ÖZSAYGI ÜZERİNE
1
Onu kamp sandalyesi satın alırken hatırlıyordu hep. Bazı anlar kalır insan zihninde. Görüntünün seçiciliği denebilir bu sarsıcı ve şaşırtıcı deneyim için. İnsan bir görüntüyü görünmez yaşam albümünün en değerli yerine asar, bahsetmeye çalışır o albümden, kendisiyle “sen” diye konuşur, çok çabalar ama yine de görünmeyeni anlatmayı beceremez. Görünmeyene tutku ise kalıcıdır.
Aşk, başkasının albümünü açmak gibiydi Tuna için. Başkasını görmüştü renkli sayfaları çevirdikçe. Kapakta, belki kapakta görmüştü kendisini – sadece.
İnsan bir eve girer, bir dolabı açar, bir albüm bulur. İlk sayfada birbirine sarılan bir kadınla erkeği fark eder. Seviştiklerini, doyasıya seviştiklerini ise ikinci fotoğrafta anlar. Tutku hisseder kemiklerinde. Kadını incelediği an değişmiştir yaşam onun için. Kalbinde hissetmiştir onun kalp atışlarını. Gözlerine dalıp gittiğinde eski çağlara kadar uzanabildiğini fark etmiştir. Kasıklarında dolaşan enerjiyi özümsediğinde dokunmuştur kadının yansımasına. İnsan sözle, bakışla, jest ve mimikle anlaşır. Ama aslında insan sadece enerjisiyle anlaşır. Ulaşır karşısına. Çarpar ve dağılır bazen. Toplanmayı bekler. Onu toplayan parmaklara minnet duyar. Toplamazsa kimse onu, keskin parçalar olarak sürdürür yaşantısını. Kanatır etrafını. Yavaş yavaş kanatır. Sezdirmeden. Aşktır esir eden ve esrik eden… Pamuktur aşk, kan üzerindeki…
Tuna fark etmemişti kendisinden damlayan kan izlerini. Zaten “fark edemeyiş” gibi bir vaziyet içindeydi. Onunla tanıştığında üniversite birinci sınıftaydı Tuna. Sonbahar rüzgârları hâkimdi sararan yapraklara. An be an soğuyan semtin insanları tedirgin bir bekleyiş içindeydiler. Tedirgin bekleyiş, otobüs duraklarında toplanıyordu özellikle. Tuna otobüs bekleyen insanların hem içindeydi hem dışında, bir çizgi üzerinde otobüs bekleyen insanlara baktıkça farklı sesler çıkaran, kan dolu taşlara sahip bir tespih hayal ediyordu. Kendisi kızıl bir renge sahipti; yakıcı bir kızıl… Yanında ise kehribar rengi gözleriyle o. Yan yanalar. El eleler. Onun elleri hep kremli oluyordu, krem saplantısı vardı sanki. Öyle ki kreminin yoğun kokusu için tuhaf ve yapay bir sesle “kokonat” demiş, “The Body Shop” diyerek marka belirtme ihtiyacı hissetmişti. Altı üstü Hindistan cevizli bir el kremiydi ama sonradan fiyatını öğrenince şaşırmıştı Tuna. O gün, kokonat kokulu sevgilisini evlerine davet ettiği gündü. Yıllar önce babasının terk edip gittiği evlerine… Annesi ve kız kardeşi, uzak bir semte, kına yakmak üzere akraba kadınları toplayan bir aile büyüğüne misafir olacaklardı o gece. Tuna da “fırsat bu fırsat” diye düşünmüş, yırtıcılaşmış, hükmü kasıklarına dolan kanla vermişti, kan gezinen harflerle… O, dün de istemişti, ondan önceki gün de. “Yalnız kalmanın” hayallerini kurmuştu; sonra “yalnız” sözcüğü üzerine düşünüp söylemi ironik bulmuştu, doğrusu “baş başa” olmalı diye mırıldanmıştı. Şehrin merkezinden kuytusuna gideceklerdi, bir türlü gelmeyen belediye otobüsü ise Tuna’nın hanesine kaybedilen zaman olarak yazılıyordu. Ah sevgilileri bekleten belediye… Önce sevgili olmayı dilemiş, sonra birlikte gezinebilmeyi, ardından öpüşmeyi; bugünse bunlar