people, girls, happy-2604850.jpg

Memnun Oldum  

 

Tekerleklerin bir yolculuğu sonlandıran duruşu şahsıma daima ilginç gözükmüştür. Tam durdukları yere yerleşirken yaşadıkları ferahlamayı, orayı nasıl seçtiklerine dair düşüncelerini, korkunç bir sıcaklığa ulaşan çelik jantların soğumak üzere beklemeye geçerken çıkardıkları mutluluk seslerini hep düşünürüm. Ama hızlıca inmeli bu kusursuz metal yığınından. Öylesini severim çünkü. Binerken de inerken de hızlı olmak isterim. Tüm yol boyunca rap şarkılar dinleyip kıpır kıpır oynamışız arabada; evvela istekli olmuştum, sonrasında katılımcı, sırf “Tatile gidiyorsun, nedir bu durağanlık…” demesinler diye. Neyse ki sustu müzik, durdu mekanik sesler, ulaşılması gereken yere yanaştı araba.

Bir kuş cıvıltısı, ilk; kuş, derinlerin özünde kanat çırparken sanki bizi görüp de katılımcı olmak istemiş bu durma hâline. Duyuyoruz.  

“Gönül… Senin çantan açık kalmış canım!”

Melike! Bir güzellik abidesi… Uzun boylu, alımlı, yanaklarında kızıl çiçekler taşıyan bir afet-i devran, bir kızıl gonca, bir melek. Kızılca saçları uzun… Uzun saçları dar omuzlarının arasından dökülüyor. Gümrah cinsinden, böyle canlı canlı, rüzgâr vurduğunda konuşabilen ince teller ordusu… Bacakları artık güneşe teslimiyetini ilan etmiş, hafif kavrulmuş, bronzlaştırıcı kremler sayesinde parlak bir görünüme kavuşmuş. Sıradaki tatil için hazır. Kim sevişiyor bu kızla?

Berke! Acılar devranında dolaşan kaygısız insanlarca faal edilmiş bir saadet zincirinin tek kişilik temsilcisi… Daima enerjik, kibar, mutlu bir çocuk; sanki o bir saray bahçesinden koparılıp getirilmiş dünyaya, sanki annesinin rahmi kararmış bir organ değil de bir ay çekirdeği. Zerreleri dökülse bile, en hüzünlü anda bile, toparlanıp eski neşesine kavuşabilen şanslı bir balık Berke…

Bir küçük zeytin ağacının gölgesine sığınan Melike’ye sesleniyorum:

“Melikeciğim… Ben kapatmayı beceremedim. Berke’den rica eder misin?”

O esnada Berke arka koltuktaki bir çantayı çıkarmaya çalışıyordu. Bir yandan da bir sigara yakmıştı. “Şimdi sigara yakmanın sırası mı?” diye sordu Elif. Annesi tarafından pırlanta kutusunda saklanmış bir rubik küptür Elif. Nostaljik bir kır fotoğrafında dingin bir ömür sürerken, berrak renklerini hiç kirletmeden yaşama dair gizemleri düşünmüş, hep yaşadığı günü değil, geleceği anlamak istemiştir; onu kovalayan jokeyi ise geç fark etmiştir, joker, onu karıştırmak niyetindedir, bu maksatla atını koşturur onun al gövdesinde, ta ki saçlarına ulaşıncaya kadar. Kıvır kıvır saçları vardır Elif’in. Sanki içinde bir jokey yaşıyordur. Melike’nin kuzenidir. Bunlar ailece saçlıdır. Kel yoktur içlerinde. Rapunzel, bu ailenin atasıdır. Elif ise belki son temsilci. Medusa. Ona Medusa dedim epey güldü bana… Fakat bu iki kuzen pek benzemez birbirine. Melike bir hoş öyküyse Elif bir masaldır. Üremek için yaratılmış gövdesinden bin bir çeşit yaratık çıkaracaktır sanki. Öyle besili, güzel, canlı gözükür. İri memeleri, kalın bilekleri ve dokunduğunda şefkat yayan parmaklarıyla sevecen birisidir Elif. Melike çarpıcı, Elif çekicidir.

Bu tatilde Elif’in parladığını, kendisinin bile şaştığı bir ilgiye maruz kaldığını fark ediyorum. Memeleri o kadar davetkâr ki… Bu tatile dek bodur denerek pek önemsenmeyen Elif bu tatilde memeleri ve doğru bikini-mayo tercihleriyle göz dolduruyor. Bilhassa çiçek desenli kimonolarıyla… Caaanım Berke’yi bile zorluyor bu memeler, farkındayım, bakılmayacak gibi de değil. Valizler indi arabadan, üst üste yığıldı. Yüklenilmesi, taşınması da pek mümkün gözükmüyor. Lafa girme gereği hissettim: “Bildiğim kadarıyla bunları taşıyan insanlar var, kaptanı arayalım, birisini göndersin.”

Bu işi Elif üstleniyor. Can alıcı sesiyle kaptana bir şeyler anlatıyor.

Bulunduğumuz otopark toz toprak, zaten sıcak, ortam rahatsız edici olduğu için son bir kuvvetle valizleri arabaların gölgesine sakladık, otoparktan çıktık. Hemen bitişikteki Migros marketin gölgesine yerleştik.

Elif markete girip birer parça içecek getirdi herkese. Berke dondurma da yiyordu.

Duyarsız yaşamların plastik bebekleri durmalı mı öylece sokak aralarında?

Ben sade sodamı yudumlayarak biraz uzaklaştım arkadaşlarımdan.

“…bırakmalı onları!”

Pahalı güneş gözlükleri çoktan kapatmıştı gözleri, hisler şimdilik seslerle yayılıyordu ama sesler de yok denecek kadar azalmıştı, sadece içeceklerin sesi ve çevre sesleri mevcuttu. Yolculuk biraz yormuştu bizi. Midem Akçapınar Köyü’nde yediğim tost yüzünden bulanıyor.

Berke ikinci sigarasını yakmak üzereydi ki… Melike öperek durdurdu onu. Ardından onun sigarasına ortak oldu. Dikkatimi çekiyor böylece. Normalde sigara içmeyen Melike tek tük derken bu tatilde abarttı sigara işini.

 

İstanbul’un çeşitli semtlerinden yola çıkarak birleşmiş ve Berke’nin arabasına doluşmuşlardı. Bu tatil Gönül’ün hayalinde pek yoktu. Palmiyelerin gölgesinde dolaşarak kasımpatı çiçekleri arayacağı bir tatil düşlemişti; sevgilisi onun fotoğraflarını çekecekti, akşam olunca, güneşi batırmak için sahile gideceklerdi. Güneş kızıl ışıklardan deniz yüzeyinde bir yol açacaktı ve onlar yola girerek birlikte uyuyacakları bir sıcak yatağa ulaşacaklardı. Yola çıkmadan bir önceki gece… Biraz gerilmiş, bir şeylerin yolunda gitmeyeceğini düşünmüş, yakın zamanda ayrıldığı sevgilisinin bir tatsızlık çıkaracağından korkmuş, yeterince eğlenemeyeceğini hayal etmişti Gönül; bu meseleyi o kadar çok düşünmüştü ki eğlenme zamanı geldiğinde müziği duyamamış, ritimle çırpılan elleri fark edememiş, ayağa kalkıp etrafında dönerek dans eden Elif’i görememişti. Sanki tatile gelememişti. Oradaydı ama… Mevcudiyetinin yarısı evde kalmıştı. Tam o an… Yani uyanması gereken an dikkat çeken karakterin yorulduğunu, artık destek beklediğini fark etmişti: Elif ritmi onlara bırakmak istiyordu. Ritim kesinlikle düşmemeliydi yere. Böyle yerlerin kanunu biraz da budur. Eğer ki onların masası tutamazsa ritmi yukarıda, yan masa yardıma yetişirdi. Gönül seslere duyarlılığının arttığını, orada olduğunu, masadaki dostlarına yetiştiğini fark etmiş, anason kokularını takip etmişti. Kadeh tokuşturuyorlardı. Elif’i bir an takip edebilmişti sadece. Belli belirsiz. Gerisi yoktu. Bir husus ise dikkat çekiciydi: Ondan beklenti oldukça düşüktü! Ne kadar verirse o… Israr yoktu. Bu erken fark ediş ince bir hüzün açığa çıkarmıştı Gönül’de. “Benimle ilgili uyarılmış Elif…” diye düşünmüştü. Onun belki de depresyonda olduğunu söylemişti Melike kuzenine. Berke ise tüm uyarılara rağmen erkekçe bir tavır sergileyip tam o anda kurtarmıştı Gönül’ü: “Hey Gönül… Sen neden yavaş içiyorsun!” Gönül hemen dikmişti kadehini kafaya. Biraz omuzlarını falan oynatıp havaya girer gibi yapmıştı: “Ay ben ağzımda lokmayla yakalandım. Acayip güzelmiş bu humus. İyi ki getirdin bizi bu meyhaneye Berke. Biliyorsun sen bu işi…”

Berke “Biliyorum tabii, İnstagram’da gördüm,” demişti.

