hills, winter, sunset-5942468.jpg

Matruşka

 

                   Mukadder bir çocuktu.

                 Mukadder bir kadın oldu sonra. Bir gecede…

                Mukadder bilmediği yerlere uçtu. Bir gecede…

               Bir gecede…

              Mukadder nutku tutulmuş gibi karnına, yuvasına dokundu.

 

O gece öyle bir kar yağmış ki bir ömür sürecek o efsanevi kışın başlangıcı sanmış herkes. Herkes birbirine sokulup kar yağışının akıbetini beklemiş. Kader, gökyüzünde parçalanmış bir gelinlik sanki… Her yer birkaç dakikada bembeyaz olmuş.

“Hanım su getirin. Sıcak su. Biraz sıcak su…”

Adile, hanım olmamasına rağmen alındı bu sözü üzerine, her yere buz yağarken o sıcak su getirecekti, miskince ayaklanıp evin arkasına koştu. Mutfak oradaydı. Pencereden dışarıya, çatıyı süsleyen buz sarkıtlarına baktı. Dantel gibi süslemişlerdi evi. Soba biraz küskün yanıyordu, birkaç parça kömür attı. Birazdan evin hanımları yemek yapmak için mutfakta toplanacaklardı.

Çaydanlık ateşin üzerindeydi. Anası koymuştu muhakkak… Alev bir mucize gibi parlıyor, buz gibi suyu nasıl beceriyorsa sıcacık ediyordu. İçine düşene cehennem tabii… Öyle anlatılır nicedir: Yan komşunun evinde bir kız çocuğu süt kazanına düşmüş, perişan olmuştu. Öyle anlatılır sakince: “Sanki haşlanmış bir bütün kuzu gibi çıkardık sütün içinden.”

Adile bir bardak aldı raftan. İçine biraz soğuk süt koydu. Çaydanlığı kavradı sonra. Neyse ki bu çaydanlık minikti, diğerleri gibi korkutucu değildi. İsteneni sadece yüzeye değil, zihninin derinliklerine saklamıştı, o saklarken “istek” kendi genişliğine ulaşarak mezarlıktan gelen bir ses görünümüne bürünüp sürüngen sınıfına dâhil bir mahlûkat gibi kendi ebedi yolculuğunu başlatmıştı: Ilık süt, biraz şeker, bir parça bal…

Karışsın diye çalkaladı bardağı, şifa niyetine, götürdü salona, babasına uzattı. Babası, kardeşinin başında öyle oturuyordu. Canını kardeşine eklemişti, o yüzden pek yorgun gözüküyordu. Yaşamdan ne istediği bir sırdı artık. Çoğu kişi “ölüm” diliyordu mesela. Kurtuluş diye bir kelime uydurup “Savaşını” bilen Adile’nin aklını bulandırıyorlardı.

Babasının ne düşündüğünü kimse anlamıyor, anlayamıyor. Kar, düşüncelerin üzerine de yağar çünkü. Babası, sütü içirdi kardeşine. Kanserdi kardeşi…

Kanser:

Adile, kuzeni Mukadder’in yanına oturdu, bakışları duvardaki fotoğrafa takıldı, fotoğraf iki yıl önce ölen dedesine aitti. “Şimdi oğlunun hasta olduğunu görse çok üzülürdü,” diye düşündü ve Mukadder’in elini sıktı istemsiz. Mukadder hiçbir şeyin farkında değil, sanki kapalı bir kutu; soluk bir yüzle oturuyor, bir şeylere öfkeli ama öfkesini gizliyor gibi! Onun gözü babasında… Babası, kardeşinin ayakucuna yerleşmişti. Abisine su içirmeye çalışan küçük kardeşini izliyordu dalgın bakışlarla. Üç erkek kardeş… Birisi düşmek üzere yaşam denen ağaçtan, diğerleri ise onun için direniyor. Direnç sessizliği açığa çıkarıyor. Neredeyse on ağız, hepsi sessiz bekliyor, hasta için dua ediyor, en çok Mukadder, en çok o: “Hadi Ali amca… İç şu suyu. Gitme uzaklara… Baksana nasıl kar yağıyor. Seversin sen.”

