tree, meadow, nature-189852.jpg

Kıskançlık Üzerine  

 

Uyanmak istemiyorum. Çünkü bugün günlerden Pazar… Pazar günü uyur insanlar, uyumalıdır. Hafta içi zaten anam ağlıyor koşturmaktan. Bugün de uyanmak istemiyorum sabah erkenden. Uykum yoksa bile… Çarşaflara dolanıp kaybolmak istiyorum. Fakat olmaz! Uyanıp eşlik etmeliyim ona. Söz verdim. Durmalıyım sözümde. Üzerime yapışan sorumsuz insan damgasına inat kalkıp sevinçle takılmalıyım onun peşine. Seviyor beni. Açmalıyım gözlerimi. Sutyenini giyinişini izleyebilirim şanslıysam eğer. Gayet doğal bir görüntüyle karşılaşıyorum: O çırılçıplak. Eğildiği için sırt kasları olanca hacmiyle belirgin. Sağ omzunda toparlanan kaslara özellikle bayılıyorum. O bölge için özel çalışmalar yapıyor. Orası onun hazinesi. Gün boyu kolu bir geri bir ileri gidip geliyor. Onun da işi bu. İşi bedenini zorlamak, ciğerlerini şişirip kalbine kan pompalamak, nefesi kesilene kadar, tansiyonu düşene kadar koşturmak. İşi sadece bu ama birileri tarafından önemsenen basit bir devinimin beğenilere nail olması bile yıllar sürdü. Yıllar boyunca aynı şeyi sayısız kez yaptı. Ama şimdi o değerli kolları basit bir külotu bulamıyor çekmecede. Canı sıkıldı sıkılacak, her an küfür edebilir; benim için hava hoş, hatta mükemmel, az ötemde iyice gerilmiş harikulade kalçalar… Görüntü ayağa kalkmasıyla tamamlanıyor. Dolgun, kuvvetli kalçalar ve arka bacaklardaki gerilmeler… Benim izlediğimi biliyor galiba, ayak parmak uçlarında yükselebildiği kadar yükselip anatomik bir gösteri sunuyor bana. Alt bacak kaslarında yumurta büyüklüğünde iki kas şişip deriyi zorluyor. O kaslardaki anlık sertleşmeyi birbirinden ayrılacakmış gibi gerilen omuzlar takip ediyor. Bu son hareketle birlikte bel-karın kısmı incelip gövdeye üçgen bir form kazandırıyor. Gözlerimi sırtındaki biraz kaba olan omurga çizgisinde gezdiriyorum. Ulaştığım yerde kısa kesilmiş koyu kızıl saçlara değiyorum. Bu saçlar özellikle sarı ışıkta kusursuz bir parlaklık sunuyor bana.

Düzeliyor tekrar, hızlıca dönüp yatağa sıçrıyor, üzerime oturup bir parmağını ağzına alıyor: “Uyan bakalım… Yumurtalar için su koydum. Çabuk!”

Dokunuyorum ona. Göğüslerinde tutuyorum ellerimi bir süreliğine… Sol elimin işaret parmağına odaklanıyorum. Onun ıslaklığını fark ediyorum. Bir eliyle tuttuğu pembe külotunu kavrıyorum. Gövdesinde gezinen tırnağım bir ressam fırçası gibi… Yaşamı, zorlukları ve sıkıntıları… Hiçbir şeyi duymaz oluyorum. Dizlerindeki morlukları, baş parmağındaki kırık izini, fazla zorlanmaktan deforme olmuş dirseklerini görmez oluyorum.

Bu enerjik hamle ters bir etki yaratıyor, uyumak istiyorum tekrar.

Bağırıyor sevgiyle: “Hey… hey… hadi… Yumurta soymayı sevmediğimi biliyorsun.”

Aslında yemeyi de sevmiyor. Kalkıyorum mecbur. Bir an sarılıp onu aynaya yapıştırıyorum. Birkaç öpücük alıyorum. Beyazlığına şaştığım bir yüze sahip. Ela gözleri, belirgin elmacık kemikleri, dolgun dudakları…

Herkesin, gazetelerin, hatta ünlü futbolcuların peşindeki bir kadın…

Şu anda bana nazlanıyor: “Bak çocuk… Uslu dur. Yoksa aç karnına gitmek zorunda kalacağım antrenmana.”

Antrenman! Lanet olası antrenmanlar! Ayrılıyorum mecbur. Sıkı bir diyet mevcut onun hayatında. Rutinini bozmamalı… Elimi yüzümü yıkayıp mutfağa geçiyorum. Miskin hareketlerle kahvaltılıkları çıkarıyorum buzdolabından. Altı yumurta koymuş suya; dördü kendisi, ikisi benim için… Hepsini soyup ortak bir tabak yapıyorum. Benim tarafıma çok az tuz, bol zeytinyağı ve pul biber… Ekmek kızartıyorum canım çektiği için. İlginç bir şekilde kahvaltıda çay sevmiyor bu hoş kadın, kahvaltı sonrası yeşil çay içiyor. Birkaç çeri domates yıkıyorum buzdolabından çıkarıp.

Buzdolabı açık kalmış, ötmeye başlıyor, tam o esnada onu duyuyorum: “Öttürme şu dolabı… Ne çıkaracaksan hızlı ol.”

O esnada iri ellerini görüyorum onun. Sol kolu morarmış halter antrenmanı yaparken bar değdiği için. Olur hep böyle şeyler; ayak parmaklarından birisinde kırık, kolda çıkık, omuzda kas yırtılması, fibula denen tuhaf kemiğin tepe noktasında zorlanmaya bağlı ödemler, bunu takip eden tedaviler, kürler, hatta geçen sene uygulanan kök hücre tedavisi. Hepsi olağan şeyler bunların, verdiği ödünler… Buz, bizim yaşamımızın vazgeçilmezi… Geçen gün buz olmadığı için kavga etmiştik. Mecbur gidip tekel bayiden almıştım, o gıcık olsun diye tek bir bira da almıştım kendime.

