan çıkarken.
Her şeyiyle bir sınıfa ait olduğunu belli ediyordu aslında ve bunun farkındaydı; şirketin kiraladığı beyaz arabaya yürüyüşü, telefonu elinde taşıyışı, aceleci tavrı… “Mavi yaka” adayıydı yani, uzun yol otobüs şoförlerinden farkı, onun bir yere eninde sonunda ulaşacağıydı. Gözü yöneticilik koltuğundaydı. Ofiste sigara üstüne sigara yakıp onu ziyaret eden kadınlara bakacaktı; otururlarken göğüslerine, odadan çıkarken popolarına…
Ben:
İnanamıyoruz, rüya sanıyoruz içinde bulunduğumuz anı. Hayranlıkla Hakan Şükür’e bakıyoruz. Tamamlamışız Galatasaray ilk on birini. An itibariyle bir futbol topu kazanabiliriz ama az önce gerçekleşen mucize yeni bir umut yaratmış: Belki diğer takımları da tamamlayabiliriz. Aklımız fikrimiz Mikasa futbol toplarındaydı, geceleri bu topun hayaliyle uyuyorduk. Aşağı mahalleye gurbetçi bir çocuk getirmişti yazın. Herkes öyle anlatıyordu. Bize görmek nasip olmamıştı. Birkaç kez gitmiştik aşağı mahalleye ama görememiştik bu topu. Belki de saklamışlardı toplarını, bilinmez. Tabii okuldaki birkaç şanslı arkadaştan dinlemiştik bu topun marifetlerini. Hiç patlamıyordu. Müthiş falso alabiliyordu. Sadece biraz sertti. Güçlü çocuklar oynayabiliyordu sadece. Yakındaki bir bahçeye gidip kendi plastik topumuzla penaltı yarışı yapıyoruz. Sonra uzanıyoruz bir ağacın altına… Erik dişliyoruz. Gözüm, arkadaşın yeni ayakkabısında… Yakın zamanda ilçeye Lescon ayakkabılar gelmişti. O yüzden penaltılarda daha iyi arkadaşım. Gözüm, arkadaşın kıvırcık saçlarında… Dikkat çekebiliyor bu saçlarla… Susayınca rastgele bir çeşmeye dayıyoruz ağzımızı. Sonbahar soğuğu vurmaya başlamış toprağa, belli, sular biraz soğumuş. Toprak da soğuk, üşütebiliriz ama pek umursamıyoruz bunu. Canım patates kızartması çekiyor, dile getiriyorum bunu, anında onay alıyorum. Paylaşıyoruz patates kızartması hayalini. Sonra ilçeye yeni gelen şapkalardan bahsediyoruz. Gözüm, arkadaşının yakın zamanda kanayan dirseğinde.
O:
Bir otobüs yanaştı perona… Panik tavırlarıyla kendine mahsus bir enerji açığa çıkaran muavin indi merdivenlerden, gar binasından içeriye daldı. Birkaç sigara tiryakisi de onunla birlikte indi aşağı. Bu uyanık insanlar ambulansların peşine takılan şoförlere benziyorlardı.
Telefonunu aldı eline. İkinci el arabalara bakmak istedi canı. Aslında ihtiyacı yoktu arabaya… Özellikle Mercedes’in bir cipini inceledi. Haset benzeri bir duyguyla sızlanarak daha küçük arabalara geçti, oradan arsalara, oradan da 1+1 loft dairelere…
Telefona bakmaya ara verip radyoda sevdiği bir frekansı aradı, bulunca sesi yükseltti.
Telefonundan bir alışveriş uygulamasını açtı. İndirime girmesini beklediği ürünleri kontrol etti, sadece bir tanesinin indirime girdiğini görünce hayal kırıklığı yaşadı. Yine de indirime giren ürünü aldı kredi kartı bilgilerini kullanarak. Kargo bedava ürünleri inceledi, pek içine sinen bir şey olmadı. Birkaç ürüne ait yorumları okudu, bir ürünü favori listesine ekledi.
Aklına o evde yokken kargoları alan karşı binadaki emlakçı abisi geldi. “Aslında…” diye düşündü: “Adamcağıza bir paket lokum götürsem ince bir hareket olur.”
Başka bir uygulamaya geçip iki gün önce satın aldığı ceketin son kargo durumunu kontrol etti. Satın almasına rağmen gün içinde arada bir açıp bakıyor, ceketi hayal ediyordu.