Berke tatil boyunca İnstagram’da nerede ne yenir gibisinden araştırmalar yapmış, bir sürü içeriği özenle kaydetmişti; fırsat buldukça onlarla paylaşıyordu. Onunkisi oburluktan öte bir hizmet arzusuydu. Tıpkı beğenilere nail olan videoları çeken, kendilerini dijital-gurme olarak adlandıran fotojenik kişilikler gibi… Onlar ki gittikleri her yeri beğenirler, gittikleri yeri değiştirirler, gittikleri yere kendileriyle birlikte bir ışık taşırlar. Yemekler soğur, garsonlar tuhaf hareketler yapar, kamera doğru açıyı bir türlü yakalayamaz: Önemli değil! Önemli olan içerik, takipçilere ulaşacak doğru bir mesaj. Dijital-gurme şahısların önemi ciddi boyuttaydı, Berke “Onların gittiği mekânın gerçekten işleri açılıyor…” diyordu hayranlığını belli ederek. Zaten biliyorduk onu. Yayınlar arttıkça artan başka bir şey ise iğrençleşmeye başlayan abartı sunumlar, türlü gariplikler yaparak vasatlığı başarıymış gibi gösteren aşçılardı. İnsanın karnını doyurması bile büyük bir mesele olmaya başlamıştı dijital çağda. Tabii her şey “tık” uğruna…

“Aşk Köpekliktir” diye bir kitap yazmıştı Ahmet Ümit. Onu hatırlıyorum nedense. Aslında dün masada da hatırlamıştım bahçedeki sahipsiz köpekleri görünce. Beni bir köpek ısırmıştı. Kuduz olmuştum. Tam da mahrem bölgemden… Şimdi korkuyorum sudan, havadan, ufuktan ve ışıktan. Uyumak, karanlıkta gezinmek, değişmek, adımı bile değiştirmek istiyorum.   

Belki bu tatilde âşık olurdum. Çok da yaklaştım aslında. Bodrum’da bize katılan bir arkadaş grubundan bir şövalyeye… Bir mesaj atsam çözülecek düğüm. Çok da hoş çocuk.

Gazeteler gözüme takılıyor. Tatil için yanıma aldığım ama okumaya fırsat bulamadığım kitabımı hatırlıyorum. Boşuna yük oldu arabanın tekerleklerine… Aslında bu tekerlekleri de düşünmek gerekiyor. O ara Elif’in Berke’ye para uzattığını görüyorum, hemen kavrıyorum meseleyi, ben de çıkarıyorum cüzdanımı çantamdan. Aynı miktarda parayı ben de uzatıyorum. Berke ikimizden de aldığı paraları alıp küçük çantasının gözüne atıyor. Şimdiler de erkekler de kadın çantalarına benzeyen çantalardan takıyor, moda bu, Berke de hemen edinmiş kendisine, söylediğine göre İnstagram’da ürün satışı yapan bir sanatçıdan almış, kendi deyimiyle “hand made” imiş, hakiki deri imiş çantası. Sarı bir fermuarı var. Kolunun altında tutunca küçük bir canavar saklıyor sanki orada.  

Çok da gerek olmamasına rağmen nezakette bulunma gereği -birileri bu çocuğun hakkını vermeli- hissediyorum: “Teşekkür ederim Berkeciğim… Alışverişi kararlaştırdığımız gibi yapıyoruz değil mi?”  

Her şeye “Tamam!” diyen bir çocuktur Berke! Severim onu. Katılımcı, sevimli, yardımseverdir. Ama biraz da sığdır. Ne okumaktan zevk alır ne doğru dürüst müzikten. Aklı fikri Melike’yle geçireceği gecelerdedir. Tatilin ikinci gecesinde Melike’nin inlemelerini duymuş, çok utanmıştım. Sanki kaldığımız pansiyon onları dinliyormuş gibi, sanki Berke onun erkek kardeşiymiş gibi. Sanki zoraki bir eylemmiş gibi bu. Kabul etmek gerekir ki kıskandırıcı. Sevgilimi, beni terk edip başka bir kadının kucağına koşan o lanet yaratığı hatırlıyorum. Yaratık olmasa beni bu kadar çekemezdi aşağı. Yerin bin kat altına. Hades’ten almıştı tüyünü lanet yaratık!

Kırmızı renk elektrikli bir motosikletin yanaştığını görüyorum. Üzerindeki çocuk bize bakıyor, belli ki bizim için gelmiş, hızlıca yanaşıyor. Renkli motosikleti eşya taşımaya uygun, üç tekerlekli! Her şeyi çabuk yapan bir çocuk bu: “Siz mi aradınız? Buyurun lütfen…”

Ayaklanıyoruz. Çocuk valizleri taşırken bir iki bir şeyi de biz atıyoruz bagaja. Melike üstlenmiyor bu yardımı. O pek sevmez böyle şeyleri. Herkesin işini yapması gerektiğini düşünür, bir adım uzak durur insanlardan. Yargıları kesin, şüphe içermeyen, statik önermelerden oluşur. Güzel ve özgüveni yüksek olduğu için de genelde tasdik görür söyledikleri. En can alıcısı iki gün önce önlerine bir anda çıkan Suriyeli bir aile için söyledikleriydi: “Ay bunlar da fena kokuyorlar. Pis insanlar. Ülkemizi ele geçirecekler yakında. İğreniyorum ya artık… Bütün gün bizi rahatsız ediyorlar. Bari buralardan atın abi şunları!” Doğru, yanlış, evrensel; bu kadar bakabiliyordu Melike meseleye. Ülkece insanlık tarihi boyunca uğraşılması en güç meselelerden birisiyle, heyhat biraz da erken, henüz eğitim seviyesinin yeteri yüksekliğe çıkmadığı bir zamanda uğraşıyoruz. Hem de tarih boyunca uğrak noktası olan bir toprağı sahiplenmişken…

“Abi…” diyor motosikletli oğlan Berke’ye: “Sahil yakın… İskeleye araç girişi yasak zaten!”

Yürümemiz gerektiğini kast ediyor. Hava da feci sıcak… Güneşin tepeye çıkması an meselesi. İyi ki kremlenmişim arabada. Tenim çok hassastır. Hemen kabarır. Tatil rezil olur sonrasında. Aklıma Berke’nin muhabbetin hararetiyle Elif’i kremlediği sahne geliyor. Cinsel bir niyet hiç yok… Melike de hiç alınmamıştı. Elif de ne hissetmişti bilinmez, ya saklamıştı hislerini ya da gerçekten hiç fark etmemişti omuzlarında gezinen güçlü parmakları.