gözükmüyordu gözüne, sadece evine, inine, yanındaki kadının sıcak kasıklarına ulaşmak istiyordu. Heyecandan titriyordu bazen. Bir kedi olmuştu. Kedileri daha iyi anlıyordu an itibariyle. Temizlenmiş, kokular sürünmüş, odasını toparlamıştı. Dinleyecekleri müzikleri bile seçmişti. Aslında onun gözüne girebilmek için internetten kısa bir araştırma yapmıştı. O, reggae demişti çünkü… Tuna, Bob Dylan’dan başlayıp Shaggy gibi kült isimlere ulaşmıştı. Tuna genelde Türkçe rap şarkılarını dinlerdi ama bundan söz etmemişti ona. Onun diğer seçeneği ise Türkçe slow müzikti. Bu seçeneğe de hazırlıklıydı Tuna. Yeter ki şu otobüs gelsin ve onları evlerine ulaştırsın. Parasızlığına üzüldü, uzakta oturduklarına üzüldü; yoksa taksiyle giderlerdi. Geceyi aydınlatacak mumu ise kırmızı renkte seçmişti. Bir de onun yanına giderken çiçek almıştı. Çiçek almak biraz zorlamıştı bütçesini ama öyle olması gerektiğini hissetmişti. O ise çiçeklere değil, çiçek alındığına mutlu olmuştu. Tuna çok sonralardan öğrenmişti, yaprakları çevirmekten yorulduğunda: Birçok kadın çiçeklerin adını bile bilmez ama çiçek almaktan hoşlanır, çiçekleri romantik bulduğu için değildir bu hoşlanma, karşı tarafın emeğini görmek ister sadece. Tuna son olarak birlikte yemeleri için güzel bir kek yapmıştı. Kek şaşırtıcı bir başarıyla çok lezzetli olmuştu. Şimdi sevgilisi de o keki merak ediyor, sabırsızlanıyordu. Hem sevişmeden önce hem sonra yemişlerdi. Kaç saat öpüştüklerini, yatakta kaç kere yer değiştirdiklerini, mutfakta kaç dakika birbirlerine sarılı vaziyette durduklarını ve öpüşürlerken mumların ne kadar eridiğini bilemediler. Saate baktılar bir ara ve şaşırdılar. Öpüşmekten kurumuştu dilleri. Bu deneyim şaşırttı onları. Tuna şarap açtı pek şaraptan anlamadığı hâlde. Aslında bir meyve suyu da idare ederdi. O ise şarap kadehini tutmayı biliyordu, hemen öğretmişti Tuna’ya da. Tuna yanlış tutuyormuş meğerse. Öğrenmeyen insan yaşar, sadece yaşar… Tuna öyle olmak istemiyordu. O yüzden merakla bakıyordu onun gözünün içine. Ne biliyorsa anlatsın istiyordu. Bu hoşuna gidiyordu.
Üniversite ortamında arkadaşlık belli bir ölçüde maddiyat ister. En azından ders bitiminde arkadaşlarınla bir hamburger yiyebilecek kadar… Tuna ise çoğunlukla onunla yemek yiyordu. Onu güzel yerlere götürmeye çalıştığı için de üç günlük harçlığını bir günde bitiyordu. O, birlikte para biriktirmeyi teklif etmişti müsrifçe harcama yapılan bir akşam yemeğinin ardından. Her gün kenara iki lira koyacaklardı, parayı o toplayacaktı, bu konuda iddialıydı, “tasarruf etmeyi” kadınca bir özellik sayıyordu; annesinden öğrenmişti. Biriken parayla da tatile gideceklerdi. Tuna cebinde kalan son paraların da bu birikime gittiğini fark etti bir yerden sonra. Arkadaşlarının yanında pek para harcayamaz hâle geldi. Bazen de durumu kotarmak adına kütüphaneye gitti yalnız başına. Açlığa çözüm mü yoktu, bir bisküvi yetiyordu karnını doyurmasına. Aşk için Ferhat dağları deldiyse Tuna da bir şeyler yapabilirdi. Sonra borç istemeyi öğrendi. Borcunu unutturmayı öğrendiğinde ise aradan epey zaman geçti, epey de para birikti. Yollara düşüldü, tatillere gidildi. Mütevazı tatillerdi. Tatilde