…sigaralar yarım söndürüldü. Telaş başladı.
Otobüs sert bir manevrayla yürüdü gitti yoluna. O mekanik mucizenin büyük mevcudiyeti silinince kendisini kötü hissetti, “Niçin?” diye düşündü: “Niçin çıkamıyorum yola.”
Sebebi son anda yakılan sigarada aradı. Sigarası tükenince çıkacaktı yola. Sigarayı niçin yaktığını kendisi de anlayamıyordu. Sanki durmak istiyordu orada.
Gözü yan koltuktaki kitaba takıldı. İhsan Oktay Anar okuyordu son günlerde. Epey ilerlemişti kitapta… Bu şehirde nedense epey zaman ayırmıştı kitabına. Aklına unuttuğu bir mesele geldi, hemen telefona sarıldı. Komşu binada oturan temizlikçi kadını aradı, “Size zahmet olmazsa gidip kombiyi yakar mısınız?” diye sordu. Kadın üç haftada bir onun evini temizliyordu. Sağ olsun kırmadı onu…
Telefonunun şarj düğmesi yanıp sönüyordu, boşalmak üzereydi bataryası. Hemen çantasından bir tane power-bank çıkardı. Rahat bir nefesle sigarasını söndürdü. İnstagram hesabına bakmak istedi, Time-Line menüsünde gezindi biraz. Özellikle kedi paylaşımları yapan “Kedi Özel Harekât” grubuna bayılıyordu. Biraz da otomobiller ile ilgili videolar izledi. Vasat insanların fenomen olmasını ise sindiremiyordu içine. İçten içe kıskanıyordu onlardaki cesareti. Soyunun yeşerdiği köy de İnstagram’daydı, muhtar bir hesap açmıştı, özellikle vefat paylaşımları yaparak gurbetteki hemşerilerine mühim bir hizmet sunuyordu. Yine bir vefat paylaşımı! Gencecik bir adam… Belki de birilerini aramalıydı baş sağlığı için. Epeydir gitmiyordu köye. Vakit bulup gidemiyordu. Babasını hatırladı. Kapadı can sıkıntısıyla telefonu…
Ben:
Soba için kömür kovası taşıyor annem. Tam üç kat. Babamın beline geçen sene fıtık hastalığı kondu, kaldıramıyor artık kömür kovasını. Kaloriferli bir eve taşınmayı düşünüyorlar ama yakaları bir araya gelmiyor, masraflar göz korkutuyor. Patatesler ise bekliyor tepsinin içinde… Kız kardeşim baloncuk çıkarıyor oyuncağıyla. Dedem bahçeden sebze göndermiş, patates dürüm için kullanacağız. Her şey küçük masanın üzerinde… Televizyonda Pokemon açık. Hakan Şükür az ötede, en güvenli yerden katılıyor bize. Toplam iki kömür kovası var, biri sobanın içinde… Annem onu çıkarıp dolu kovayı koyuyor sobaya. Gazete kâğıdı yırtıyor çıralar çabucak alev alsın diye. Bir önceki kovadan kalma birkaç köz kömürü çıraların arasına bırakıyor. Öğretmen ödev vermiş, İstiklal Marşı’nın on kıtası ezberlenecek. Uzun bir marş… Öğretmen uzun bir savaşın uzun bir marşı olur deyip meseleyi kolaylaştırıyor. Sanki Atatürk de evde. İstiklal Marşı onu çağırıyor eve… Reklamlarda da İstiklal Marşı… Kardeşi baloncukları bırakıp oyuncak arabalara dalıyor. Babası küçük kızıyla oynamak için yere oturuyor. Annesi kovalar hafifmiş gibi davranıyor, içlerindeki en enerjik insan o… Taşıyor her ne varsa. Soba çıtırtılarla yanmaya başlıyor. Annesi patatesleri sürüyor sobanın fırınına. Üzerine su dolu bir güğüm yerleştiriyor. Güğümün yarısı hava deliklerine rast geliyor. Boştaki deliklerde alevler oynaşıyor. Bir de çay için çaydanlık…
O:
Sütçü Nuri Efendi’yi aradı. Yoğurt çalacaktı yarın, öylesi daha sağlıklı oluyordu. Maya da istedi biraz. Sonra sucuyu aradı, damacana su istedi yarın sabah için. İnternet üzerinden satış yapan bir market zincirinin uygulamasına girdi, evvela kahvaltılık ürünler attı sepetine. Özellikle indirimli ürünleri filtreleyip bitirdi alışverişini. Bu uygulamanın en güzel yanı teslimat saatini seçebiliyor oluşuydu. Sabah erken bir saat seçti. Yarın evdeydi, izin günüydü, hiç dışarı çıkmayacaktı. Unutmamak için bir kâğıda “ekmek ve soda al,” yazdı. Evinin yakınlarında çavdar ekmeği satan bir bakkal vardı. Ona üç lira borcu olduğunu hatırladı.