Elif’e bakıyorum. Kısa boylu olduğu için tombul gözüküyor aslında. Yoksa o kadar tombul değil. Bir de Melike gibi kızlarla gezindiği için. İkisi de çok pahalı fiyatlara satılan Birkenstock marka terliklerden, farklı renkleri tercih ederek almışlar. Kuzen kuzen geziyorlar. Berke’nin de ayağında aynı markanın erkekler için olan modeli var, onu da Melike satın almış. Erkek modeli ile kadın modeli arasında hiç fark yok gibi. Benim de annem aynı terliklerden almış. Yani dördümüzde aynı terliklerle iskeleye doğru yürüyoruz. An itibariyle bizim çevremizdeki tüm arkadaşlar, aynı terliklerle, benzer iskelelerde dolaşıyor; sanki mazimiz, ailelerimiz, yurt edindiğimiz bir toprak parçası, tohumlarımız, ortak bir rahmimiz yokmuş gibi…  

Kızlar yoga konuşuyorlar kendi aralarında. Yakın zamanda başlamışlardı. Melike bırakmak istediğini, bu spora pek de ısınamadığını söylüyordu.

Hiç hoşlanmadığım ama Melike’nin normalleştirdiği, gayet de makul bulduğu, hodbince bir eylem başlıyor gene: Melike annesiyle konuşmasını dinletmek üzere hoparlörü açıyor. (Neden?) Yetmiyor bu. Görüntülü konuşmaya geçiyoruz. Tatil başladığından beri her gün, aynı, aynı şey! Kadın bizimle tek tek konuşuyor, Melike gerekli gereksiz her şeyi anlatıyor. Tam yemek yiyoruz dördümüz mesela, Melike açıyor telefonu, tam çenesinin hizasına alıyor, haliyle bırakıyor yemek yemeyi, bağıra çağıra, bize danışmadan, hatta bizi de sohbete çekerek, başlıyor konuşmaya. O yapınca, yaptığı işi de büyük bir özgüvenle yapınca normalleşiyor.

Göcek D-Marin otelini görünce sahile yaklaştığımızı fark ediyorum. Buranın en pahalı oteli burası… Berke biliyor mu bilmiyorum ama Melike bu otelde daha önceki sevgilisiyle tatil yapmıştı. O çocuk korkunç zengindi. Korkunç da bir çocuktu, doğal bir iriliğe sahipti, büyük elleri, iri parmakları, kocaman ayakları vardı. O iri elleriyle muhteşem bir ego heykeli yapıp başka bir çamur bulmak üzere farkında olmadığı sanatsal yaşantısına devam etmişti. Bir ara beni de yoklamıştı, bence öyle, ama pek yüz bulamamıştı. Benim ihtiyacım yok sanatsal erkeğe! 

Elif bir kez daha şarap mevzusu açıyor. Asla uslanmıyor bu kız.

Göcek’e daha önce de gelmiştim. Ama günübirlik… Pek bir şey anlamamıştım. Buraya bu sene sevgilimle birlikte gelecektik. O da olacaktı belki de bu tatilde. Gerçi bu tatil biraz spontane gelişti. Melike bir anda “Hadi sen de katıl bize…” demişti. Tatil ilerledikçe davet edilmemi Elif’e bağlıyorum, hem o istemişti gelmemi hem de Melike dördüncü kişiyi ekleyerek Berke’nin olası bir serzenişini erkenden önlemişti. Sergiye dördüncü olmuştum. Bunu onların yürüyüşündeki ahenkten fark edebiliyorum: Melike’nin yaşamı sergileme üzerineydi. Sanki bir kamera onun tüm yaşamını kayıt altına alıyordu. Bu sanı tatilde iyice açığa çıkmıştı. Aslında dostluğumuzun mazisi derin değil ama iyi anlaşıyoruz. En azından beni bazen rahat bırakıyorlar. Şimdi olduğu gibi… Onlar üçü benden bir adım önde yürüyorlar. Melike, Elif’in koluna girmişti. Berke de her zamanki neşeli ve hızlı adımlarıyla önden yürüyordu. O viski sevdiğini söyledi sadece, şaraba alternatif. O söylediğinde kızlar çoktan başka konuya geçmişlerdi. Ah be çocuk, sen nasıl yetişesin bu sevimli şeytancıklara? İskele teknelerle doluydu. Bir tane bile boşluk kalmadığı gibi ikinci, hatta üçüncü sıra oluşmuştu denizde. Sadece park için yanaşan teknelerin geçebileceği boşluklar kalmıştı. Bu daracık alanda tekne kullanmak maharet istiyordu. Buna kalkışan kaptan da tıpkı bir illüzyonist gibi takip ediliyordu kıyıdaki insanlar tarafından. Bir günlük, hatta bir anlık şöhret; deniz verir, deniz alır! Yatlar, tekneler, katamaranlar; nostaljik takalar ve küçük botlar… Her birisi ayrı güzel! Berke çoğunun özelliklerini iyi biliyordu, hemen bir tanesini Elif’e işaret ederek “Şu en az yirmi milyon eder…” demişti. Açıkta ise gemileri andıran kocaman yatlar vardı, Berke onlardan birisini göstermişti. Bu çocuk her şeyin ama istisnasız her şeyin fiyatını biliyordu ama ekonomist falan değildi. Ne olacağına henüz karar verememişti; babasından medet umuyordu, belki yurt dışına yerleşirdi fakat Melike’yi düşünerek bunu dillendirmekten çekiniyordu.

Seri tatil bu… Manzaraları parçalaya parçalaya… Genelde arabanın içinde… Rüyamızda parçaladığımız manzaraları çiğ çiğ yerken… Manzara kanaması yaşamamıza ramak kalmışken şimdi bu dingin mavilikteyiz…

Şıp şıp dalga sesleri, teknelerin hafif salınımı, gölge ve lacivert… 

Önce eşyalarını taşıyan motosikleti, ardından binecekleri tekneyi gördüler. Elif motosikleti kullanan çocuğa hizmetinin karşılığını ödedi.

Epey geniş, düzenli bir iskele… Kışın yediği dalgaları unutmuş! Huzur aşılıyor insanlara.

Genelde mesut bir insanlık panoraması… Ayrıcalıklı hissettiren bir mavi ilerleyiş… Tamamıyla estetik yansıma: Dizilerle, filmlerle, romanlarla beslenmiş.  

Gönül, estetiğin içindeki yanılsamaları düşünüyor kıyıda gezenlere bakıp.

İmrenenlerin ve imrenilenlerin birbirine bu kadar yakın olması tuhaf gözüküyor Elif’e, viski şişesiyle gezinen bir adamı görünce utanıyor biraz ama orada da olmak istiyor. 

Tekneye yaklaşıyor genç grup. Kaptan teknesinin girişinde, ayaktaydı. Hemen arkasında kara yağız genç bir miço… Berke yat istemişti fakat abartı fiyatları yüzünden vazgeçilmişti bu seçenekten. Yat ile üç günlük tatil parasına bir hafta boyunca bu tekneyi ayarlamışlardı. Bu teknenin kaptanını Melike’nin babası tanıyordu.

…daha önce hepsi tekne tatili yapmışlardı.

Miço valizleri tekneye taşırken kaptan misafirlerini tekneye buyur etti.

Tek yelkenli, tipik bir tekneydi ve tertemizdi her yer. Kendilerini deri koltuklara bıraktılar. Kaptan misafirlerini süzerken miço işini bitirdi ve ev sahibi olarak tekrar selam verdi. Terlememişti bile o kadar valizi taşırken. Valizleri kabinlerin önündeki koridora bırakmıştı. Koridor oturdukları yerden gözüküyordu, nedense Elif o koyu boşluğa dikkat kesilmişti.

Üç kabinliydi bu tekne; Elif ile ben birlikte uyuyacaktık, bu tatil boyunca olduğu gibi. Artık gizlimiz saklımız kalmamıştı. Kaptan ve miço üçüncü kabini paylaşacaklardı. Yüksek olasılık herkes teknenin üstünde uyuyacaktı, tekne tatillerinde genelde böyle olurdu. Uyumadan önce yıldızlar izlenirdi. Bakalım Berke efendi yıldızların da fiyatını biliyor muydu?   

