Ölümün Gerisi
Sessizliğim evle ilgili. Susmuş bu ev… Bir ev nasıl susar? Nasıl sessiz kalır bir ev? Seslerden biri ebediyen susarsa bir ev susar, öyle mi, inanmıyorum buna, inanmıyordum. Ses, mucizeydi, daima duyulurdu; bu ev bu kadar sessiz olamazdı, makineler bile nasıl susabiliyorlar? Babam öldüğü için mi?
Bu sessizlik altı gün önce başladı.
İş yerindeydim. Keyifli bir gündü. Çorbacıya gitmiştik öğlen arasında dört arkadaş. Karnımızı doyurup caddeye döküldükten sonra birer parça da kadayıf almıştık, benim odamda yiyecektik çayla birlikte. Çayı ben kendim demlerim odamda. Makinem var. Eve yenisini alınca annem eskisini iş yerime götürmem için bana verdi. Vakti zamanında… Babam “Çeyizine de bir tane al, fiyatlar fırlıyor…” demişti. Dinlememiştim onu. Kalabalık bir aileyiz… Misafir falan çok oluyor. Babam severdi insan ağırlamayı. İlk tanıştığı insanları bile evine çağırır, çiçeklerle süslediği balkonunda ağırlardı. Kısır yaptırırdı bana da. Turşusunu ise kendi kurardı, bu işi öyle abartırdı ki eğer sirke fazla kaçmışsa bir sanatçının münzevi çığlıklarına benzerdi tutturduğu isyan. Yine de yerdik tabii… Sonuçta turşu. Bazen beğenmediğini eşe dosta dağıtırdı. Sarımsağı mı severdi, yoksa biberi mi, belki de salatalığı, kim bilebilir, kimse sormadı ki ona, biz de sormadık. Şimdi merak ediyorum tabii… Ama ne fayda! Hiç unutmuyorum, unutmam mümkün değil, çayımdan ilk yudumu aldığımda başladı bu sessizlik: Telefon çalıyordu.
Arayan annemdi. “Kızım…” dedi: “Doktorlar hastaneye gelmeni istiyorlar.”
Koştum hemen… Yememiştim kadayıfı. Ağzımda çayın yangınıyla kendimi bir taksiye attım. Elimi yüreğime götürüp “İnşallah bunu da atlatırsın,” dedim. Her şeyi hatırladım: teşhisi, eve dönüşü, başlayan tedaviyi, gün gün eriyen bedeni ve özellikle de kollarındaki mor lekeleri. Evimiz artık ilaç kokmaya başlamıştı, pek umursamadık bunu, babam da pek umursamadı hastalığını. Böbrekmiş, bir varmış bir yokmuş; makinesi bile varmış. Öyle eskisi gibi devam etti yaşamaya. Hastalık, ölümcül olduktan sonra ismi önemsiz… Nasıl öldüğü de önemli değil insanın, o ilk başlarda biraz önemseniyor sonra siliniyor; sesler gibi, fotoğraflar gibi, ışık gibi… Geriye onun olmayışı kalıyor. Hastane şehrin merkezindeydi, çabuk ulaştı taksi, parayı zar zor uzattığımı hatırlıyorum; koştuğumu, kalabalıkların içinden geçtiğimi, asansöre binmeyip merdivenleri tırmandığımı, babamın odasının önünde erkek kardeşimi gördüğümü. Panolarla kaplı duvarları, parlak zemini, aşınmış kapı kulplarını… Sarılmışız birbirimize… Şöyle dedi: “Gir, sen de gör…” Bu cümle doktora ait aslında, “Babanızı son bir kez görün,” diyen doktora. Bunu sonradan öğrendim tabii. Kardeşimi bırakıp daldım odaya. Kavga eder gibi yaklaştım babama, “Baba…” diyebildim sadece, sonra yumuşadım, onu fark ettim; zar zor nefes alıyordu, habis bir tümör her şeyini almıştı ondan. Kafamı çevirdim, çevirmek zorunda kaldım: Annem! Şaşılası bir etkileyicilikle bir heyula gibi çöktü üzerime annemin çığlığı, kadıncağız beni beklemişti sanki bağırmak için. Ablam da köşede, pencereye yakın, bazen babama, bazen sokağa bakıyordu. Uzaklaşmıştı iyice… En hazırlıklımız oydu, biliyorum bunu. Çoktandır damıttığı acısı bu yüzden gözükmüyordu, belli belirsizdi. Onun imbiği yüzlerdi, bunu şimdi anlayabiliyorum. O, babamı başkalarının yüzünde görmeye devam ediyordu, böyle, ilginç bir derman bulmuştu kendisine… O yüzdendir ablam cenaze boyunca insanlara baktı. Kim fark etti, bilinmez… Bense toprağa baktım. İlginç geldi bana toprak. Her şeyi bize veren toprak alıcı olmuştu, açmıştı ağzını birazcık, bekliyordu sabırsız. Sabırsızdı sanki toprak. Yaşam renkliyken ölüm bir klişeydi. Babam gibi. Ölüsü klişeydi. Aslında renklendirmek isterdi; çalgı çengi olsun, müzik olsun, imam bile coşkuyla bağırsın isterdi. Sabırsız bir insandı. O yüzden çok hatası oldu. Borçları, kavgaları, dinmek bilmeyen merakları… Bir kapıydı aslında açılan çukur, o yüzden dikdörtgendi şekli, sahi, niye yuvarlak değildi? Babamı gördükten sonra, vedalaştıktan sonra, hep birlikte koridora çıktık. Bir süre orada