Kar:

İmam, bata çıka yürüyor. Ayakları ıslanmasın diye dizine kadar bir poşet bağlamış çizmelerine. Önlem işte… Titiz adam imam… Haberi aldığında bile bırakmıyor kendini. Nedense yavaş, daima yavaş… Namazlarla yavaşlamış bir ömür onunkisi. Hem bilir o. Kadimdir bu bilgi. Söz kimdeyse o kişidir yavaş yürümesi gereken. Dinleyen koşacak, sözün sahibi yürüyecek. Evin eşiğinde, eşinde kalmış aklı, düşünüyor yavaşça: “Şu hatunu da getirdik bu buzun içine, donmasa bir gece bari.”

Niyeyse herkes donmayı düşünüyor, istisnasız… Oysa kaç yüz yıldır donan yok. Yanan çok ama donan yok.

İmam bir çocuğu takip ediyordu. Çocuk, birkaç dakika önce onların uyuduğu damın camına vurmuştu buz gibi yumruğunu. Bir balta gibi indirmişti haberi: “Ali amcayı kaybettik. Yetiş imam amca.”

Kanserdi Ali, imam bekliyordu nicedir kanserin tükenmesini. Cenâb-ı Hak böylesini uygun gördü, kendi sonsuz nehrine bir balık daha çekti, birkaç nesne ile birlikte… İmam bu koyu sessizlikte iki şeyi çok merak ederdi:

1 – Caminin bahçesindeki koca ağaç bir melek midir?

2 – Hangi evden hangi nesne eksilecektir?

Şöyle düşünürdü imam nesne tabiatını inceleyip: Ruh tutunmak ister.

Azrail diye bir melek somut bir hakikatse eğer, en ağır silahı kanser olmalıydı. İmam çocuksu düşünüyordu yürürken:

Köy dediğin dev bir çukur… Çukurun içinde beş yüz kadar insan…

Şöyle bir inceliyor imam çukuru. İç içe geçmiş çemberler görüyor. Her çember bir yuva… “Birbiriyle kesişen onca yuva…” diye mırıldanıyor her adımını dikkatle atarken. En kötüsü düşmek bu karda… Kar da niyeyse arttırmıştı öfkesini. Algısını bozuyordu insanın. Cebrail diye bir melek somut bir hakikatse eğer, en ağır silahı kar olmalıydı, imam bunu da düşünüyordu yürürken. Meleklerle hep içli dışlıydı. İşinin en sevimli yanı buydu, melekler, sonra çocuklar, sonra da çiçekler…

İmam, kendisini az ötede bekleyen at arabasına attı.

At:

Ne sinsiydi bu köy… Nereden bulmuştu ilk insan burayı? Herkes uyurken yatağında, bu kar nasıl böyle gösterişli yağabiliyordu? Bu bir intikam mıydı?

Ali niçin ölmüştü? Kaya gibi adamdı oysa…

Arasından geçmeli meraklı gözlerin. Birkaç kişi köpeklerin çıkardığı gürültüyü duymuş, pencerelere yanaşmıştı. Atı görünce, atın üzerindeki imamı görünce de anladılar olan biteni. Sessizce “Adamcağız çok çekti, yazık vallahi, rabbim affetsin, kemiklerle kaldı…” gibi cümlelerle birbirlerini teskin ettiler. Sonra hatıralar geldi akla. Ali’nin yaramazlıkları, askerliği, düğünü, evladı, iki taşı üst üste koyup bir yuva edişi, neşesi, kavgaları, atıyla rüzgâr oluşu, hatta doğumu, sünneti, bol paçalı pantolonları…

Minik izler hemen kapanıyor. Kar yağışının marifeti bu. “Tabiatı öfkeli insanın da izleri çabuk kapanır.” Bunu düşünüyor imamın yanındaki adam, Ali’yi nedense öfkeli bulmuştur hep. Çocuğun babası… Ali’nin bacanağı… Bir çocuk, bir o, bir de imam var bu karanlıkta. Bir fener aydınlatıyor atın önünü. At, bilir gibi haberi nazlanmadan ilerliyor. Bu at, Ali’nin atı.