Kaptan kendisini ve yardımcısını tanıtıp “İsterseniz hızlıca alışveriş kısmına geçelim, ben size iletmiştim önemli hususları,” dedi.

Düşünüyorum o anlarda. Orada olmak istemiyorum. Elif dikkatle Berke’nin kendisine uzattığı telefona bakıp kaptanla iletişimi başlatıyor. “Kaptan…” diyor: “Buzdolapları bu kadar mı? Alkole, suya ve dondurmaya yeter mi?”

…makul bir soru! Kaptan “Hanımefendi,” dedi aşırı talepleri çok da mazur görmeyeceğini belirten bir katı sesle: “Bu teknenin boyutuyla ilgili bir şey. Evet dolaplar bu kadar… Dondurma konusunda biraz titiz olmanızı isterim. Hem dolaplar küçük hem de koltuklardan lekesi çıkmıyor.”

…anlaşılır! Biraz biraz azarlandığımızı hissediyoruz. Kaptan açıkça “Bu kadar ekmek bu kadar köfte…” demişti teknesini sahiplenerek.

Onu Berke yatıştırdı: “Kaptan sen bakma Elif’e. O dondurmasız yapamaz. Biz şimdi gidiyoruz alışverişe.”

Miço girdi lafa: “Dondurma tekneleri yanaşır bazen…” 

Elif gülümsedi ona. Miço utandı.

“Evet…” dedi kaptan: “Birkaç kez kıyıya çıkacağız. Sanmıyorum dondurmasız kalacağımızı. En kötü ihtimal ben size buzlu limonata yaparım.”

Yumuşamıştı ortam…

Zaten hiç alınmamıştı Elif de: “Kaptan… Ben limonataya da bayılırım.”

Melike ise memnuniyetsiz bakışlarla diğer büyük teknelere bakıyordu.

 

Ayaklandık hep birlikte. Ben bir an teknede kalmak istedim ama karmaşık gözüktü park halindeki teknelerin düzeni. Bir an önce açılmalıydık.

Alışverişe gitmek üzere tekneden ayrıldık.

Kaptan ardımızdan bağırdı: “Eşyaları market arabaları taşısın, rica edin.”

“Hallederiz!” dedi Elif biraz üstten bir sesle. O kadar da değil! Biraz uzaklaştıktan sonra “Ay sanki biz ilk kez biniyoruz tekneye. Sevsinler beyefendiyi!” diyerek bastı kahkahayı.

“Ama babam demişti…” dedi Melike. Oysa arkadaşlarına hiç bahsetmemişti babasıyla bu hususu konuştuklarını. “Kaptan biraz titiz birisiymiş. Çabuk sinirleniyormuş. Kaptanlar böyleymiş.”

“Ay evet…” dedi Elif: “Sahiden de hep sinirli oluyorlar.”

“Denizdendir…” demek istiyorum.

Gülüşe oynaya ilerliyoruz. “Kızlar…” diyorum herkesi durdurup: “Ben devam etmesem olur mu? Gece rahat uyuyamadım. Galiba sucuk da biraz dokundu. Şurada bir kahve içmek istesem alınır mısınız?”

“Yok kuzum…” dedi Melike: “Hatta biz de kalalım, Berke halletsin!”

Berke için hava hoştu. Hatta kızların markette gezerken şu olsun bu olsun gibisinden gibi laflarını hiç çekemezdi. Zaten hem kaptanın yaptığı hem de onların üç gündür yaptığı liste elindeydi. Tüm harcamalar onun kredi kartından ödeniyordu tatil boyunca. Tatil bitince gelen ekstre dörde bölünecekti. “Tamamdır kızlar…” dedi: “Aklınıza bir şey gelirse arayın beni!”

Tam ayrılırken bana dönüyor: “Senin sevdiğin sigaranın adı neydi Gönül!”

Söylüyorum. Belki içerim gibisinden…

Kalıyoruz kızlarla. Marina’daki restoranlardan birisine giriyorduk ki Melike kuzenini daha çekici bir işe davet etti: “Kuzum şu butiğe bakalım mı bir, şapkalar harika gözüküyorlar.” 

Bir ufak butik, renk renk şapkalar…

Ben istemiyorum. İlk restorana girip iç kısımda gördüğüm ilk koltuğa oturuyorum. Yumuşacık bir koltuk… Uyusam yeri. Garsondan “Americano” sipariş ediyorum. İyice yayılıyorum koltuğa. Ayaklarımı terlikten çıkarıyorum. Kahvem gelene kadar kafamı koltuğa bırakıp hiçbir şey yapmadan tavanı izliyorum. Melike’nin İnstagram’da paylaşmak üzere şapkaları denerken fotoğraf çektiğinden eminim. Enerjileri hiç bitmiyor. Şimdiden yüz fotoğraf paylaşmışlardır tatil boyunca.

İstanbul’dan İzmir’e… Sırasıyla Foça, Urla, Çeşme gezip durmuşlardı. Bazen dostlarının yazlığında, bazen kiralık evlerde veya pansiyonlarda kalmışlardı. Ardından Bodrum’a geçmişlerdi. Bin beş yüz km’den fazla yol yapmışlardı bu tatil boyunca. Yola çıkmadan önce Datça mı yoksa Göcek mi sorusu ise epey tartışılmış, ikinci seçenek kabul edilmişti.

Alışveriş bir saati aştı. Elif sorunca Berke yaptığı alışverişin tutarını söyledi. Epey bir paraydı bahsettiği! Göcek ateş pahası bir yerdi. Göcek bu iş için yaşıyordu, yani tekne turları… O yüzden tüm işletmeler, marketler, restoranlar teknelerle bağlanmıştı birbirine. Küçük motosikletler vızır vızır tüketim maddesi taşıyorlardı teknelere.

Zaman kaybetmemek için alkolleri, sigaraları ve birkaç bir şeyi Göcek’e gelmeden önce satın almış, bir çantaya doldurmuşlardı. Teknede üç öğün yemek yenecekti ve sudan peçeteye kadar her şey misafirler tarafından satın alınıyordu. Aslında kaptan “Alışverişi biz yapabiliriz,” demişti ama Berke’ye bu mantıklı gözükmemişti. Berke onları birlikte yakaladı. Sevgilisinin soğuk kahvesini içip bitirdi. Elif ona kendisininki de uzattı, pek beğenmemişti. Onu da hüpletti Berke.  

Hesabı ödeyip ayaklandılar. Melike yeni satın aldığı şapkayı takmıştı. Elif bir şapka da Gönül’e hediye almıştı. Gönül çok sevinmiş, hemen takmıştı yeni şapkasını. Melike’nin eski şapkasını da kıskanmasın diyerek Berke’ye takmışlardı. Berke yeni şapkasıyla gayet mutluydu.

 

Yürüyoruz bakalım. Kol kola. Nazar değmesin neşesiyle… Maviden bile rol çalarak. Devinerek, sekerek, şakalaşarak… Rengârenk kıyafetlerimizle. Yürüyüşümüzün beyaz şortlu şık kaptanı Berke ile. Bizi denize uğurlayacak insanları görmezden gelerek.

Birazdan açılacağız denize. Bir hafta boyunca altı insan küçük sayılabilecek bir yaşam alanını paylaşıp, mütemadiyen mutlu olacağız. Alkole bulanıp danslar edeceğiz. Melike içimizdeki en rahat kişi olacak, tekne tatili için tanga bikini getirmişti; kaptan ve miço öğlen teknenin ön tarafında takılırken güneşlenme alanı onlara ait olacaktı. Hatta Melike “Kızlar…” demişti: “Berke’yi görevlendireceğim, bekçilik edecek, kaptan köşkünün üstünde üç kişilik minder var, orada üstsüz güneşleneceğiz, hazırlıklı gelin.”

