Memleketim
İnsancıl koyun bu, iyimser yaratık;
Yürür, tarihsel dengesinde ovanın
Oktay Rıfat
Balkonun ucuna yürüdü. Gözünü doğuya dikip güneşin sessizliğini düşündü. Nemli yüzünde hissettiği esintiyle biraz üşüdü. İçine belki yirmi yıldır hiç değiştirmeden kullandığı sabunun kokusunu çekti. Çocuklar tuhaf bulurlardı babalarının bu takıntısını. Oysa bir tuhaflık yoktu. Bağlılık belki… Onun çocukları her şeye erişmenin kolay olduğu bir çağda yaşıyorlardı. Oysa onun çocukluğunda çok az şey vardı ve onlara da erişim sınırlıydı, belki de o yüzden bugün bu sabuna bağlılık geliştirmişti; bilinçaltının bir oyunu olmalıydı bu. Kollarını önünde kenetleyip derin bir nefes aldı. Yorgun bir yolcunun kavuşma arzusu kimsenin dokunamayacağı kadar hassas bir duyguydu. Yaşanılan bir duygu ise suiistimale açıktı. Hasret gidermenin ertesine dizilen bol virgüllü sesleri hatırladı. Minik adımlarla sağa sola devindi. Görebildiği her şey eskiye aitti. Kimsecikler yoktu etrafta. Geniş bir çembere yerleşmiş dört kardeş ev… Koyun ağılı ise evlerin uzağında. Ne ilginç bir ses. Çıngırak sesleri… Sadece çıngırak sesleri… Muhakkak ki yola düşmek istiyorlar ince bacaklarıyla. Bu eşsiz devinime eskisi gibi katılıp katılamayacağını hayal ediyordu. Yüzlerce koyun… Yeryüzünü kapatan lekeli bir bulut gibi ilerlerlerdi uzağa. Çok uzağa. Uzağa ve sessizliğe. Birkaç köpekle. Hatırladığı bir şey gülümsetiyordu onu. Amcası, Osmanlı beylerine özenip evin önüne üç dört tane mahlep ağacı dikmişti. Dayanıklı demişti onlar için… Ama kokusundan bahsetmemişti. Ağaçlar da insanlar gibi her yaşta farklı bir koku yayıyorlardı. Bunu kendisine söyleyen komşusu Jorgen Hansen’i hatırladı. O ufak tefek adam devasa ağaçların özüyle uğraşıyordu. Üniversitede hocaydı. Hatırlıyordu ilk karşılaşmalarını: İlk başlarda basit gördüğü bir pizzacı parçasıyla komşu olmaktan gocunmuş gibi davranmıştı. Sonra alışmışlardı birbirlerine… Ona elma götürmeyi planlıyordu. “Memleket elması” diyecekti Türkçe. Hans seviyordu başka dilleri. Bordo hırkasına sarınıp inmeye başladı merdivenlerden. Önemsememişti üstünü başını. Önemsizdi her şey… Çamur lekeleriyle dolu bir terlik geçirmişti çıplak ayaklarına mesela. Altında paçaları kıvrılmış bol bir pantolon… “Yürüyebilen bir cenin” diye düşündü adımlarını attıkça. Önemsizliği zamansızlık takip etti. Önemi takip etmeye alışkın zaman gibi…
Nereye gideceğini biliyor olmasına rağmen durup bir süre düşünmek istedi. Bir muğlaklık… Oysa berrak olmalıydı her şey. Fakat karışıyordu onca görüntü birbirine. Bugünün ışığı maziyi aydınlatmıyordu beklenilen aksine. Mazi halen karanlıktı sanki. Bu da onu huzursuz ediyordu. Huzursuzluğun kıvılcımları ya yangınlara sebep olur ya da kaybolup giderdi. Durma isteği ise kaybolup gidişin basit bir emaresi… Etrafını inceledi o isteğe boyun eğip. Hiç kıpırdamadan. Daha büyük olarak hatırlıyordu buraları. O an şu tahayyülü pek zevkli durumu idrak etti: Zihin