Niçin Güvenmiştim?
İçine doğar bazen insanın olacaklar, en şanslı faniyi bile şaşırtan bir sezgisel durumdur bu, mucize gibidir aslında, hani pencere kenarına oturup izlediğiniz insanlardan birisi kafasını kaldırır ve size bakar ya, işte öyle bir mucize; bir amaç sekmesi açılır o an, dışarıya çıkıp o insanı takip etmek istersiniz, geride ise sizi masanız ve dosyalarınız bekliyordur. İnsanı insandan ayıran perdelerin şeffaf yapısı neon ışıklarının altında şekillenmiş tüm kişilikleri açık eder. Bu bir anlık fotoğraf çekimi gibidir; çeker ve saklarsınız gizli bir köşede. Oturup iki laf ettiğinizde hatırlarsınız bu fotoğrafı, ona güvenip güvenemeyeceğinizin ardında bu fotoğraf yatar. Kimin kiminle el ele tutuşacağını merak etmek size özgü değildir, komşunuz, arkadaşınız, uzak tanıdığınız; herkes merak eder el ele tutuşanların mazisini, hatta evrensel bir meraktır bu, Amazon Ormanları’nın derinliklerinde bile aşk merak edilen bir duygudur, ayrıca aşk, ürememize ve dünya denen küçük gezegene sahip olmamıza sebep olan bir acayip duygudur. Geri kalan her şey evrimsel olabilir, ama aşk, o sanki tanrısal… Erdemli insanların tespih taneleri gibi dağıldığı, yüce imparatorların bir yılan gibi süründüğü, zebaninin tüye dönüştüğü, en güçlü kadınların ışıltılı tuvaletlerde hüngür hüngür ağladığı bir tanrısallık! Bir adalet ama eşitliğin olmadığı, kimsenin anlayamadığı, tensel bir adalet… Yalanlarla örülmüş her yaşam dört duvar arasında bir süreliğine yargılanır. Eski çağlardaki bir balık avlama tekniği olan dalyancılıkta esas mesele sabırdır; balığı beklersiniz, sürüyü fark edersiniz, sonra ağı toplayıp balığa sahip olursunuz. İşte modern insan da dalyancılık tekniğini uygulayan bir grup avcının tuzağına düşmüş vaziyettedir. Kaçmış, daha büyük, daha vahşi, daha zor bir rakipten kaçmıştır ve nihayetinde bir dalyanda çırpındığını fark etmiştir. Sığ sulara kurulur dalyanlar, yani insansız alanlara; o yüzden dalyanda çırpınan bahtsız kişi sesini kimseye duyuramaz, avcı, sadece avcı duyar onu. Avcı avcı olarak doğar, av av olarak; avcıyı avcı büyütür, avı av. Sesini yükseltmekten korkan her şahıs eninde sonunda güçlü bir haykırışla kendisini açık eder. Ettiğine de hemen pişman olur. Cinsel arzu genelde yapıcı, bazen yıkıcı olur. Sebepsiz gülmelerden sonra gelen muhabbette krallara benzeyen bir tokluk hali olur.
…fakat onu gördü!
O, sakin adımlarla, iri gövdesinden emin ve kemikli parmaklarını oynatarak, yan koltuğa oturacakmış gibi geldi ama camı indirmesini rica etti ondan; bu aslında sert bir ricaydı! Sıla uyumsuz olmak, ferahlamak, gaza basıp yok olmadı istedi. Camı indirmeyi değil. Arabasını çalıştıran teknolojik düğmeye dokundu bu amaçla! Motorun sesi duyuldu. Buna eşlik etmesi gereken hareket tekerleklerin devinimi olmalıydı. Ama hayır… Motorun sesine eşlik eden devinim bir sigaranın parlaması oldu. O, bir sigara yakmıştı telaş yapmadan.
Sıla mecburen indirdi camını. Bir kadın olarak bekledi. Erkeği bekledi.