durduk. Durma hâline benziyordu içinde bulunduğumuz hazin vaziyet: Ağlıyorduk ama gözyaşları birbirine karışmadan düşüyordu yere, o yüzden birbirimizi duyup duymadığımız belli değildi. Önce kardeşim, ağaçtan düşen bir elma gibi… Onu teskin etmek gerekiyordu. Alışık değildi, el bebek gül bebek büyütülmüş, babasının gölgesinde serpilmişti; aslında aydınlığa çıkıyordu, böyle görüyordu eş dost akraba, onlara göre erkek kardeşim artık sorumluluk almalıydı, büyümek bir gerçekti, ölüm ise bu gerçeğin mihenk taşı. “Gerçeğin bir kesiti,” diye düşünüyorum o anları hatırladıkça. Sabaha kadar girip çıktık odaya, güneşin doğuşunu takip eden dakikalarda doktor kişi “Kaybettik,” dedi. Çocuksu bir kaybetme gibi gelmişti o an, belki bir yerde bulurum diye düşünmüş, cennet düşlemiştim. Sonra babamın türlü günahları dizilmişti gözümün önüne. Cehennem olasılığı üzerinde durmuştum. Birbirimize nerede kavuşacaksak ona göre yaşamalıyım demiştim içimden: Birisini kaybeden insanın hezeyanları işte… Doktor kaybımızı açıkladığında biz bahçedeydik, ablamla eniştem sigara tüttürüyorlardı, haberi annem almıştı, bize ise kardeşim ulaştırmıştı, anneme koşmuştuk hemen. Niyeyse dikkatimi sigara paketi çekmişti, bir bir eksiliyordu insanlar… Duman gibi… O arada pek bir şey hissetmemiştim. Annemi görünce yalnızlığı gördüm. Bugüne kadar hiç yalnızlığı görmediğimi fark ettim. Oysa sevgilim tarafından terk edilmiştim vakti zamanında. Yalnızım diye yastıkların altına girerek ağlamıştım. Babam kızmıştı epey bana, konuyu doğrudan açmayarak, sanki sorun başka bir şeymiş gibi. Günlerce karanlıkta yaşamış, evi karanlığa boğmuştum. Meğerse o değilmiş yalnızlık… Meğerse annemmiş yalnızlık! Dakikalar kayboldu. İki boyut açıldı önümüzde, öbür tarafa geçtik, orada zaman yoktu nedense. Zaman üflenmemişti. Gece ile gündüz yer değiştirmemişti, biz o değişim noktasındaydık, gündüzü gömüp geceyi itecektik yeryüzüne. Bana sakinleştirici bir iğne vurmuşlar, dayım hepimizi arabaya bindirip eve götürmüş. Haberden sonrası, yani ölümün ötesi, tetikte bekleyen yakın akrabaların işidir çünkü. Prosedür halledilecek, cenaze önce morga kaldırılacak sonra bir torbaya konup mezarlığa götürülecekti. Hep yapılan, basit bir şey… Ama pek görülmüyordu şehirde. Aynı hastanede bazı kadınlar doğum yapıyor, bazı kadınlar ölüyordu. Arada katlar vardı sadece. Ölüm de doğum da çığlıklarla başlıyordu, şaşkınlıkla devam ediyordu. Cem Karaca’nın da dediği gibi… Ölüme de doğuma da çiçekler hazırlıyordu çiçekçiler. Ölüme de doğuma da bez hazırlıyordu manifaturacılar. Ölüm de doğum da bir ritüeldi, yetişkinler bu konuda hazırlıklıydılar; mesela dayımın eşi evinden iki kutu çay bardağı getirdi, başka birisi seccadelerini yüklendi, evin damadı hemen börekçiyi aradı, “Acaba pide mi yaptırsak,” sorusuyla ritüel tipikleşti, böylece mahallenin pidecisi de nasiplendi bu ölümden. Babamın vasiyet ettikleri… Benim aklıma da onlar gelmişti. Önce babamın esnafa olan minik borçları ödenecekti. Para edecek ziynet eşyası satılıp hayır kurumuna gönderilecekti. Tıbbi malzemeleri bu işle ilgilenen derneklere bağışlanacaktı. Özenle kullandığı kalemleri çocukları arasında pay edilecekti. Saatini oğluna bırakıyordu, yeni aldığı mangalını ise damadına… Ne ilginçti aslında: Babam çok şey satın almıştı yakın zamanda. Oysa ölüm meleği hemen peşindeydi. Bunu niçin yapmıştı? Bu yaşama olan tutkusu nereden geliyordu? Hep gıpta edeceğim ona. Eli ayağı bile tutmuyorken bizden bile hareketli olmayı nasıl başarmıştı? Yıllardır çektiği hastalığına rağmen eşini dostunu ziyaret etmiş, hiçbirisiyle iletişimi koparmamıştı. Onlar da cenazesine doluşmuştu. Mesela imam arkadaşına vasiyet etmişti, “sen oku” diye. Ne zordu doğrusu bu vasiyet… Babamın tez canlılığıyla ilgili aslında…
Bir gün oldu, sessizlik başladı.
Ev sessizleşti.
Yemeğini yiyen bir köşeye çekildi.
Uykusu gelen hemen uyudu.
Uyuyamayan sessizliği dinleyip sessizliği büyüttü.
Konuşuldu ama dağılmadı sessizlik.
Sessizlik balkondaki sandalyede oturdu, karışmadı bize.
Ne yaparsak yapalım orada durdu.
(Yıllarca duracak diye korktum.)