ise beklentiler yükseldi yaşamdan. Tatillerin böyle bir özelliği vardır. İnsan lüks arabalarla gezenleri görür ve etkilenir onlardan. Pahalı içkiler, logolu terlikler, hatta tişörtler; her şey çekici gözükür. Boşuna dememiş büyükler, insanı yolculukta tanırsınız diye. Aslında kişi kışın da görmüştür aynı insanları ve markaları ama tatilde imrenir, özenir, onun gibi olmanın düşlerini kurar, hele ki henüz gençse, bir sade üniversite öğrencisiyse, henüz yaşama dair gizemlere vakıf değilse. O hayallere dalmıştır, okulu bitirip mesleğinde uzmanlaşmak istiyordur, Tuna için de birçok şey düşünmüştür. Konuşuyordur nedense Tuna. Durmak bilmeden konuşuyordur. O kadar çok konuşuyordur ki denizde bile susmuyordur, bir keresinde az kalsın boğuluyordu. O kurtardı onu tatlı kollarıyla. Güneş battıktan sonra adından silinip bir ahtapot olarak katıldı geceye. Sarıldı… İnanılmaz bir dişilikle sarıldı! Bir keresinde de denizde sarılıp elini onun mayosunun içine soktu. Bu çok hoşuna gitti Tuna’nın. Edepsizlik de yakışıyordu ona. Hanım hanımcıktı oysa… En vahşileştikleri gün ise üniversiteyi çevreleyen ormanda seviştikleri gündü. Bir keresinde de bir apartman boşluğuna girmişlerdi. Kendisini beğenen Tuna, onun gözleriyle baktı kendisine ve arttırdı beğenisini. Bu beğeni bir hükümle karara bağlandı aşk duruşmasında: Tuna hüküm giymişti, söz vermişti ve onun gözlerindeki demirlerin gerisine bırakmıştı yaralı mevcudiyetini. (Aslında kendisini beğeniyordu, ama eskiden, ama eksik, eksi dolu bir yaşama sahip olduğunu aşk kapıyı çalınca öğrenmişti. Aşk öğretmendir çünkü.) Tam bu aşamada iyileşme vaat etmişti o. “Kanaman geçecek, yaraların hafif, yaraların çabucak iyileşecek, merak etme,” demiş, şifa dolu parmaklarını göstermişti. Bir hükümlü için “gerçeği değiştirmek” ilk adımdır. Tuna yetersiz olduğunu hissetmişti tutsak karanlığına düştüğü günün ardında. Evvela lüks şeylere tutkusu artan sevgilisine yetecek parası yoktu. Evvelim sensin deyip duruyordu ona. Eğitim ise ikinci plana itilmişti aşk döngüsünde. Bir an önce kavuşmak istiyordu sevdiği kadına. Aynı evde yaşamak istiyordu onunla. Bir gün Tuna aynaya bakınca yüzünü değil, onun beğendiği adamı değil, birleştirilmesi gereken noktalar bütününü gördü. En yakın arkadaşına bile kendisini değil, içinde bulunduğu albümü gösterdi; ne kimseyi dinledi ne de gözlerini açabildi, o kadar çok konuştu ki önce gerçek büküldü, sonra gerçek kayboldu, yalanlar başladı. Yalan söyleme huyu büyüdü: Önce kuzenini İngiltere’ye gönderdi davulla zurnayla, sonra yaz tatilinde onun yanına ışınlandı; bir gün durup dururken babasının hastalandığını söyledi, bir gün kız kardeşinin mimarlık kazandığını… O, fark etti bunu, uyardı Tuna’yı. Tuna ise “Küçük yalanlar,” dedi yalanlarına. Büyüyebilen yalanlar söylediğini albümü çevirdikçe anlayacaktı, korkmadı bu ihtimalden ve ahtapot olmasını istedi sevgilisinden. Oturdu onun karşısına… Uzandı dizine çoğunlukla. Onun parmaklarını saçlarının arasında hissetti. Sihirli sözcükler dökülüyordu sanki kulağından içeriye. Tuna bir hasta, o bir psikolog oldu. Cennet ise sözcüklerdeydi sanki: İnsanın en büyük güçlerinden birisidir iyileştirme… O, başladı