Gönül üstsüz güneşlenmeyi hiç ama hiç istemiyordu. Ama yapılacaktı. Melike kafasına koymuştu bir kere. Diğer kafasına koyduğu şey çıplak gece denize girmekti. Gündüz bunu zaten yapmıştı. Plan yüksek sesle bildirilmişti Melike tarafından: önce gece en sakin koyu bulacağız ve orada denize gireceğiz, ardından bikinilerimizi çıkarıp teknedeki Berke’ye atacağız, çıkmak istediğimizde Berke bize bikinilerimizi geri atacak.

Berke “Atmayabilirim…” deyip utandırmıştı beni. Şanslı erkekti.

Daha büyük çılgınlıklar da olabilir bu tatilde. Melike yataklarına Elif’i davet edebilirdi mesela. Ama sanmıyorum. Elif de utangaç bir kız zaten. O kadarını beceremez. Tabii alkolün verdiği yetkiye dayanarak… Ama mümkün değil. Hem Berke de iki kadınla aynı anda birlikte olabilecek kadar… Ay neler düşünüyorum böyle. Belki de ben istiyorum üçüncü olmayı. Ah bu Netflix! Ne ettin sen bizlere. İşin eğlencesi aslında tüm bu hayaller: Melike sevgilisini asla paylaşamaz kimseyle. Zaten paylaşmasın. Aşk harika bir duygu, onu yitirmemek, mahremiyeti korumak gerek.

Biniyoruz tekneye. Kaptan da hazırlıklarını tamamlamış. İçeride terlikle bile gezinmemize izin vermiyor. Çıplak ayaklarla sadece… Ben bunu da yadırgıyorum biraz. Temiz terlik getirmiştim ama galiba başkaları da beni yadırgayacak. En iyisi uyum sağlamak… Duş alırken giyerim temiz terliği de. Şu anda ne istiyorum biliyor musunuz, suya girmek, sadece suya girmek ve biraz derine ilerlemek… Hafif bir alerjik akıntım var, tuzlu suyla şöyle bir burnumu temizlemek. Siz de burada olmak istemez misin ha? Serin sulara girmek için sabırsızlanmak! Berke, Cem Yılmaz’ın son gösterisinde anlattığı tekne hikâyesini anlatıp güldürüyor herkesi.     Telefonum çalınca ayrılıyorum onlardan. Güverteyi adımlayıp teknenin ön tarafına geçiyorum. Boştaki elimi gergin halatlarda gezdiriyorum. Az ötem, bir adım aşağısı benim kontrol edemediğim, kontrolsüz bir alan, faniler için bir kaos. Gölgede kalan bir mindere oturuyorum. Güneşlenme alanı -aynı zamanda aşağıdaki kabinlerin tavanı, kasara- yüksekte kalıyor, ön tarafa doğru eğimli, kaptan köşküne yakın kısmına yakın oturmuşum. Kenardan bir ayağımı sarkıtıyor, diğer ayağımı altıma alıyorum. O esnada kafamı çevirip ufku da görme şansım oluyor. Mavi mavi titreşen, birbirine karışıyor gibi gözüken dalgalar… Güneş ters dönmüş bir mum gibi; bir tanrı mumu mavi sulara damlatmak istiyor o an, damlatmak ve koklamak! Tanrılar da sever mi sönmüş mum kokusunu? Sevişirlermiş eskiden. Açıyorum telefonu. Aşina olduğum ama bunu belli etmemin yasak olduğu bir sesle karşılaşıyorum: Ablam ağlıyor, kim bilir neden, kim bilir kim ablamın kalbini kırmış! Ablam tanıdıklarıyla bir duygu belediyesi açabilir kendisine. Bu belediyenin en istikrarlı çalışan grubu ise kırım-yıkım ekibi olur. O kadar çok kişiyi tanıyor ki… Hemen konuyu iş yaşantısına getiriyor, küfür ediyor birkaç kişi için birkaç kez. Ablam özel bir üniversitede moda tasarımı eğitimi aldıktan sonra kendisini kameraların arasında buldu. Yapım şirketlerinden birisinde yönetici olarak çalışıyor, artık iş neyi gerektirirse onu üstleniyor, kamera çekimi hariç anlamadığı, yapmadığı iş yok; son altı yılda yedi farklı dizide ve iki filmde görev aldı, en önemli görevi çekim alanlarındaki detayları yerleştirmek, onların çekimini incelemek, vs… Sanat yönetmeni diyor kendisine. Dünyanın farklı yerlerinde aynı gün doğan bazı insanlar, ki bu insanlar seçilmiş insanlardır, başlıyorlar koşturmaya, onların gücü bu, dünyayı dolaşacak kadar güçlü bir enerjiyle koşturmak ama birbirlerini bilmeden, duymadan; sadece hissederek… Yaptığı işin parası güzel ama o paraya bu iş yapılır mı, bilinmez, ben bunu pek anlayamıyorum. Ablam bu sektörde dayanabilirse, kavrula kavrula yok olmazsa, kalan posasıyla erken yaşlarda dinozor muamelesi göreceği bir mertebeye ulaşacak. Tanımadığı ünlü insan yok diyebilirim kendileri için. O kadar insan ki… Çevresi insan etlerinden örülü bir duvar. Ama o çabuk ağlıyor, her şeyden vazgeçmek istiyor, kimseye güvenemiyor, duvarları yıkmak istiyor, kalabalıklardan şikâyet ediyor, mütemadiyen dolandırılıyor, yılda birkaç kez birilerini mahkemeye vermek için avukatlarla görüşüyor, kimisini veriyor, kimisini de affediyor, yine mütemadiyen Bodrum’a yerleşeceğini söylüyor, yalnız başına yaşama hayalleri kuruyor, ardından Bodrum’daki arkadaşlarından bahsediyor. Sanki Bodrum yalnız yaşanabilecek bir yermiş gibi! Ay fena kalabalıktı bu sene. İğrenç neredeyse. Ablam ve dolandırılma demişken… Parası falan zaten çarçur olup gidiyor. Dolandırılmak çok da mesele olmaz onun için. Ha böyle uçmuş paralar ha öyle! Bizim yaşamımızda parasal sorunumuz pek yok zaten. Dedem babama birkaç mülkten oluşan bir miras bırakmış ama ikisinin de kaderi bu mülklerin keyfini sürememek olmuş. Erken öldüler. O yüzden mülkler de bize kaldı. Fakat satışlarını annemizin hürmetine gerçekleştiremiyoruz, tüm kiraları ablamla ikiye bölüyoruz. Sağ olsun ablam kendi kazancına sahip olduğu için payının bir kısmını bana veriyor, bir kısmını da anneme… Annem ikimiz için de bizim bilmediğimiz bir köşede para biriktiriyor, o köşeye eklemek maksatlı, miras yoluyla şahsımıza geçen gelirlerimizin bir kısmına da el koyuyor. Emlak simsarı bir arkadaşı vasıtasıyla bir şeyler topladığını da biliyoruz. Tapu işlemleri için bazen beni, bazen ablamı arıyor, kendince bir eşitlik kuruyor. Çok ama çok seviyoruz onu. Sırf birisi bu birikimlere çöker diye karşısına çıkan evlilikleri reddediyor. Ablam ardı ardına sıralıyor bir şeyler, sonra Melike’nin paylaşımlarından bahsedip gezmemizi övüyor, para gönderebileceğini de hatırlatıyor ve birkaç isim veriyor tatil boyunca arayabileceğimiz. Ağlama sebebi ise berbat! Aylardır hazırlandıkları proje iptal olmak üzereymiş. Anladığım kadarıyla iptal olmayacak ama ihtimali bile ablamı perişan etmiş vaziyette. Bir romantik komedi dizisi! İşte bu vesileyle hayata dair bir kuralı hatırlıyorum: Romantik gözüken şeylerin ardında hiç de romantik bir yaşam yoktur. Öyle mi? Romantizm müthiş para ederken aynı zamanda da ölüyor mu?