Çocuk, sahibini kaybeden ata bir şeyler fısıldıyor bazen.

At, Ali’nin karısı Adile’ye ulaşmak istiyor. Adile, ismini verdiği yeğeni Adile’nin getirdiği süte bakıyor, kocasının bitiremediği nimete… Bardak öyle duruyor yatağın yanında. Kavrıyor bardağı Adile. Titriyor eli. Sanki kocası nimetin içinde yaşamaya devam ediyor gibi bir an dikkat kesiliyor. Evvela kasılıyor gövdesi, sonra titreme tüm vücuda yayılıyor. Gözyaşları bardağa düşmeye başlıyor. İki elle sarılıyor bardağa… Henüz genç, otuzuna bile yaklaşmamış. Dul kaldı.

Dul:

Gerekli her şey gibi ağıtlar da bir süredir kurallara bağlı. Göz göze değmeden düşmüyor ağıtlar… Ağıt dokunaklı: Kansere mi ağıt yakmalı, yoksa genç ölüye mi? Kansere ağıt daha kolay. Ama genç bir ölü için…

Sıcaklık yükseliyor odada. Ölü, bir örtünün altına saklanmış, çocuklar görmesin diye. Zaten çocuklar bir süredir hiçbir şey! Ölü, dul bir kadının ateşine karışıyor, dağılıyor odaya, kısa bir süreliğine… Her şey kısa. Ölüm kısa. Yaşam kısa. Dul kadın çıplak kalmış memelerini düşünüyor nedense; geçen sene bir oğlu olmuştu, memesinden süt içmişti, babasına bakmıştı top top gözlerle…

Herkesin sessizce ağladığı bir an oluyor. O an ölünün son sözleri duyuluyor sanki.

At hızlı, attan daha hızlı olan ise Ali’nin büyük oğlu Yaşar. Arkadaş ortamında gördü atı, anladı olan biteni, attı iskambildeki maçaları elinden, koştu, deliler gibi koşmak istedi. Tabii koşamadı, kapandı karın üstüne. Ağzı burnu karla doldu, aldırmadı. Ayağa kalktıktan sonra tekrar düştü, aldırmadı. Bata çıka, atla aynı anda yetişti doğduğu yuvaya. Aldırmadı.

Yuva:

Sahibini yitiren at, ölü yuvaların hüznüne katılmış, sessizce bekliyor. Hep bekleyecekmiş gibi, ölüme razıymış gibi, dimdik duruyor. Bu vakur bekleyiş çok sürmüyor ama. Bir çocuk taşıyor onu ahıra. Atın kulağı camide, muhakkak ki bir sela duyulacak. Ses mühim olacak o an. Ses bir yılan suretinde sokulacak yuvaya. Dolaşacak evlatların ve nesnelerin arasında. Duvarları karartacak belki. Sabah namazı beklenecek, mecbur… Ölüyü yıkayacaklar. Birkaç akrabaya haber salınmış, onlar şimdi abdest alıyor. Bir kadın durmadan Kur-an okuyor.