Selamlaştılar!
…yoğun! Yoğun bir sigara -cevap- dumanı!
O, vakti umursamadan sigarasını içiyordu, geniş omuzlu gövdesini cam boşluğuna yaslamıştı, kafası neredeyse arabanın içindeydi. Sıla o an fark etti: Bu adamın kafası gövdesine göre küçük kalmıştı. Bu küçük kafadaki ela gözler hiçbir hareketi kaçırmıyorlardı. Sinirlenmeye başlamıştı Sıla: O, ısrarla arabanın içine doğru üflüyordu dumanını. Bu öfkelendirici eylemini yaparken aslında o da zorlanıyordu: İri gövdesinin duruşu oldukça rahatsız ediciydi. Sıla turuncu bluzuna doğru savrulan külleri görünce her şeyden vazgeçip ağlamak istedi. O, sigarasını bitirdikten sonra -dişe dokunur- hiçbir şey demeden çıkıp gitti.
…ama anlamıştı Sıla. Onun bedenini saran gri duman yavaş yavaş kaybolurken.
Duman kaybolduktan sonra, az önceki sahnenin rüyasında yaşandığını düşünüp dokundu gaza. Hissettiği rüzgâra minnet duyarak kısa süreliğine tüm camları indirdi.
Birkaç dakika önce:
Loş koridorları hızlı adımlarla geçen Sıla merdivenlere ulaşınca yavaşladı, spor ayakkabılarının yumuşak tabanını hissetmek ister gibi parmak uçlarına basarak indi merdivenlerden, bina dışına çıkar çıkmaz derin bir nefes aldı. Evet, yüksek kaliteydi spor ayakkabıları, onları denemek hoşuna gitmişti. İyi hissettiriyordu insana bu nitelikli ürünler. Sıla ürünün yüksek niteliklerine layık bir ömür sürümese bile. Şu ayakkabılarla çıkıp dağ tepe tırmanmalı, air teknolojisi onu bir maymuna dönüştürmeliydi. Fakat Sıla… Tarihi yüz yıl evvele dayanan binadan, sanki bir mezarlıktan çıkıyordu dışarıya, bir Mısır firavununa ulaşan antik bir yolu gerisinde bırakıyordu; Sıla öğretim görevlisiydi.
Üniversite kampüsleri genelde yeşillikler içindedir. O yüzden binalardan çıkan insanlar eşsiz bir ferahlama yaşarlar. Bu ferahlamayı en çok her gün, o binalara, geçimini sağlamak için girip çıkan akademisyenler hissederler.
Otoparka ulaşana dek annesini düşündü. Annesi vakti zamanında boşanma kararı alıp kızını yalnız büyütme arzusunu dile getirmişti karşısındaki adama ve huzuruna çıktıkları hâkime. Adam ise pek umursamamıştı bu kararı, hakim “…tamam” dediği an kaybolmuştu. O gün bugündür yalnızdı annesi; çift kişilik yatağını kendisiyle paylaşıyor, pek önemsemiyordu yaşamsal meseleleri. Maddi geliri onlara yeterdi, bu yüzden boşanma meselesini ferahlama duygusuyla eşleştirmişti; evden atılan eski eşyaların yarattığı ferahlama gibi. Veya bina dışına çıkan akademisyenlerin yaşadığı ferahlama gibi… Bitişi sert olan bu evlilikte nadir görülen bir durum mevcuttu: Sıla’nın baba tarafından dedesiyle arası gayet iyiydi, o dede sayesinde güzel bir araba sahibi olmuştu, arabasını görünce gülümsemeden edemedi, mavi bir Audi A2 idi. Geçti hemen direksiyona.
Telefonu çalıyordu: Bir öğrencisi…
Bir kozadır dişil beden.