Gruba katıldığımda herkesin yayıldığını, Berke’nin bir bira açtığını, Elif’in uyuklar gibi kuzeninin dizine yattığını görüyorum. Kaptan “Kırk beş dakika sonra yüzme molası verebiliriz,” demiş, akşam yemeği için “Ne istersiniz?” diye sormuştu. Elif biraz da onu yüceltmek için “Sevgili kaptan sen nasıl istersen, bizi en sevdiğin yere götür ve birlikte gece gökyüzüne bakalım,” demişti. Bu kadar uzun konuşabilmesi, uyuklar vaziyetteyken, bir şeylerle meşgulken beni şaşırtıyor.

Kaptanla anlaşma şu şekildeydi: Göcek’ten yola çıkılacak, rota Kaş’ta tamamlanacaktı. Zaten kaptanın Kaş Marina’da çalıştıklarını biliyorlardı. Yani kaptan onları almak için gelmişti Göcek’e. Ama söylediğine göre yabancı bir müşteri grubunu Kaş-Göcek arası tura uygun fiyatlara çıkarmış, onları da Göcek de bırakmıştı. Yani keyfi yerindeydi.

Onlar Kaş’tan Göcek’e kiralayacakları özel bir transfer aracıyla döneceklerdi. Ardından tatilin bitişi ve İstanbul’a dönüş…

Miço saygılı, esmer, kavruk bir oğlan; ince bacakları denizlerde hareket edebilmesi için yaratılmış sanki. Antalya’da turizm yüksekokulunda öğrenci olduğunu, iki yıldır bu işi yaptığını öğreniyoruz. Mutfak işlerine yatkın… Bir çırpıda bize hoş bir meyve tabağı hazırlıyor. Bir yandan da süzüyor bizi: Ne kadar sosyetiğiz? Ne kadar talepkârız? Zorlayacak mıyız onları? Yoksa saygılı bir tatil mi geçireceğiz? Tekneyi havaya uçurma ihtimalimiz var mı? Kendisine de bir tane nektarin dilimlemiş, afiyetler olsun istiyorum.

Berke erkeksi bir merakla, Elif’in de katılımcı olduğu bir sohbet başlatıyor. Sohbetin sonunda teknenin kaptana ait olduğunu, kaptanın yirmi yıldır bu işi yaptığını öğreniyoruz: Mavi Tur! Ne romantik isim ama. Fakat daha ilk dakikadan kaptanın pek de romantik olmadığını fark ediyoruz. Sessizlik istediği belli… Müşterileriyle arasında sınır koymak istiyor. Haklı buluyorum bir yandan. İnsanlar tatilde pisleşebiliyorlar. Daha dün gece Elif sokak ortasına kustu. Pis bir şeydi doğrusu… Ona yardım etme çabalarımız da bence pis bir şeydi. Bırakabilmeliydik onu öylece. Çünkü çok içmeme konusunda uyarmıştı onu Melike. Elif’i gelip ablamın belediyesindeki çalışanlar toplamalıydı. Onlar aşinadır kusmuk tüküren insanları toplamaya! Ama ben hoşlanmam!

Berke birasını bırakmadan teknenin ön tarafına geçip bir sigara yakıyor. Ufka dalıyor. Elif uyumuş. Melike, İnstagram’dan kendisi için gelen beğenileri kabul ediyor. Kocaman ekranlı bir İphone’u var. Melike’nin doğu kökenli ailesi vakti zamanında İstanbul’a gelmiş ve gizemli bir şekilde zenginleşmiş. Büyük arazileri vardı şehrin dışında. Şimdilerde abileri müteahhitlik yapıyordu. Melike onlardan bahsetmeyi pek sevmezdi. Tatil boyunca ailelerimizin konusu açıldı ama Melike -İstanbullu olan annesi hariç- pek konuşmadı. Bir mankenle sevgili olan abisinden bahsetti bir ara. Manken onun da arkadaşı olmuştu.

Mavi Tur, devasa bedellerle kiralanan devasa deniz taşıtları dışında biraz konforsuz bir yaşam alanı sunar tatilcilere; daracık kabinler, minicik tuvaletler, yürüsen bile uzaklaşamayacağın bir güvensiz ahşap yığını… Ama bu tatil şeklinin en güzel yanı mahremiyet… Kalabalık plajlar yok, sürekli plan yapmak yok, kıyafet derdin yok, yemek almak için ayrı bir yere yürüme, deniz için başka bir yere geçme, havuzuydu, şusuydu busuydu düşünmek yok. Her şey çok ama çok kolay ilerler. Sözgelimi açık büfe bir otelde masamızda envai çeşit yiyecek olurken teknede hepimiz aynı yemeği yiyeceğiz ve yine aynı yemeğin fotoğrafını çekeceğiz. Neyse ki bu ortamı sevenlerin en güzel süsü teknede mevcut: Rakı kadehi!

…ve manzara! Ege dünyanın en güzel resmidir. Tekneler bir resimde dolaşır. Suyun içinden kara parçalarına bakmak ve onları su ile bütünleşerek hissedebilmek farklı bir histir.

Kaptan bizi bir koya götürüyor, hemen soyunup dökünüp denize giriyoruz. Ama yol yorgunu olduğumuz için pek takılmıyoruz denizde. Kurulanıp ön taraftaki minderlere uzanıyoruz. Ben ve Melike hariç herkes uykuya çekiliyor. Ben dizlerime sarılıp doğruluyorum ve ufka bakıyorum: Denizde ilerleyebilmek ne ilginç! Göcek, küçük adalar diyarı… Her birisi de farklı sanki. Kaptan buralı olmadığı için bazı adaları biliyor, bazısını bilmiyor. Onun sesini kaptan köşkünün küçük penceresinden duyuyoruz. O bizi belli belirsiz görebiliyor. Pencerenin önündeki boşluğa birkaç süs obje koymuş. Birkaç deniz taşı. Türk bayrağı da var.  

 

Tatilimizin beşinci gününde artık kaptanla arkadaşlık kurmuş bulunuyoruz. Kaptan bize -pek beklemiyorduk- harika yemekler yediriyor. Karnımız hep tok. Hep keyifliyiz. Hele geceleri… Yıldızlarla dolu gökyüzü… Mavi, lacivert, bazen siyah… Bazen ay, böyle elle tutulacak gibi yakın… Kaptan düz, dümdüz bir adam ve İstanbul’daki gökyüzünü anımsatıyor. Anlattığı şeylerden birisi bile detay içermiyor. Misal yaptığı işi anlatabilse ve Melike’nin video teklifini kabul etse önümüzdeki sene için epey bir müşteri bulabilir ama kabul etmiyor. Elindeki akıllı telefonu bile öylesine kullanıyor. Sosyal medya hesabı mevcut ama pek aktif değil, çocuklarıyla çektiği birkaç fotoğraf, bir iki özensiz tekne videosu… Fotoğrafları güldürüyor Elif’i. Özensiz, hatta demode buluyorlar az ötelerinde dümen sallayan kaptanı. Berke “Para da bunlar da abi…” diyerek tipik serzenişini tamamlıyor. Hayali para merdivenleri vardı Berke’nin, tanıştığı herkesi bulunduğu merdiven dahlinde hayal edebiliyordu. Onu memnun edebilen birileri yoktu sanki. Çok parası olup mütevazı gözükene “cimri,” savurgan gözükene “sonradan görme,” diyordu. Oysa kendi ailesinin de durumu gayet iyiydi. Neden bu kadar paraya takıldığını hiç anlayamıyordu Gönül. 

 

Kaptanın dilimlediği karpuzu yerken kaptanın arkasından konuşuyoruz.  

Miço ise sadece gülümseyerek dolaşıyor etrafta. Bir keresinde onu Melike’nin poposuna bakarken yakalıyorum, elbette yadırgamıyorum, harika bir popo çünkü. Kızcağız iradesini hiç bozmadan, haftada üç, çoğu zaman dört gün sporunu yapıyor. Yılın sekiz ayı pilates, dört ayı da hareketli olacağı sporlar yapıyor. Lisede de voleybol oynamış.