kendiliğinden büyüyebilen sihirli çerçevelerle doluydu. Bu büyüme bir mucize değildi de neydi. Nasıl oluyordu çocukluk hatıralarının kocaman bahçesinin gerçeklikteki küçüklüğü… Düşünmeyi lüzumsuz bulup devam etti. Doğduğu kerpiç ev az ötesinde olmalıydı. Onun yerinde beton bir ev inşa edilmişti. Hem de onun parasıyla. Ama kesinlikle onun arzusuyla değil. Ona kalsa hep kerpiç kalırdı ev. Zaman değişimi zorunlu kılıyordu. Neyse ki değişim aileye ait geniş araziyi duvarla kapatacak kadar acımasız değildi. Anası on evladını da bu toprak üzerinde doğurmuştu. Bir gün bir ışık görülmüştü ufukta. Bu ışık uzaktan geliyordu. Işık her evden birkaç erkeği alıp götürüyordu. Gurbet bir ışıktan ibaretti. Bu evden de üç erkek evlat kapılmıştı ışığa. Sonra kızlar gelin olarak düşmüşlerdi yollara. Işıl ışıldı gurbet.
Temmuz ayı, ışığı geride bırakıp memleket yoluna düşmek demekti. İlk gecenin karanlığı herkesi şaşırtırdı. Evin erkek evlatları babalarına komşu evler dikmişlerdi. Gurbetten gelen parayla dikilen evler haliyle gösterişliydi. En gösterişli ev onunkisiydi. On yedi yıl boyunca köyüne adım atamayan bir adam için ironik bir yapıydı doğrusu. Babası hangi akla hizmetse evin çatı katına bir balkon yaptırmıştı ve balkon korkuluklarını bir kartal heykelciğinin süslemesini istemişti? Mardinli ustaların beyaz kartalı… Önce Almanya sonra İsviçre… Sonrası siyasi sürgün… Evlerinin az ötesinden köyün yolu geçiyordu. Yolun kıyısında durdu. Asfalt dökmüştü belediye bu yola… Fakat dayanıksız asfalt avuç benzeri deliklerle doluydu. Yoldan sonraki ağıl tarlalara sınırdı. Sonrasında ev yoktu. Köyde kalan abisi tarlasına pancar ekmişti bu sene. Ufku öfkeli bir yeşile boyamıştı sanki. Ağılın karşısında ise çok büyük bir bahçe vardı. Aradaki boşluk tarım aletleriyle doluydu. Bir köşede de kara kapaklı bir ekmek fırını…
Uzaklarda bir traktörün ona doğru yaklaştığını gördü. Yüksek olasılık tarlasını kontrole giden erkenci bir köylüydü. Beklemeyecekti onu. Beklese selamlaşmak zorunda kalacaktı. Konuşmak ise en son istediği şeydi. Sessizlik bozulamayacak kadar güzelken… On yedi yıllık suskunluğu geride bırakmasını istiyordu köylüler ondan. Gürültü istiyorlardı. Kimse bunun nasıl yapılacağına dair tarif vermiyordu ama…
Ağılın duvarları kerpiç kalmıştı. Bu onu sevindiriyordu o anda. Elini uzattı kerpiç duvarlara… Kerpiç dokuyu parmaklarla hissetmek dua etmek gibiydi. Yaşlı bir ermişin yüzünü okşamaya benziyordu. Fakat ağılın büyümesi gerekiyormuş abisinin söylediğine göre. Yani her kardeş biraz “Euro” olarak katkı sağlamalıydı bu işe. Abisi köyde babasının yanında kalmıştı. Yaşlılığında onu taşımıştı. Bunun karşılığında da canı ne isterse yazmıştı gurbete. O yüzden birkaç yıldır abisiyle iletişimi sadece maddiyat üzerineydi.
Parmaklarını çatlaklarda gezdirdi. Yağmur kokusunu düşündü. Tabii mevsim yaz… Düşlediği yağmur hiç yağmayacaktı belki de. Oysa kerpiç ve yağmur ne yakışırlardı birbirlerine.