Yaşar’ın iskambil oynayan arkadaşları kalın kalın giyinmiş, bekliyor: Niyetleri mezarlığa gidip bir mezar kazmak! Aslında hazır mezar… Bir süredir hazır. Vefat gerçekleşirse diye kış başlamadan önce kazılmış. Tabii içi şimdi karla dolu. Kar kazmak lazım. Doğuyor güneş. Yavaş yavaş doğuyor. Aydınlanıyor köy. Haberi duymayanlar da duyuyor. Ani ölümler çökertir insanı, beklenen ölümler ise telaşlandırır. Bir telaş kaplar herkesi; kimisi elindeki işi hızlandırır, kimisi lokmalarını hızlı hızlı yutar. Bir yuvaya ölüm girdiyse teselli de girmelidir, umut da girmelidir çünkü. Güneşle birlikte toplanmıştı insanlar. Ali’nin yeğenleri komşu evlerin odalarına sobalar kurmuşlardı. Yas, yuvaların yeniden kurulması için doğal bir eşiktir.

Herkes bekliyor. Vakti geldiğinde sırtlanacaklar ölüyü.

Kar, durmuyor, durmayı hiç düşünmüyordu. Nöbetçi traktör, her geçen gün bir yoldan daha vazgeçiyordu. Yakında tek hedefi, kasabaya giden yolu temizlemek olacak. Artık bu saatten sonra ölüm de, hastalık da, gebelik de, sancılar da, her şey çok zor. O yüzden birileri çok sevdiği Ali’nin cenazesine ulaşamıyor. Korkuyor yola çıkmaktan, yolda düşmekten. Birileri ise inatla koyulmuş yola, gerekirse sürünecek ama yine de yetişecek cenazeye.

Mukadder, komşu evin en izbe yerinde, cam kenarına çökmüş, erkek kalabalığına bakıyor. Kulaklarına ağıtlar dökülüyor nicedir. Akıyor sanki ağıtlar, öyle bir kuvvete sahipler. İlk o görüyor aksi bir noktada ilerleyen boş tabutu. Bir eşek sırtlanmış tabutu. Tabutçu, eşeğin yanında yaya… İşi bu, yas evine tabut götürmek… Ölen kişinin son bahşişi bir nevi: Tabut kirası! Son yolculuğa bu tabutla çıkacak, son yuvasına yerleşmeden önce bu tabuttan bakacak etrafına. Tabutçu yakın zamanda Ali’ye oturması için cevizden bir sandalye yapmıştı. Ali daha borcunu bile bitiremeden sıra tabut kirasına gelmişti.

“…tabuttan bakacak etrafına.”

Öyle biliyor Mukadder, öyle hayal ediyor: “İnsan toprak altına girmeden ölmüyor. Yaşıyor, hâlâ yaşıyor.”

O yüzden Mukadder, pek sessiz düşünürken. Sesini, daha doğrusu isyanını amcasına duyurmaktan korkuyor. Amcasıyla arasında derin bir bağ var, bilmiyor, sadece hissediyor ve korkuyor.

Korku:

Kim bilir, nerededir dünyadaki en büyük mezarlık? En büyük şehirde olmalı… Peki, en büyük ölü şehir hangi dağın yamacında? İskeletleri kim toplamalı her şey sona erdiğinde? Kim bağlamalı son kefeni? Ali’nin kefenini kardeşleri bağlıyor. Kefen zor düğüm tutuyor, ne ilginç… Kar, durmak bilmeden yağıyor, birikiyor, rüzgârla dağılıp savruluyor.

Ölü, tabutun içinde, çıkıyor yuvadan. Adile, kocasının bir arabaya yüklenişini izliyor. Araba bir yuvayı da alıp götürüyor kendisiyle. Ölü ak kefene girip kurtulmuş acılarından. Geride ise birkaç iz kalmış sadece: Yaşar ne olacak? Geçen sene doğan çocuk ne olacak? Evin çatısını kim onaracak? Yakın zamanda tükenen umut, geride kalanları sabitliyor; Adile, çok üzülemiyor kocasının ölümüne, gelecek için kaygılanıyor sadece. Belki başkasıyla evlendirirlerdi onu. Pek sanmıyor. Gözü ağıtlara başlayan kayınvalidesinde… Oğlu ölmüş kadıncağızın. Kendisinden önce ölümü yakıştıramıyor evladına. Ama sabretmeli… Kendisine sarılan onca kadına güvenip yaşamalı sessizce. Adile, iki kadının erkeksiz bir yuvayı paylaşmalarını hayal ediyor, bu işin altından kalkamayacaklarını sanıyor. Ne yazık… Kocası bir tabutun içinde ilerliyor, o ise bir yalnızlığın içinde… Dul kadın olmak köy yerinde çok zor. Dize olmak bir ağıda çok zor. Metin olmak çok zor.