Berke ve Melike teknede de sevişiyorlar. Artık bir aile olduğumuz için çıkardıkları sesleri yadırgamıyoruz. Memnun oluyoruz da denebilir. Birileri var!

Kaptan tam benim sıkıldığım dakikalarda bizi suların üzerindeki kadim şehre, Kaleköy’e götürüyor. Dün yakınlardaki Batıkkent’te vakit geçirdik. Çok ama çok farklı bir deneyim… Bir kent var suların altında. Eskiden insanlar bu kentte yaşıyorlardı, merdivenlere oturup denize bakıyorlardı. İnsanlar, bazısı hükümdar olan insanlar, belki kendisini ölümsüz sanan hükümdarlar toz olmuşlardı ama özensizce yürüdükleri merdivenler varlıklarını sürdürüyorlardı. Bugün, suyla yıkana yıkana kutsanan bu merdivenler canlı bir insan etkisi yaratıyorlardı: Öyle ki burada uzun süre kalsam bu merdivenler beni iyileştirebilirdi. Bir sürü fotoğraf çektirdik. Fakat gece Berke sarhoş oldu ve teknenin yan tarafındaki dar boşluğa düştü. Güldüğüne pek rastlamadığımız kaptan güldü, “Balık gibi çırpınıyor…” diyerek hoş bir espri yaptı. Tuttu kaldırdı yolcusunu. Berke’nin kafasının sol kenarı şişti. Melike onun fotoğrafını öylece İnstagram’a atıp “Deniz kazası” diyerek etiketledi. Sabah, Kekova Adası’nda takıldık. Akşamına kaptan bizi “Bizim ora…” diyerek Kaleköy’e götürdü. Orada demirledi ve bir anda ortadan kayboldu. Miço “Kaptan buralıdır, yukarıda pansiyon işletiyorlar ailece, gitmek isterseniz aha şurada…” dedi. Bir insanın buralı olmasını, daha doğrusu bu kadar güzel bir memlekete sahip olmasını yadırgıyoruz.

Zaten inecektik tekneden. Dondurma yiyip dolaşacaktık antik kalıntılar üzerindeki bu evlerin arasında. Berke yine tuhaf bir merakla ulaşıp öğrendiği bilgileri aktarıyordu bize. Koç Ailesi’ne ait bu köyde evlerin olduğunu söylemişti. Elif meseleye mistik bir bakış getirip “Bu küçücük köyde ne işleri olabilir ki, büyük olasılık tılsım falan arıyorlar veya tarihi eser…” demişti. Oysa anlayabiliyorum ben onları. Burası harika bir yer! Zaten her yerde evleri yok mudur böyle ailelerin? Bunda şaşılacak ne var ki?

Kaleköy, son gibi gözükür. Dik bir yamacı mesken tutmuş şanslı mahlukatların masalsı diyarıdır Kaleköy. Denizden bakıldığında sihirli bir küreyi andıran Kaleköy her an dönüp de gövdesinden yıldızlar çıkarak gibi gözükür.

            “Buraya bayıldım,” diyen Elif’i duydum şapkamı takarken. Karaya adım atmak için sabırsızlanıyordum nedense. Tekne açığa demirledi, biz sala doluşup kıyının az ötesindeki adacığın yanından limana yanaştık. Şiddetle yükselen daracık yollar, evlere dolanan sarmaşık bitkileri, kırmızı çatılar ve kişioğlunun düşeceği ilk gaflette her şeyi yutacakmış gibi gözüken ağaçlar… Yollar tepedeki bir kaleye ulaşıyordu istisnasız.

Rum yapımı evlerin tarihi dokusu “korunan” bir bölge hissiyatı yaratıyordu tatilcilerde: Pek alışık olmadıkları bir his…

Neredeyse her ev ticaretin kıyısından köşesinden tutuyor, özellikle dondurma…

Kaptanın evine ulaşıyoruz, ailesiyle tanışıyoruz. Bize dondurma ve çay ikram ediyorlar. Dondurmaları hakikaten inanılmaz lezzetli. Ama çay bayat ve parasını da alıyorlar. Bu biraz ağırıma gidiyor benim. Bayat çayı bize ikram etmeleri yani… Üstüne bayat olduğunu bile bile para istemeleri. Zaten teknelerine epey bir para ödemişken… Kaptan bazen “Bu iş bu paralara yapılmaz,” gibi bir tavır sergiliyor. Ülkedeki çoğunluk gibi… Yapılmazsa yapmayın!

İşin ilginci fakir gibi davranan kaptanın Türkiye’nin en zengin köyünde evinin olması… Çevredeki birkaç adada bile tapuları varmış ama satmışlar. Böyle de ilginç bir hikâye. Elif “Hak etmeyenlerin hak iddia ettikleri bir toprak…” diye düşündü kendi ailesindeki miras kavgalarını hatırlayarak. Ev ve pansiyon bir arada… Dört odalık bir pansiyon… Belli ki ev bozulup pansiyona dönüştürülmüş kurnaz sahipleri tarafından. Ahşap bir yapı… Rum işi genişçe bir taraçası var.

 

Mavi masalar, sandalyeler… Ortada desene dönüşmüş bir soba… Temmuzda bile esiyor rüzgâr! Her şey ahşapken çirkin bir dondurma tezgâhına takılıyor gözüm, hemen bitişiğinde yaşlı bir kadın oturuyordu. Sanki yıllardır oradaydı. Bu sadece yaşlı kadınlara özgü, vakur bir yayılım değildi. “Yayılım doğru kelime mi?” diye düşünüyorum, “acaba difüzyon örneği olabilir mi,” diyerek yeni öğrendiğim bir kavram üzerinden hayaller kuruyorum. Bu kadın Asya steplerinin derinliklerinde bir damlayken bir şırınganın içinde buralara getirilmişti. Müslüman veya bu coğrafyanın halklarından birisi değildi. Huzur diye bir din bulunmuş da bu kadın da temsilcisi olarak bu adaya gelmişti, bir huzur misyoneriydi bu kadın. Başlangıçların değil bitişlerin temsilcisiydi oturduğu yerde. Bilmediği bir hikâye yokmuş gibi… Hafif bir deli görünümle…

Kaptan, Yörük olduklarından bahsetmiş, laf arasında hükümetin icraatlarını beğendiğini belirtmiş, dinden imandan da sohbet açmıştı. Ama muhafazakâr müşterilerinden birisini “Karısını görmemem gerekiyormuş,” diyerek feci yermişti. “Zaten bakmakla görmek aynı değil ki. Ben de çok da görmüyorum insanların neler yaptıklarını. Rota belirle, ilerle ve mutfakla uğraş!”

Bu kadın, kaptanla da buradaki insanlarla da ilgisiz sanki… Kaptanın belirsiz izlerle anlattığı yaşantısıyla alakası yok. Ama bulunduğu mekânı, oturduğu sandalyeyi de benimsemiş.

Kadını merak ediyorum. Selam veriyorum. Gülümsüyor sadece.

“Abla…” diyorum kaptanın kız kardeşine: “Dondurmalarınız çok lezzetli.”

Denize bakan kadını kast ediyor: “Sağ olun… Dondurmalarımızı Bahar abla yapıyor.”

“O da mı sizin akrabanız?”

“Yok yok… O yabancı… Hem de çok yabancı…”

“Nasıl yani?”

Kadın hepimizi şaşırtan bir samimiyetle yaklaşıyor masamıza, çektiği bir sandalyeye oturuyor. Bir an falımıza falan bakacak sanıyorum. Hiç de sevmem. Ama bir yandan da istiyorum. Şu anda istiyorum en azından. Belki de falcı o kadındır, deniz falı bakıyordur diye umarak hayallere dalıyorum. İçmekten vazgeçtiğim çaydan bir yudum daha alıyorum. Keşke içmeseydim. Beş kişiyiz bir küçük masada. Herkesin ağzını görebiliyorum. Ne tuhaf bir şey aslında… İnsanlık yüzünü birbirine dönerek beslenmeyi önemsemiş, bunu bir kaide haline getirmiş. Diğer türlüsü kabalık, hatta barbarlık olarak görülür. Kimisi romantik bile bulur bu beslenme mesafesini. Bense an itibariyle biraz garipsiyorum, ağzımı sessizlikle dikmek istiyorum.