Bir anda içi ağlama isteğiyle dolup taştı. Coşkulu bir gençliği İsviçre’de sürgün olarak geçirmişti. Sırf orada kalabilmek için uydurulmuş bir hikâyeydi siyaset. Yoksa bilmezdi pek siyaseti. Bir şekilde becerebilmişti işte. Aslında kandırmıştı İsviçre polisini… Öyle sanmıştı. Son yıllarda ise polislerin inanmış gibi yaptığını düşünüyordu. Hikâyesi olan işçilere ihtiyaçları vardı.
Sonrası bir gürültü… Çocukluğundan beyaz bir at gibi kaçmıştı. Yeri döven adımları öyle vahşiydi ki çalıştığı fabrikanın müdürleri onu dizginlemek zorunda kalmışlardı. Boynundan uzanan yuları ise yıllarca bırakmamışlardı. Eliyle boynunu okşadı. Yaramazlıklarını hatırladı. Onların çocukluğunda köyde sadece bir öğretmen vardı. Küçük çocukları ikiye bölmüştü. Birinci ve ikinci sınıfı aynı sıralara oturtmuştu mecburen. Üçleri ve dörtleri ise öğleden sonra alıyordu sınıfa. Sert bir adamdı. Bazen cetveliyle yaramazlık yapanların ellerine vururdu.
Gözünü köyün tepelerine dikti. Dün kulağına çalan bir lafa göre köyün eski belediye başkanı yamaçları ardıç ağaçlarıyla doldurmuştu. Erozyona iyi geliyorlarmış çünkü. Ah ne güzel dizilmişlerdi öyle yan yana.
Uçaktan inişini hatırladı bir an. Sabırsızlığını düşündü. Uçak yere yaklaşırken karısı dualar etmişti. Çocuklar ise bir sıra arkadaydılar. Üç evlatları olmuştu gurbet ellerde. Araf’a ait çocuklar diyordu onlar için. Ne bu topraklara ne oralara… Kimin evlatları olduğu belirsiz! Fakat İsviçreli yetkililer çocuklar için harika okullar inşa etmişlerdi. Onlara önem veriyorlardı. Mesela belediyelerdeki çocuk meclisleri büyükler kadar iş yapıyorlardı. Havalimanından çıkınca çok şaşırmıştı çocuklar. Köylüler eski bir otobüs kiralamışlardı onları karşılamak için. Kırmızı bir otobüstü. Galiba kimse geride kalmak istememişti. Belki de altmış insan… Küme halinde bekliyorlardı. Onu sıcak bir kümenin arasına alıp gözyaşları içinde sarıldılar. Sonrası olmayan bir özlemdi bu. Özlemleri düşündü. Ona sarılanlarda silik bir öfke görmüştü. Köy ahalisi, bilhassa köyün yaşlı insanları şu kanaatte birleşmişlerdi: “Verimli ağaçlarımızı kesmişler…”
Yıllar sonra bir kış ayında. Kar yağışında. Yüz haneli yaylada sadece üç hanenin ışığı yanınca. Korkunç sessizlikte.
Tabii bazı köylüler için gurbetçi akraba toprak altından çıkarılan madendi. Öyleleri gurbet kanallarından akıp gelen paraya tapıyorlardı. Öyle ki neredeyse tüm gençlerin hayaliydi gurbete gidebilmek. Ona da yakında bir görev düşecek gibiydi. Kız kardeşinin oğlunun gidişine vesile olmalıydı. Kulağına fısıldanmıştı otobüste.
Ağıla girdi. Koyunların korosuna “Hey” diye bağırarak katıldı. Güldürdü koyunları ama yayılan kokudan rahatsız olmuştu. Oysa çocukluğu bu kokuların içinde geçmişti. Nedense gözünün önüne her gece ellerine sürdüğü kremin rengarenk kutusu geldi. Elleri bu sayede yumuşacıktı.