Demiri toz eden şair hangi şairdi? Bu soruyu düşünüyor omuzlara yüklenen tabuta bakan köyün genç öğretmeni. O da yanaşmış kıyıya… Kıyıdan duyuyor ağıtları. Mukadder’i düşünüyor, Adile’yi düşünüyor, diğer tüm çocukları düşünüyor. Nicedir sadece çocuklarla hemhal! Bu öğretmenliğe özgü bir durum olsa gerek… Yetişkin olamıyor, küçük gözlerin kederinden kaçamıyor sanki. Bilim, ölümü nasıl normalleştirir? Ölümü anlatmalı mı çocuklara, yoksa yok mu saymalı?

Kara montlara sarınmış bir grup erkeğin yürümeye başladığını görüyor. “Ölümler göçü bunun adı…” diye fısıldıyor ve ekliyor: “Yaşamla mezarlık arasındaki mesafe… Anne karnı da yuva, mezarlık da yuva… Gök de yuva, toprak da yuva…”

Bir süre sonra müşterek soruya ulaşıyor: “Ne zaman varacağız mezarlığa?”

Mezarlık uzak… Köyün kuytusunda… Köyün halkı itmiş sanki mezarlığı… Tıpkı Atlas gibi sırtında taşıyarak… İmam, önden biraz kuvvetli gitmek istiyor ama nafile. Ayaz başlamış… Dişleri bile donduran bir ayaz… Tabut taşıyanların elleri titriyor. İmam “Onca kuş nereye saklandıysa biz de oraya saklanmalıyız…” diye mırıldanıp hayallere dalıyor. O suskun bugün… O, ömrü boyunca dua etmiş çünkü. Sıra, mezarlığa doğru gidenlerde. Sıra, ömrü boyunca hayaller kurmuş o sergüzeşt adamlarda. Sıra teessüf edenlerin ordusunda. Dualar mırıldanıyor kalabalık. Biliyorlar, bugün ölmeyecekler ama nedir bu korku? Sanki herkes ebedi sorguda gibi titriyor.

Titreme:

Yaşar, evin arkasındaki dama gitti. Elinde iki kömür kovası… Küllerini kül dağının üzerine boca etti. Kül dağı, maşallah, karın altında öyle duruyor. Sıcak kül, karı yumuşatıyor. Bu sahneyi izlemeyi seviyor Yaşar. Bu yalnızlık değerli… Zordur köy yerinde insanın yalnız kalması. Hele ki kışın… Yazın koy önüne koyunları, en değerli yalnızlığa yürürsün ama kışın, ama kışın bu iş çok zordur. Kışın birbirine ve ateşe sokulur köyün insanları. Yaşar önündeki kovalara dalıyor. Bu iki kova evin içini ısıtacak. Sonra hayvan damını ısıtacak kovaları da doldurmalı. Bu kovaları hastalıktan üşüyen babası için doldurmuştu en son. Ağlamaya başladı bir anda. Aklına bir yaşına değen kardeşi geldi. Bir eli bir yaşında bir eli babasının avucunda; ne hatırlayacak kim bilir, kaldı babasız… Ne ilginçti yaşamak: Kardeşi doğmuş, babasına kanser teşhisi konmuştu. Babası sadece bir sene direnebilmişti. Bir çıra gibi tükenmişti. İçin için yanmış, parça parça dökülmüştü. Bir kütüğün üzerine oturdu Yaşar, dizlerine sarıldı, küçüldü, küçüldü, küçüldü. Herkesin gözü iki şeydeydi: Yetim kalmış Yaşar’da ve gökyüzündeki kara bulutlarda!