İki kozanın yan yana gelmesi ve bir yuvayı paylaşması neşeli bir görev dağılımına neden olur; biri diğerinin dağılmasından korkar, diğeri dağılmış bir koza görmenin hüznüyle yaşar. Birisine korku eri denir, diğerine hüzün eri; sanki savaşta açtıkları bir siper çukuruna düşmüşlerdir, orada unutulmuşlardır, orada, o küçücük çukurda yeni bir yaşam kurmaları gerekmiştir. Eşyalarla bağ kurar çoğu kadın, eşyaya para öder, ona sahip olur, onu bir köşeye yerleştirir, bazılarının işlevi günlük yaşamla ilişkiliyken bazıları tamamen estetik amaçlar taşır; zamanla unutulur çoğu eşya. Eşya ile böyle dikey bir bağ kuramayan kadınlar araya bir çocuk veya kedi yerleştirmek isteyebilir. Çocuk eşyalara zarar verirken kedi bir cambaz gibi hiç dokunmadan geçer onların arasından. Onların varlığı tüm eşyaları kıymetsizleştirir, zaten zayıf olan bağı koparıp atar. Çocukları ve kedileri hayallerde yaşatmak ise bir zorunluluk gibidir, dost ortamlarında meczup denilerek dedikodusu yapılır bu nefsi düzensiz kadınların, dokunulmaz, erişilmez, anlaşılmaz bir yerdedirler. Bazısının reglisi bile düzensizdir. Kalpleri de vakum gibidir, sessizce açılır kapanırlar tüm o sert darbelere rağmen. Yalnızlaşırlar. Yalnız kadın, toplumun ittiği bir yükün önünde ilerler ve gerisinde çıkan gürültüye maruz kalır! Bu katlanılmaz gürültü rüyalarına bile sızar, en mahrem yerde, banyoda bile onları rahat bırakmaz.
Sıla iyice uzaklaşmak, bir anda birkaç adım atabilmek, bu yükün gürültüsünü duyamayacağı bir uzaklığa gitmek istiyor ve annesine bakıyordu bu uğurda. O gidebilmiş miydi? Hayat pahalılığı, aile ilişkileri, politik sorunlar, duyarsız insanlar… Bunları dert etmeyi bırakabilmiş miydi boşanarak, boşanırken bunu mu istemişti yaşamdan, bilemiyor, anlayamıyordu Sıla. Zaten hiçbir hâkim kocasından kurtardığı kadına yepyeni bir yaşamı vaat etmiyordu, kurtuluştan sorumluydular; bir kâğıdın gerisinde yaralarla dolu bir kadın bırakarak… Keşke hâkimler o kudretleriyle yepyeni bir yaşam da sunabilselerdi kurtardıkları kadınlara.
Aslında Sıla’nın tez çalışması biraz bu minvaldeydi. Kadınların iş yaşamına aktif katılmasıyla ilgileniyordu. O bir feministti.
“Anlamasını da beklememek lazım, kim ki o, basit bir kız çocuğu, doğmuş ama nefes almayı öğrenememiş halen! Sahi o kadar kolay mıydı kozadan çıkıp gerçekleri kolayca görebilmek! Evvela reddetmek gerekiyordu, yeniden başlamak, ışığa doğru koşmak, size çelme takanları itekleyerek sıçrayabildiğin kadar sıçramak… Yok öyle benim hayatım, benim kararlarım gibi beylik (!) laflar!”
Arabasıyla gidiyordu Sıla, müzik sesi vardı ama farkında değildi, yavaş gidiyordu ama onun da farkında değildi; arkasındaki arabanın ışıklarını gördüğünde uyanır gibi oldu dalgınlığından. Bu bir dalgınlık haliydi, az önce sigara dumanının içine uzandığı bir uyku gibiydi. Düştüğü müşkül vaziyeti parlak zemindeki bir lekeyle özdeşleştiriyordu. Birisinin gelip temizlemesi, paspasıyla ileri geri giderek basitçe bitirmesi gerekiyordu bu kirliliği. Sıla kendisinde bu gücü bulamıyordu çünkü. Günlerdir, haftalardır… Peki, başkasına güvenebilir miydi? Başkası -gerçekten- var mıydı yaşamında, başkaları tıpkı kalabalık sofralardaki tabaklar gibiydi, diziliydiler, işe yararlardı, önemli bir görevi üstleniyorlardı, kalabalık, ama başka?