Düşüncelere daldı. Bu şehirde bazı yollar kaldırım taşlarından yapılmıştı. Otogarın otoparkı da aynı şekildeydi. Binlerce kaldırım taşı vardı bu şehirde. Toprak, insan denen gizemli mahlûkata asırlardır aşina… Kim daha yorgun, toprak mı insanlık mı? Toprak da yoruluyor son yıllarda. Göçmesi, bereketini kaybetmesi, doğurganlıktan vazgeçmesi bu yüzden… İş yerindeki çoğu kadın arkadaşı çocuk yapmayı düşünmüyordu. Hava kirli, toplum kirli, denizler kirli… Banka hesabına girdi telefonundan. Birkaç senedir düzenli para biriktirebiliyordu. Hem altın atıyordu kenara hem dolar… Tahvil de satın alıyordu bazen. Öyle ki biraz kripto parası bile vardı kenarda. Belki önümüzdeki yaz tasarruf ettikleriyle hayalindeki Tayland turuna katılabilirdi. Özellikle Asyalı kadınları merak ediyor, onlarla yakıcı bir cinsellik deneyimi yaşamak istiyordu. Cinselliği parayla satın almayı utangaç yapısına rağmen oldukça cazip buluyordu. Heyecan dolu bir serüven olarak bakıyordu bu hastalıklı duruma. İntikam alır gibi satın alıyordu kadın bedenini. Boşalıyor ve unutuyordu. Bazılarının sahte adlarını unutmuyordu o kadar. Bir kâğıda yazıyordu onları. Bazı kadınları da numara olarak kaydediyordu. Bunu niçin yapıyordu? Bilmiyordu.
Sonunda çıkabildi yola. Arabasıyla otogarda geniş bir çember çizip şehirlerarası yola girdi. O gösterişli çemberle bir şeyler anlatmak istemişti, belki yalnızlığını… İlk petrol istasyonunda durdu, görevliden deponun doldurulmasını istedi, ödemeyi yapmak için güçlü adımlarla market kısmına geçti. Araba kokuları indirime girmişti, kavun kokusunu seçip devam etti yolculuğuna. Seviyordu yolda olmayı. Yolda olmak ona mevcudiyetin derinliklerine dair gizemleri fısıldıyordu. Kerberos bir metafordu, üç başlı ve yalnızdı, ölüler dünyasının kapısını koruyordu. Çocukken bu mitolojik yaratığın ölüleri öbür tarafta tuttuğunu hayal eder, korkardı. Büyüdükçe öyle olmadığını düşünmeye başlamıştı. Kerberos ölüleri öbür tarafta tutmuyordu. Sadece kapıyı koruyordu. Onun için önemsizdi ölüler… Yaşayanlar da öyle… O sadece inatla, sabırla, özveriyle kapıyı koruyordu. Üç başlı olması ise bölünmüş kişiliklere ilişkindi. Bir kafası yaşayanları, bir kafası ölüleri, bir kafası da duranları düşünüyordu. Durağandı onun hayatı çünkü. O yüzden onun zincirleri yoktu. O yüzden birisi kapıya yanaştığında hırçınlaşıyordu. İradesine müdahale istemiyordu çünkü.
Bugün etraf öyle insanlarla doluydu.
O yüzden çılgınlar gibi seviştiği evli kadınla bir türlü kavuşamıyorlardı birbirlerine.
Artık müziğin sesini açabilirdi.
Ben:
Çıkıyorum yola. Düşüyorum.
Aklım az önce benzinlikte gördüğüm adamda: Adam kavunlu kokulardan almıştı.
Ne saçma şeydi arabanın içi için kavun kokusu seçmek! Bunun için para harcamak.
Hem benim alerjim var.