Tuna ile saatlerce konuşmaya. Tuna anlıyordu bir şeyler. Şunu anlamıyordu ama, hem de tüm uyarılara rağmen: Ya iyileşecek ya da iyileştirme çabalarına girişen onu da hasta edecekti! (Bunu genelde üçüncü kişiler fark edebilir, eğer ki onlarda doktorluğa soyunursa, hasta sayısı üçe çıkar, aman dikkat!) İlk adımda, yani stetoskopu kasıklarına koyduğunda, alevlerin büyüdüğünü, bir savaşın çıktığını fark etmişti. Kapamıştı kendisini, hemen. Kaybetmek istemiyordu bu savaşı. Oysa savaşın sadece bir kazananı olur. Barış, erken biten savaşların neticesidir fakat Tuna direniyor, yalan söylemenin gelip geçici olduğunu savunuyor, bunu bir eğlence sayıyor, lafı geçiştiriyordu cambazlıkla. Tuna bir cambazdı ip üzerinde yürüyen… O ise bir çınar gibi kök salmıştı ilişkiye. Sevgilisini ip üzerinde değil, yanında görmek istiyordu. Tedirgin cümleler kuruyordu pijama gecelerinde meraklı arkadaşlarına. Arkadaşlar bağımsız ülkeler gibidir aşk savaşında. Tuna bunu bile fark edemeyip bağırıp çağırdı, türlü ithamlarla çevresindeki insanları suçladı, sebepsiz kavgalar çıkardı. Aslında kendi yalnızlığını fark edip onun da yalnız kalmasını istemişti. Sanıyordu ki barış yalnız ülkelerin mecburiyetidir. Hem kız kardeşini mimarlıktan alıp nereye götürecekti, gerçeğe mi? Gerçekte sınavı kazanamayıp dershaneye mi yazıldığını söylemeliydi arkadaşlarına? Babasını mı iyileştirmeliydi? Zaten bu fırsatla ölmeliydi babası. Bu fırsatla mimar olmalıydı kardeşi. Kuzeni boş boş gezen bir adam değil, İngiltere’de olmalıydı. O, itiraz ediyordu bu duruma. Böyle böyle bozuldu araları… Ama sevişmeler hiç dinmedi. Aynı evde yaşama arzuları hep canlı kaldı. Aslında ev değil mağara istiyorlardı kendilerine. Sevişmek ve üremek için… Mobilyalar sonra önemsenecekti. Önemsendiği gün, mağara modern bir eve dönüşecekti. Sevişmeler azalacak, tutku pahalı çiçeklerin toprağına karışacak, sevgi ise belirsiz bir orantıyla bölünecekti çocuk sayısına. Fakat mağara isteyenlerin bir eve kavuştukları pek görülmüş şey değildir. O yüzdendir ki bu mucizeye pek tanık olmaz insanlar. Yirmili yaşlardaki aşklar mağara girişlerinde kalır. Evlilikler mağara derinliklerine yapılan tek kişilik yolculukların neticesinde belirlenir. Derinliklerde bir yüzük bulunur. Kuyumcuların parlak raflarından alınan yüzükler gerçek değildir. Gerçek olan mağaraların derinliklerinde bulunan yüzüklerdir. Tuna ise evleneceklerine emindi, tutkuyla sevişebilmeleri kendisi için yeterli bir sebepti. Sevgilisinin mağara derinliklerinde bulunacak bir yüzüğü hayal ettiğini bilmiyordu, aslında hissediyordu ama hislerine de güvenmiyordu. İnsanın kafasının içi ormana benzer. Ormanlarda yangın sensörleri vardır. Bu sensörler dumanı ve ısıyı fark ettiklerinde bağlı oldukları merkezi uyarırlar. İnsanın kafasının içinde de bu tip sensörler vardır ve tehlike hissettiklerinde merkezi uyarırlar. Merkez, görünmez işçilerini devreye sokarak yangını söndürmeye çalışır. Genelde de başarır bunu. İnsan bu başarıyı kendinde bulup “şükreder” ve başka bir şey yapmaz. Belki birkaç seans psikolog… Belki pahalı bir merkezde yoga… Oysa görünmez işçilerin zaferidir bu. Yani insanın kafasının içinde