Bir dağ dizisi gibidir yaş almak, her yaşta insan bir dağ oluşturur kendisine; en yüksek, en görkemli dağlar çocukluğa aittir, sonra yüksek olmayan dağlar dizeriz bir süre, ergenlikle beraber tekrar yüksek dağlar görülür, bir gün, geriye dönüp geçirdiğiniz yıllara bakınca Everest benzeri bir dağınız olduğunu fark edersiniz; gerisi hiç ama hiç önemli değil! Çocukluk bile! Hiç hayal etmediğiniz o kişilikle yüzleşirsiniz dağın zirvesine bakınca. Bir prens veya prenses olamadığınız gibi, muhtemelen bir sürü yalan söylemiş, bazı günahlardan kaçamamış, kendisini bile tanımaktan çekinmiş bir kişilik! Ama Everest gibi bir dağa da tırmanmayı başarmış! Riya ve yalanlarla… Rezalet bunun neresindedir, kimdir rezil olan; siz mi? Velev ki kabul görmüş tüm o şiir dizelerini ezberlediniz, en yüksek seslerle marşlara katıldınız, türkülerdeki derin kavramı idrak ettiniz, ressamları bile ezbere sayabildiniz, mühim mi, o dağı yok edemedikten sonra?
Dağlar, dağlar ve dağlar…
Binalar, binalar ve binalar…
Sıla evine ulaşmak isterken bir labirent içinde ilerliyordu, elbette düşmeyecekti tuzağa ve kaybolmayacaktı. Bir fare gibi bulacaktı odasındaki şahsına ait kokuyu! Üzerindeki kıyafetleri çıkaracak, çıplak kalacak, dertlerini fısıldayarak aynaya bakacak, yastığından medet umacak, “Niçin,” diye soracak kendisine: “Niçin geçmiyor bu mesele?”
Bir fare, uzanacaktı pembe yastıklı yatağa…
Tabii önce dikkatle ilerlemeli, hata yapmamalı, abes bir duruma sebebiyet vermemeli; kimsecikler yok çünkü sokaklarda… Herkes çekilmiş mutfağına, yemek yeme telaşında, bazıları ise diyetine sadık kalarak erken yemiş yemeğini, mayışmış vaziyette televizyon izliyor. Arzu edilen devrim olacaksa işte bu saat en uygun saat, generallerin eşleri bile bu saatte mutfakta yemek hazırlıyor olmalı. Ne ilginç aynı saatlerde yemek yiyen çocukların bambaşka yaşamlar sürebilmesi.
Pembe, mor, sarı duvarlar ve kurumuş çimenler…
“Jüri karşısına çıkmaya hazır mısın bakalım Sıla Hanım? Gel de alalım boyunun ölçüsünü. Kimler kimler geçti bu karanlık koridordan bir bilsen, çok şaşırırsın, kimlerin kanı duruyor o duvarda bir öğrensen keşke… Neyse, sana dokunmamak lazım bir süre daha, belli ki salağın tekisin, mız mızlık edip ağlayacak, para kazanmak için üretilmiş şarkılar dinleyecek, bir süre daha cesaret edemeyeceksin o kafanda oluşan sahne için hareket etmeye. Senden de başka bir bok beklenmez zaten! Annenin çabalarıyla az biraz ilerlemişsin hayatta, o kadar, baban ise yok zaten, bunu bile acayip bir mesele haline getirmişsin kendine, sanki babası olan çocukların yaşamı pirüpak, oh ne alaymış gibi. Seni boşuna takip ediyorum, rüyalarına giriyorum, ansızın hissettiriyorum kendimi. Görünmez bir gücüm, ancak bu kadarını yapabiliyorum, gerçi görünsem bile anlayamazsın sen beni, kafan yok çünkü, kafa yerine annenin tasarladığı bir kumbara taşıyorsun, haberin yok sadece!”