Evlerinin, daha doğrusu pansiyonun manzarası harikulade… Kaleköy karadan ulaşımın olmadığı, oldukça farklı bir yer. Evler, tırmanması insanı yoran bir yamaç boyunca birbirlerinin manzarasını kapatmayacak şekilde dizilmiş. Evler tarihi dokuyu bozmuyor. Tipik bir Ege-Akdeniz kıyı tarihi örneği Kaleköy’de de mevcut. Buralar da diğer kıyı bölgelerinde olduğu gibi ciddi miktarda Helen-Roma kalıntısına sahip. Bölgede yıllarca deniz ve denizcilikten anlayan Rumlar yaşamışlar. Şimdilerde pek Rum yok. Türk zenginleri var.

“O…” diyor kadın: “Onun ismini bile biz koyduk!”

İlk tepkiyi kurgusal güce fazlaca inanan Elif verdi: “Nasıl yani?”

“Şöyle güzel kızım. Bahar ablayı biz sahilde bulduk. Daha doğrusu çocuklar buldular. Ötesinde de denizde öylece sallanan, ilk dalgada kaybolması mümkün bir kara bot…” 

Berke “Nasıl yani…” diye soruyor: “Kadını öylece buldunuz mu?”

Ben deniz kızlarından, tanrıça Amphirite’e; oradan bugünkü bilimsel bilgiye çok yaklaşık bir inanış gerçekleştiren eski Türk halklarına, Ak Ana’ya kadar ulaşıyorum. Bu kadına da en çok Ak Ana ismini yakıştırıyorum. Bir çırpıda giriyorum onun efsun çemberine. O hiç istemese bile. Neredeyse bir laf etsin diye yalvaracağım. Sanki bu muhteşem manzaranın koruyucusu o, sanki onun ataları bu toprakları toprak etmiş; anakaranın ücra bir noktasından alıp Ege ile Akdeniz’in birleştiği bu yere getirmiş ve “ol” demiş evlere, insanlara, balıklara.

Dikkatle dinlediğimiz kadın sürdürüyor anlatısını: “Evet evet… Hiç de unutmam. Mayıs ayıydı. Öyle pek turist falan da yoktu. Ama Bahar ablayı bulmadan önce hafta sonu açıkta tekneler vardı. Birisinden gelmiş olmalı.”

Ben anlıyorum meseleyi: “Yani kadın sizle konuşamadı mı?”

“Yok kızım. Gitmiş kafa… Hiçbir şey hatırlamıyor.”

İlginç bir şey ekliyor: “Japon bir ablamız vardır burada tek başına yaşayan. O bir şeyler sordu yabancı dilde, yok konuşmuyor.”  

“Peki…” diyor Melike, gayet de akıllıca bir soru soruyor: “Darp izi falan yok muydu? Polis çağırmadınız mı? Merak etmediniz mi hiç?”

“Darp izi de vardı, dayak, tekme izi de… Polis çağırabilirdik. Ama kucağında da bir mektup duruyordu. Hem görmüyor musun kızım buraları. Ne polisi ne başka bir şeyi…”  

Elif iyice girmişti hikâyeye: “Ne yazıyordu mektupta peki?”

“Şöyle ki… Aslında kelime kelime aklımda. Bizim oğlan buldu, bana geldi, anne falan dedi, gittik baktık. Aha şöyle dik oturuyor. Ama bir kedi gibi de masum. Baktım bunun kafasında kan kurumuş. Neyse ki yara ciddi değil. Birileri belli ki durdurmuş kanı. Ben botu önce pek ciddiye almadım, kadını otellerden birisinde kalıyor sandım. Mektubu fark ettim sonra. Hemen de okudum. Mendeburun biri boynuna asmış mektubu…”

Gözümün önüne damgalanan bir kadın imgesi geliyor. Milyonerlerin cirit attığı bu yerde damgalanan bir misyoner!  

Melike, ablanın eline dokunuyor, mazinin hazin görüntüsüne takılmayıp çok farklı bir tepki veriyor: “Eee abla, anlat, ne yazıyordu mektupta. Vay anasını. Vallahi film gibi…”

Kadının da ondan -ben rahatsız oluyorum biraz- farkı yok: “Öyle öyle… Bir filmci kalmıştı burada. Film çekmeyi istedi de yanaşmadık pek. Mektupta bu kadının hafızasını yitirdiğini, polise gidilirse eğer sıkıntılar yaşayacağı yazıyordu. Düşündük taşındık. Dedik ki onu köye, yanımıza yerleştirelim. Tabii mecbur polise gittik. Polis de bizim akraba… Anlattık durumu. Bize bir kolaylık sağla dedik. Bu esnada olaya bizim huysuz muhtar girdi. O girince birkaç ağanın haberi oldu. Bizimle pek selamı sabahı olmayan ağalar pek ilgilendiler bu davetsiz misafirle. Artık onların marifeti mi, yoksa muhtarın marifeti mi, yoksa kaderin cilvesi mi, bilinmez, kimliği çıkıverdi bu kadının. Zaten mektupta vardı kimlik numarası. Doktora da götürdük.”

Kadın eliyle bir yerleri işaret etti, bir serzeniş sıkıştırdı araya:

“Aha bu cennete Japon geldi, Hristiyan rahip geldi, bu köy kadar teknesi olan zenginler geldi ama bir doktor gelmedi. Bu memleketin ne doktoru vardır ne mezarlığı.”

Epey şaşırıyorlar kadının bu son söylediğine, ölüleri yakarak denize gönderen Vikingleri hatırlıyor Berke. 

Gönül doğru soruyla toparlıyor hikâyeyi: “Doktor ne dedi abla?”

“Doktor açık hava iyi olur, zamanla gelir hafızası dedi. Bize emanet etti yani. Biz de itiraz etmedik, sevaptır diye düşündük. Zaten mektupta kadını geri göndermeyin yazıyordu. Doktor da kadirşinas bir insandır. Biz de öyle işte… Kimsesiz de olsa kaldı aramızda. Konuşur falan ama… Pek de sevmez insana sokulmayı. Şuradaki odada kalır. İşleri falan görür burada. İşte benim annem, iki yıl oldu vefat edeli, ona dondurma yapmayı öğretti. İşte gün boyu dondurma yapar durur. Dondurma da pek zor iştir. Ama bacım iyi becerir.” 

Elif “Peki, hatırlamıyor mu eskiyi?” diye soruyor: “Yani gelmedi mi hafızası tekrar?”

“Bilmem ki kızım. Geldiyse de… Kendisi artık anlatmıyor. Zaten bu kadın bize ne anlatacak. Gider diye bekliyorduk. Ama artık onu da beklemiyoruz, galiba buranın insanı oldu. Belki bir gün bir kısmeti çıkar. Aslında birisi vardı da yanaşmadı Bahar abla.”

Kadın konuşurken Berke’nin telefonu çalmıştı. Zaten genelde kablosuz kulaklığı kulağında geziyordu. Görmüştüm arayanı. Kankasıydı. Kalkıp konuşmaya gitmiş, ikinci saniyesinde kahkahası duyulmuştu.

…biraz sinir oluyorum!

Tekneye döneceğimiz vakit Melike’ye sokulup “Ben burada kalmak istiyorum birkaç gün… Sonra konuşuruz olur mu?” diyorum. Göz ucuyla pansiyondaki odalara bakıyorum. Kırmızı kilimler, kabak lambaları, kurutulmuş kabaklar, biberler, kayısılar…

“Memnun oldum…” diyorum kadına yanaşıp.