Yaşar, babasız ne yapacak? Nasıl dayanacak? Kime bakıp gülecek? İnsanla en güzel babası gurur duyarmış, gerisi hep hikâye…

Hikâye:

Muhabbetler ne zaman başlayacak? Buna ölen kişi karar verecek. Genç yaşta ölen kişi… Mukadder, kız kardeşinin saçlarını örerken ölen amcasını düşlüyor. Çocuklar için ölüm, karanlık bir yere gitmek gibi… Aslında ölüm, renkli bir masaldan dönmektir.

Çocuklar için sessiz kalmak zor. Mukadder de kardeşinin bitmek bilmeyen sorularına cevap veriyordu. Şöyle düşündü sonra: “Çocukların ve yetişkinlerin sorularına cevap bulunuyor ama benim sorularım genelde asılı kalıyor.” Asılı kalan sorularına bakıp kederleniyordu. Bazen her şeyi önemseyen bir dikkatle hareket ediyor, bazen de kimseyi umursamıyordu.  Genelde feveran hâlindeydi. İçi itiraz ateşiyle doluydu. Ailenin tepesinde bir yanardağ misali bekliyordu. En çok dikkate alınmamak üzüyordu onu. Hayalleri kimsenin umurunda değildi. Mesela dağların ardını merak ediyordu. Televizyonda gördüklerini düşlüyordu. Uyanamıyordu bazı günler uykusundan. Bazı geceler ise rüyalarla boğuşuyordu. Son günlerde ise ölüme cennet düşlüyordu. Ali amcasını çok severdi. Onun şakalarını ve neşesini özleyecekti.

Aklı aslında hep aynı sözlerde: “Mukadder’i, bizim Yaşar’a alalım. Benim gelinim olsun. Onu gelin göreyim. Onlara bir yuva kuralım. Bir yuvada yaşlansın Yaşar ile Mukadder.”

Bu amcasının tek vasiyetiydi.

…ve itiraz edilmemişti!

Mukadder, babasının “Olur…” deyişini hatırlıyor ama bu söze pek inanamıyordu. Babası muhakkak ki kırmak istememişti abisini. Aksi takdirde babası onay vermezdi bu evliliğe. Çocuk değil miydi o? “Saçma…” diyordu Mukadder. Fakat ölüye sesini duyurmaktan da çekiniyordu. “Bir ölü uyanıyorsa tekrar, ilk dakikalarda çok korkuyor olmalı…” diye düşünüp mevta olmuş kişinin dertlerine bir dert daha eklemek istemiyordu fakat şüphe… Şüphe yerleşince bir insanın içine, maalesef her şey birbirine karışıyordu.

Sahiden de yuvayı yapacak dişi kuş o muydu?

Düş:

Nicedir ses yok… Çocuk gürültüsü dışında pek bir şey duyulmuyor. Gülmek, öylesine konuşmak, neşelenmek, iştahlanmak, geç uyanmak yasak bu evde. Bu evden Ali’nin ölüsü çıkmış. Ali’nin üzeri karla kapanmış, öyle diyor son gidenler mezarlığa. “Bir ay geçti…” diye mırıldandı evin kadınlarına karışan Mukadder. Amcasının yattığı yatağı boşaltıyorlardı. Bir süredir odanın köşesini kaplayan yatak yok olmak üzereydi. Kumaşı çöpe atıp yünleri yaz gelince yıkanmak üzere saklayacaklardı.

Kar biraz durdu, sonra biraz daha durdu. Herkes evinin önünü temizledi. Tavuklarına koştu, koyunlarına hava aldırdı. İnsan gürültüsü arttı. Matemden uzaktakilerin neşesi de duyulmaya başlanmıştı. Tabii gökyüzünün insafı azıcıktır: Tekrar yağmaya başladı kar!