Kare bir masaydı. Güya dört kişilik diye satılıyordu ama annesiyle ikisi zor sığıyorlardı masaya. İskandinav tarzı diye satılıyordu, oysa onların insanları daha iri değil miydi? Annesi karnıyarık yapmıştı, tam da mevsimi tabii, patlıcan da ucuzlamıştır, kışın ateş pahasıydı, haberlere konu oluyordu. Annesi liste yapardı her ay, en üste maaşları yazar, altına giderleri. Sıla’dan da sabit bir gelir beklerdi mutlaka, çünkü liste bağımlılığı bunu şart koşuyordu, yine de esneyebilmişti yıllar içinde; artık sürprizlere daha açıktı en azından.
Ne oldu, ne bitti, nasıl geçiyordu günler; ikisinin de umurunda değildi. Sadece birbirlerine bakıp yemek yiyorlardı. Bir an ortak bir mutluluk yaşamışlardı: Cacığın üzerindeki zeytinyağına kaşık daldırdıkları an! Annesi soru sormayı beceremeyen bir kadındı, tabii sadece cevap vererek ömür de geçmiyordu, böyle böyle sessizleşmişlerdi; Sıla sorular uyduruyordu kendisine, annesi cevaplar… Yani mümkün değil, anlaşamıyorlardı, yan yana duran iki kristal bardak kadar güzel gözüküyorlardı uzaktan bakıldığında, ama anlaşamıyorlardı. Aralarından cennetle cehennem arasındaki nehir geçiyordu, ikisi de kendisini cehennemde sanıyordu, belki de doğruydu bu. Şu lanet yaşamda herkes cehennemdeydi. Cehennemi kendi suretinden yaratmıştı insan. Herkes çok kitap okumanın öneminden bahsediyordu ama okudukça insan daha da mutsuzlaşıyordu, çünkü cehennemi okuyordu. Her yazar, istisnasız cehennemin bir köşesinden sesleniyordu okuruna. En mutlu gözükenler bile… En çok da onlar, çünkü yalancılar… Şeytan kazanmıştı yazıyı keşfederek bu savaşı, gerisi lafügüzaf.
İnsanı iyi olmaya iten şey içsel bir süreçtir, deneyimlerin süzülmesidir, bir başka insana merceklerin ardından değil, doğrudan bakabilmektir. İnsanın iyi olması kurallara riayet ederek olabilir ancak, iyilik de kurallar silsilesidir aslında; katı kurallar bile olabilir bazen! Sınıfsal sorunların ardında bir tuhaf kural tanımazlık yatar biraz, genişler iyi insanlar topluluğu ve bir çember oluştururlar, ortası ise bir gladyatör savaş alanına dönüşür, iyilerin çığlık atabildiği, sesini duyurmaya çalışırken helak olduğu bir alan. Gladyatörler çemberin dışına çıkmak için dövüşürler, kan akıtır, kanlarıyla övünürler. İyilere öğretilmiştir el ele tutuşmaları gerektiği. O yüzden birisi bile elini bırakıp çemberi bozmak istemez. O zaman ne kalır geriye? En son kalan gladyatöre “işlediği cinayetler” için yardım etmek… Buna modern psikoloji de diyorlar, terapi grubu da cemaat veya amaç birlikteliği de! Hepsinin özünde el ele tutuşup ortadaki gladyatörlere sesini duyurmak yatıyor, tüm dövüşenler ölüyor, bir kişi kazanıyor; sonra başlıyor onun için çabalama… Gladyatör mü cinayeti işleyendir, yoksa el ele tutuşup etten bir arena kuranlar mı? Çelişkilerle doludur insan. Politika da öyle. Aile yaşantısı da. Besleyici gözüken her çelişkinin altında bir ışığa ulaşma saplantısı yatar, karanlık koridorlarda delice atılan çığlıklarınızı kimse duymaz, ışık ise size mutluluk getirmez. Çelişkilerin kabul edilebilirliği için bir süzgeç şarttır, o süzgece bırakmalısınız çelişkileri, o zaman çoğu çelişkinin süzgeçte kaldığını görürsünüz. Parçalara ayrılabilen çelişkiler ise karanlığa adım atmaya değer!