akıl sağlığını korumak için didinen bir savunma hattı kuruludur. Bu hat en pahalı psikiyatristlerden oluşan bir futbol takımının defans hattından bile daha güçlüdür. O yüzden bazen sevginin olmadığı bir ilişki “aldatma” gibi hoş olmayan bir durumla sonuçlanabilir. Sebebi ise elbette yangını söndürmek isteyen işçilerdir. İnsanı itiverirler sevgi dolu bir kucağa. (Genelde sevgi, bazen intikam benzeri bir his, bazen öfke…) Tutku bir anda çıkar ortaya, sonra büyür. Tutkunun bir özelliği de bulunduğu kabın şeklini almıyor olmasıdır. Genleşme o denli yüksektir ki tutku zamanla kaptaki diğer her şeyi yutuverir. İlginç olan ise tam patlayacakken bir anda -iyimser düşünelim, belki de görünmez işçilerin müdahalesiyle- küçülmesidir. Hatta zamanla göreceli bir mesele haline bile gelebilir. Tuna’ya göre tutkuları asla azalmamıştı. Ama ona göre azalmıştı. Mesele de tutku değildi onun için. Duygulardı. Karşısında aşkından perişan bir adam vardı. Acıma duygusu, baş edilmesi en güç duygulardan birisidir. Genelde bir şeyler yapmak ister insan, mesela cebindeki bozuklukları dilenciye verir-ve uzaklaşıp unutur! Fakat sevgiliye duyulan acıma… Bozuk paralarla veya o paraları biriktirme çabalarıyla olacak iş değildir. Tuna sönmüş bir kibritti ona göre. Bazen istemeyerek kırıyordu Tuna’yı. Sonra başlıyordu Tuna tatlı tatlı yalvarmaya. Sanki sokağa çıkmak isteyen bir köpek gibi… Öyle günlerde gezdiriyordu Tuna’yı sözcüklerin arasında. Bazı dik sözcüklerin gölgesinde onun sindirim yapmasını sağlıyordu. Bundan mutlu oluyordu maalesef. Kendisine dönük bu tahlil de hoş değildi. Karşısında cinsel doyum için çıldıran bir erkeği gören her kadın kadim bir sırra çabuk ererdi: İstediğini yaptırabilirsin ona! Bazı kadınlar bunun acımasızlık olduğunu fark edip bu silahı kuşanmayı erkenden bırakır. Sağduyulu ve özgüvenlidir silahsızlanmayı tercih eden o kadın. Bir kez yaralanan erkek ise gözlerine perde indirmeyi öğrenir. Çoğunlukla randevuevlerinde parçalanır o koyu perdeler. Perdeler kalkınca yağmurlar, yani gözyaşları gözükür. Yaşamdan beklenti ise sönmüş kibritin tekrar alevlenmesidir. Bunun sevgiyle olacağını sanır insanlar. Oysa kibriti yakan bir mucizedir, söndüren ise insanlardır, tekrar yanması ise yeni bir mucize ile ilgilidir. Tuna, gösteriş meraklısı patronların oyuncağı olan masa süsü gibi olmuştur zamanla. Hani gri bir top manyetik alanda sürekli gider ve gelir. Tuna da işte o top gibiydi, bir o duygu da bir bu duyguda, durmaksızın. Geleceğe dair korkutucu görüntüler birleşe birleşe bir kutup oluşturmuştur, diğer kutup ise uğruna her şeyi yapabileceği kadındır, aşktır. Gözyaşları içinde bir o tarafa gider, bir bu tarafa… Diğer taraf ona “Yapabilirsin, bırakabilirsin, ucunda ölüm yok ya, kimsesiz mi kalacaksın, akıllı ve romantik bir adamsın, başka kadınları rahatlıkla etkileyebilirsin, bu ilişkiden çok şey öğrendin, bu ilişki artık sana zarar veriyor,” gibi usa uygun fakat duygudan yoksun şeyler söylüyordur. Tuna’ya göre o taraf kıskanç arkadaşlarla doluydu. Onların anlamadığı, tüm ısrarlı anlatımlarına rağmen anlamadığı ihtimal şuydu:
“O düzelebilir, biz düzelebiliriz, bir şansı daha hak ediyoruz.”