O günlerde köye bir adam gelmişti, “Kışı sazımla geçireceğim, sizi sazımla ısıtacağım” diyor, başka bir şey demiyordu; birkaç maharetli çocuğu da katmıştı yanına yöresine, durmadan çalıyordu, belletiyordu çocuklara, çocuklar da feci isteklilerdi, her gün bu konu konuşuluyordu sadece. Bu kar kıyamette civar köylerden bile çocuklar geliyorlardı.

İnat, bu ailenin tek kara lekesiydi sanki: Mukadder kar yağışına benzer bir kuvvetle dil dökmüş, günlerce ağlamış, yerlerde sürünmüş, eline bir bıçak alıp ölümle korkutmuştu annesini. Ama nafile! Karar verilmişti: Birkaç gün sonra Yaşar’ın karısı olacaktı.

Amcasının oğluyla karı koca olacaklardı. Bu evliliği matruşka oyuncaklarına benzetiyordu Mukadder. Sanki aynı yuva içinden başka bir yuva çıkacaktı. Yuva içinde yuva olacaklardı. İki yuvayı bir yuva edeceklerdi. Yaz oyunlarının en hızlı çocuğu Yaşar onun kocası olacaktı. Koca olmak ne demekti? Birlikte eskimek mi? Mukadder safça “Bu karda, bu kışta, nedir bu acele?” diye sormuştu. Bu soru evliliğe onaydı bir nevi. Annesi gülmüş, “Yaşar yolcu, yazı bekleyemez…” demişti. Ne demekti bu? Yaşar nereye gidecekti? Ne kadar yolcuydu? Ölüm bir yuvaya girdiğinde bir süreliğine herkes yolcu değil miydi zaten? Kimin nereye varacağına nasip denmez miydi? Yaşar nereye varacaktı?

Anlamıştı ama: Yaşar somut olarak yolcuydu! Hem de gitmesi an meselesiydi. Köydeki erkekler nicedir kanatlarını çok uzağa çırpabiliyor, Almanya’ya kadar gidebiliyorlardı. Yaşar da dayısının peşinden gidecek, ekmeğini gurbetin taşından çıkaracaktı. Yolcuydu o.

Yolcu:

Kar biraz durdu. Kendisinden daha güzel olanı görünce durmuştu, Mukadder’i. Mukadder, ödünç bir gelinlikle aynanın önündeki tabureye yerleşti. Süslenmek hoş olmazdı, ölüm onların kucağından çıkalı iki ay olmuştu sadece. Sadece gelinlik… Bembeyaz gelinlik…

Mukadder, gözyaşları içinde çıktı evinin kapısından. Bir iki zılgıt çekilir diye bekledi ama o bile olmadı. Henüz on yedi yaşındaydı. Büyükler büyük olduğuna kanaat getirmişti; babası bunu bile düşünmemişti, amcası ise ölüme giderken böyle bir şeyi vasiyet etmişti. Bu erkekler ne ilginçti? Oysa büyüklük tabiattı. Bazı yıldızlar büyük, kocamandı mesela.

Ölüyü evden erkekler çıkarmıştı, gelini kadınlar… Tek benzerlik renklerdeydi: Siyah!

Malum yas var, herkes siyah şalvarını giymiş, siyah hırkalara bürünmüş; bir tek Mukadder beyaz, kar tanesi gibi küçücük, eşsiz… Ali’nin atı, Mukadder’i bekliyor. Mukadder ata biniyor. At, otuz kadınlık bir kalabalığın karnına yerleşiyor. Birileri ağlıyor. Neye ağladıkları sezilmiyor. Erkek kalabalığı ise Ali’nin evinin önünde birikmiş.

Mukadder, yeni yuvasına gidiyor. At otuz metre ilerleyecek. Otuz metre ileriye sadece.