Sıla, uyku için odasına kapanmadan önce banyoya girdi, musluğu çevirdi, su ısınırken o bir çırpıda soyundu dökündü, çırılçıplak kaldı. Bir çırpıda ama… Suyun ilk temasıyla birlikte yaşamsal döngünün en önemli kapısı olan cinsel organına götürdü elini. İlginç bir şekle sahipti, kutsallık katmak isteyenlerin yalanlarıyla üçgene benzettiği, kutsal kâse dediği organ; oysa basitti. Fakat uğruna verilen mücadeleler. Sıla’nın içinden çıkamadığı her şeyin sebebi bu organdı aslında. Nasıl bir koku yayıyorsa en tehlikeli hayvanı kendisine çekmişti ve şimdi Sıla o hayvanı kendisinden uzak tutamıyordu. Saçlarının ucunu kavrayıp kokladı: Halen sigara kokuyorlardı, evet, maalesef onun sigarası. Onun sigarası ve Sıla’nın kuramsal bilgisi… Boğulacak gibiydi Sıla!
Su ısınmıştı, hemen saç şampuanıyla doldurdu avucunu. Her zamankinden fazla almıştı şampuanı. Pembe renkli şampuan parmaklarının arasından akıp yere damladı. Saçlarının yüzeyini kazımak üzere olan tırnaklarını kontrol etti. Uzunlukları bu iş için yeterliydi. Önce işimizi yapalım, sonra ojemizi sürelim!
“Aptal Sıla… Yıkanarak her şeyi temizleyebileceğini sanan saf bir ruh daha; bin yıllardır aynı tuzağa çekilen insan, suyu kutsal sanan, suyu temizleyici sanan salak canlılar! Su temizleyici olsa dünyanın en vahşi yaratıkları su altında yaşayabilir miydi? Su neden en zayıf canlıları yıkamak ve temizlemek için boruların arasına sıkışsın ve ince delikleri olan başlıklardan akıp başka deliklerde kaybolsun; hem de iğrenç saç telleriyle dolu olarak! Suyu bir canlı olarak düşündüğünüzde mevcut durumun ne kadar iğrenç olduğunu tahlil edebilirsiniz, hangi su Sıla’dan dökülen deri parçalarını alıp taşımak ister ki? Ama Sıla sanıyor ki su ona yardım ediyor, denize girdiğinde bile öyle sanıyor, oysa deniz onu içine çekip boğmak istiyor, yok etmek istiyor, tabii Sıla ne bilsin bunu? Batan koca koca gemilerden haberdar mı acaba Sıla? O gidiyor bizim yazdırdığımız, telifi bize ait olan Moby Dick romanını bile romantik bir eser sanıyor. Neymiş efendim, saplantı… Oysa biz insanlar denizlerden korksunlar diye yazdırdık o romanı. İnsan her şeyi, ama istisnasız her şeyi, uzaydaki boşluğu bile kendisiyle ilgili sanıyor, cevabı eski kitaplarda arıyor, soluk alıp bekliyor bir mucize olsun diye. Tesadüflere, rastlantılara ve şok edici tüm hareketlere karşı kapalı Sıla; istiyor ki her şey, her dert kolayca çözülsün. Dünyadaki karalar oluşurken suyla dolu yüzeye binlerce yıl boyunca meteorlar düşmüştür. Yani su aslında öfke doludur, bir anda boşluktan çıkıp gelen bu hayat dolu meteorlara karşı. Her şey onlardan sonra başladı. Tek hücreli, şu bu derken… Nihayetinde vahşet ve hop nur topu gibi bir insan! Biz o meteorların evlatlarıyız! Su ise bizim nihai gerçeğimiz. Hangi gerçek temizlemiştir insanı?”