…bir ihtimal ki sadece bir kişi anlayabiliyor! O kişi de ihtimali ortaya atan kişi.
Peki, ne olmuştur seyrine bırakılan bu ilişki: Bir zamanlar renkli çiçeklerin arasında süregiden ilişki artık kumar masasına düşmüştür. O, “poker face” olmayı öğrenmiştir son raddede. O yüzden kaybetse bile fark edemiyordur bunu, çok sonradan, yıllar sonra fark edip eline telefonunu alacaktır, tabii o arada Tuna kim bilir nerede olacaktır. Bu kaçınılmazdır. O poker face ifadeyi başkaları hiç acımadan kazıyacaktır ve o pişman olacaktır. Çünkü karşısında ondan çok daha iyi oyuncular bulacaktır. Eninde sonunda… Asla şaşmaz! Galip olan galip bulur çünkü.
Tuna tekrar, tekrar, tekrar oturacaktı o kumar masasına. Oturdukça küçülecekti. Kırmızı kalpleri yan yana getirmekten yorgun düşecekti. Muğlaklaşan görüntülerin arasında kaybolup en romantik anları hatırlayacaktı. O ise bir gece “Artık, yeter…” diyecekti. Yetmeyecekti tabii ki. Masaya en ağır sözcüğü sürecekti Tuna, son bir umut olarak: “Emek!” İlişkiye verilen emekten bahsedecekti. Oysa bu komikti. Bir ahtapot nasıl ki çoğalma dürtüsü yüzünden ömründen vazgeçiyorsa Tuna da vazgeçebilirdi. Bunu düşünmüştü. Tabii o çoğalma dürtüsünü gerilere itmişti. Şık bulmuyordu. Anlaşılmamayı öne sürüyordu. Küçük meseleler sanıyordu masadaki yenilgisini. Kartları dağıtan ele yalvarıyordu geceleri. Namaz bile kılıyordu bu uğurda. Oysa inançsızdı. Eskiden inançsızdı. En ilginci de şansını bir falcının karşısında aramasıydı. Falcı ona ümit vermişti. Aslında falcı ne dese ümit olacak, ümide dönüşecekti. Çünkü şairler bile vazgeçiremiyordu Tuna’yı öyle kolay kolay.
Hüsran elbette: Tuna yalnız kalmıştı. Belirsiz tutsaklığı hakiki bir tutsaklığa dönüşmüştü. Günlerini fotoğraf duvarlarının arasına sıkıştırmıştı. Gardiyan ise dilsiz, kör, sağırdı. Bir mumdu onun gardiyanı. Hani evine onu ilk davet ettiği gün aldığı kırmızı mum… Uyuyamamıştı geceleri Tuna. Banyoda ağlamıştı çoğunlukla. Yürüyüşlere çıkmıştı. Gövdesini hissedememiş, nerede olduğunu anlayamamış, insan denen gizemlerle dolu mahlûkattan uzaklaşmıştı; bu sakıncalı vaziyette militanlarla hemhal olmuş bir adam görüyor, korkuyor, sonucu çok kötü olacak bir girişimde bulunmaktan çekiniyordu. Öyle bir durumda aklı başında olmayacaktı. Akıl zamanla ilişkilidir, zamansızlıkta ise akıl aranmamalıdır:
Takip etmişti onu. Yirmi dakika boyunca peşinde yürümüştü. Sonraki gün arayıp telefonda konuşmuştu. Bir zamanlar kavga ettiği insanları arayıp nazikçe, eğilip bükülerek, neredeyse yalvararak onu sormuştu: “Ayrılıktan emin miydi, üzülüyor muydu, hiç mi güzel şeyler söylemiyordu?” Asıl şeyi gurur yapıp soramıyordu asla. Başka birisinin varlığından şüpheleniyordu çünkü. Sonra kızıyordu kendisine, yakıştıramıyordu bu nahoş düşünceyi naif şahsiyetine. Yalan söylediği, zarar verdiği, zor zamanlarında yalnız bıraktığı arkadaşlarına dönmüş, saatlerce onu anlatmıştı. Çektiği acıya rağmen zaman zaman uzaklaşmıştı gerçeklerden, albümlere layık olanı anlatmış, kimseyi suçlayamamış, “Ben yalancı bir insanım,” diyememişti. Klozetin dibine oturup kesmeyi düşündüğü bileklerine bakmıştı. Kan akışını durdurmak yetecek miydi? Aslında amacı ona zarar vermekti. Onu etkilemekti. Silinişi muhakkak ki bir etki bırakacaktı dünyada. Buna cesaret edenlerin romanları daha çok satmıyor muydu? İntihar en dikkat çekici eylem olmasa bombacısı olur muydu?