Sıla bornozuna sarınıp çıktı, hızlı hareketlerle vücudunu kremledi, saçlarını kuruttu, tırnaklarını kesti. Yumuşak şeyler giyinip yatağına uzandı. Şansına annesi nevresimleri değiştirmişti. Fakat bu harikulade his bile onu mutlu edemiyordu.
Kaskatı oldu bir an, titredi, başucundaki ışığı söndürdükten sonra…
Ağlamak istedi ama artık yeterdi, ağlayamıyordu, hem kapısı açıktı, annesiyle uğraşmak istemezdi.
Bir nehir oluşturur her insan kendisine, okuyarak derinleştirir nehrini, gezerek, deneyimler yaşayarak, başka insanlarla konuşarak… Başka insanlar arasında dolaşır bu nehir. O yüzdendir bazı insanları gördüğünüzde serin bir hisse kapılmanız ve bir eklemlenme çabası içine girmeniz. Çok az insanın nehri kurur. Nehri kuruyan insan genelde intihara meyil eder. Haklıdır da bakıldığında, diğer insanlara ulaşamıyorsa insan olarak bu yaşamı sürdürmenin ne önemi olabilir? Görmek kendini başka bir insanın içine sızarak, bir yansıma olarak, tüm düşüncelerden arınarak… bu mümkün müdür? Mümkün olmalı ama. Zorlamalı insan kendisini, mesela sınıf arkadaşının gözlerine yerleşmeli ve kendisine bakmalı. Anlamalı gördüğü kişinin neler yansıttığını, nelere baktığını, neleri görmeyi çalıştığını; hislerini, umursamadığı ve çılgınlar gibi arzuladığı şeyleri, mesela kavgalarını, gürültülerini, kapılarla ve çoraplarla ilgili düşüncelerini! Ancak o zaman bir adım daha atabilir bu yaşam denen merdiven sonsuzluğunda. Madem sonsuz, niçin tırmanmalı diye sorulduğunda şöyle bir cevap verilebilir: Sonsuzluk Hazzı
“Sıla, sana ulaşmak istiyorum, ama ulaşamıyorum. Yemekhaneye de gelmiyorsun epeydir.”
“Bilemem. Ama ben artık seni görmek istemiyorum.”
“Ama daha konuşacaklarımız bitmedi ki?”
“Önce sen şu sigaranı söndür. Arabanın içinde iğrenç oluyor!”
“Konu bu mu Sıla, sigara ve duman mı? Sana söylediklerimi düşünmedin mi hiç? Seni seviyorum diyorum, hiç mi anlamıyorsun?”
“Yeter, lütfen… Tamam güzeldi her şey… Üzerinden baskı kurduğun cinsellik de güzeldi, onu da kabul ediyorum. Ama büyütme o meseleyi o kadar!”
“Nasıl büyütmeyim Sıla. Biz birbirimizi çıplak gördük.”
“Ne var ki bunda… Denizde de herkes birbirini çıplak görüyor.”
“Bu öyle değil Sıla. Aynı değil. Beni bir tek sen gördün.”
“Beni de bir tek sen gördün!”
“Başkası yok yani, niye yalan söylüyorsun?”
“Yahu yok dedim ya… Yemin ederim ya… Neyse ne… Lütfen, görüşmeyelim artık, zorlaştırma her şeyi.”
“Dediğim gibi Sıla… Senin olmadığın bir dünyayla kavga ederim ben. Yok ederim o dünyayı. O yüzden iyice düşün. Sen benimle olacaksın, başkasıyla değil!”