Çıktı sokaklara yavaş yavaş… Geçti insanların arasından önce. Israr ederek, nefes bile almadan, yorulmak bilmeden geçti insanların arasından. İnsanları görmek, onları yakalamak, unuttuklarını hatırlamak istedi; en garip muhabbetleri bile dinledi, kırıntılarıyla bildiği meseleleri bile dakikalarca anlattı, vakti zamanında umursayıp cenazelerine bile katılmadığı -onunla tatildeydi, onun morali bozuktu, onun konuşmaya ihtiyacı vardı- akrabalarını bile tek tek ziyaret etti. Sonra karıştı gölgelere. Bilinçle. Cennetten kovulurcasına… Şakalara gülüp arkadaşlarıyla vakit geçirmeye başladı. Bazı fotoğraflardan kurtulma kararı aldı. Annesiyle daha çok ilgilendi. Fakat geceleri… Geceleri tükenmiş bir adam görüyordu odasının tavanında. Zihnindeki romantik Rönesans mimarı odasının tavanına onun ilişkisini resmetmişti: melekler, çıplak bacaklar, tatilde alınan bir kolye, şeytanlar, arkadaşlar, aileler iç içe geçmişti bu tuhaf eserde. Kasıkları boşalmış, bacakları kesilmişti sanki. Sabah olup uyandığında çıkmak istemiyordu yataktan. Uyanınca ilk iş onu düşünmekti, ilk günlerde inanılmaz gözüken bu his ayrıldıktan sonra katlanılması güç bir acıya dönüşmüştü. Bu durum ne zaman geçecekti? Eski Tuna neredeydi? Ona asla şöyle bağıra bağıra, içten bir haykırışla “hayır” diyememişti. Her kavgada bir adım geri durmuştu. Bu durum zamanla merak uyandırmıştı onda. Çünkü Tuna şahsi yaşamında da “hayır” diyemeyen bir adama dönmüştü. Tuna bu merak uyandırıcı “teslimiyeti” önce izahı güç bir durum gibi göstermiş ve sonra soyluluk örneği bir sorgulama yetisine sığınmıştı: “Sana kızamıyorum… Sesimin yükselmesinden korkuyorum. Çünkü babam bize hep bağırırdı.” Zamanla iyice inandı bu söylediğine. O, kırmızı ışığa hiç yakalanmayan bir araba gibi son sürat ilerledi ilişkide; Tuna sadece izledi onu, durdurmak, onu sarsmak, duygularını söylemek gelmedi aklına. Geç kaldı hep. Yetiştiğinde ise hızdan gözü dönmüş bir kadın gördü. Sesini duyuramadı. Haksız duruma düştü o son safhada. Öyle ki ilk zamanlarda sırf onun konuşma ihtiyacını gidermek için sınavlarına çalışmadı, kopya çekmek zorunda kaldı. Annemle ilgilenmeliyim diyemedi. Arkadaşlarımla -ihtiyaçları olmasına rağmen- olmalıyım diyemedi. Bugün canım yalnız bir yürüyüş yapmak istiyor diyemedi. Ortak zevkler uğruna kendine ait bir zevki kalmadı; hepsi onun tarafından kaba saba olarak etiketlenmişti çünkü, o etiketlerle işaretlenen defterlere madde madde yazılan çoğu şey bugün Tuna’yı öfkelendiriyordu. Yırtıp atmalıydı bu defteri.
Aşk bazen güzel çocuklar, bazen de ahlaksızlık doğurabiliyordu!
Sevgililer için;
Hayat, ağırlaşan bir gemi gibidir.
Aşk ise tüy gibi hafiftir.
Yalnızlar için;
Hayat, hafif bir gemi gibidir.
Aşk ise kaya gibi ağırdır.
(Tuna iyileşti. Ama zor iyileşti. Barıştı kendisiyle. Ama zor barıştı.)