Mutfağa girerken tişörtünü düzeltmeye çalışıyor. Altında da her zamanki taytı… Gitmiş artık çıplaklığı. Şimdi zayıf gözüküyor gözüme. Biraz sağlıksız. Sanki kırılacakmış gibi hassas. Ceylan gibi. Ama bilinir ki ceylan aslandan kaçabilecek kadar güçlüdür.  

Cevap veriyorum: “Uyanmaya çalışıyorum sevgilim.”

…biraz geç bir cevap olmuş olacak. Duymuyor beni. Bir şeyler çıkarıyor tekrar açtığı buzdolabından. Masaya taşıdığı cam saklama kaplarının kapaklarını açmaya başlıyor. Pek nazlı bir kadın değildir, kızarsa çabuk yatışır; öpücük atıp peynir doğrama işine girişine girişiyor, onu kızartılmış yeşil zeytinlerin sunumu takip ediyor. “Hadi ama uyan prenses!”

Dalga geçiyor kendince, o prens, ben prenses. Alıyorum kızaran ekmekleri tavanın üzerinden. Prenses gibi davranıyorum.

Oturuyoruz karşılıklı. Hızlı olmamız gerektiğine hükmedip sessizleşiyoruz. Gümüş renkle tasarlanmış duvar saatimiz bize evden çıkmamız için fazla zamanımız kalmadığını fısıldıyor. “Ben…” diyor yumurtalarını hüpletirken: “Zaten uyanır uyanmaz pekmez de yedim. Kesilmiş iştahım.” Takdir ediyorum onu. Ekmek dilimlerinden birisine kaymak sürüp uzatıyorum. Alıyor ve ısırıyor hevesle. “Yumurtaları bitir…” diyorum buyurgan bir sesle. Devam ediyor yumurta yutmaya. İstemiyor canı. Canı Nutella sürmek istiyor ekmeğe… Sıra ona da gelecek. Önce yumurtalar… Bakıyor bir çocuk gibi yüzüme. Mesele yumurta değil, mesele yumurtanın başlangıç noktası olduğu hayat… Sıkılmış görüyorum onu. Ama yapacak da bir şey yok. Yumurtalar yenecek, protein depoları doldurulacak; bu daha başlangıç, yulaf tabağı hazırlanacak enerji yüklemesi için, onu ara öğünlerde kuruyemiş kaseleri takip edecek, lif için tatlı patatesten başlayıp kahverengi pirince uzanan bir karışım ve ödül niyetine bir parça bitter çikolata, belki sade kahve…

Gözüm duvara astığımız süs rafa takılıyor. Rafın köşesinde minik bir voleybol topu… İşte, yaşamımızın anlamı! 

Müzik dinliyoruz kahvaltı boyunca.

Takıyor çantasını sırtına. O harekete dikkat ediyorum sadece. Sonra, bir anda arabaya ışınlanıyoruz sanki. Arabanın içinde uyanmışız, gün orada başlamış, biz hiç bu arabanın içinden kurtulamayacağız ama bir yere de gitmeyeceğiz.

Direksiyonda ben varım. Düşüyoruz yola. Ben de sportif bir şeyler giymişim. Bana döndüğünü görüyorum: “Ne yaptınız çocukların gösteri işini sevgilim?”

“Sorma hiç! Öldürdü dün o iş bizi… Elbiseli prova yaptık. Müdürler falan geldi. Kaç kez döndü çocuklar… Salak bir iş… Hep birlikte gelseler olmaz. Bir o geliyor, bir bu, bir genel müdür. Piç herif, pek beğenmedi sanki.”

“Nihat Bey mi?”

“Başka piç mi var?”

Gülüşünü duyuyorum, pervasız: “Sevgilim herkese piç diyorsun sen.”

Ben de gülüyorum: “Öyleler çünkü… Koltuk uğruna ana babalarını satmışlar çünkü.”

Bir süre sessiz ilerliyoruz. Ben bu muhabbetle birlikte düne dönüyorum. Özel bir okulda beden eğitimi öğretmeniyim. Sene sonu için bir gösteri hazırlıyoruz. Sevgili eşim de bir duyarlılık örneği gösteriyor; onca derdine tasasına rağmen ilgileniyor benim basit işlerimle, ben de yaklaşmalıyım ona:  “Siz hazır mısınız? Fenerbahçe çok fena son haftalarda…”

“Aynen öyle… Eğer liberoyu yorabilirsek bir ümit var. İşin gerçeği bizim yenebileceğimiz bir takım değil. Onların yenilmesini bekleyeceğiz artık.”

“Bence olabilir. İç sahadasınız.”

“Bizim piç eğer saçma sapan kararlar almazsa…”

Normalde ağzını bozan bir kadın değildir o. Genel bir umursamaz hava eser etrafında. Rahat, huzurlu bir kadındır. Fakat antrenörünün kararlarını hiç beğenmiyor. Onun hayatındaki piç de o. En azından sadece bir piç var hayatında. Şükretmeli!  

“Ben de anlamıyorum o adamı. Nasıl birinci lig antrenörüyse… Hasbelkader olmuş sanki. Zaten dedikodular var, banka yönetim kurulundan birilerini tanıyor diye.”

“Bu ülkede her şey böyle sevgilim… Dedikodu değil, gerçek o! Belki iyi adam ama iyi antrenör değil. Yabancıları da alamıyor etkisi altına… Tam bir araya geliyoruz, biri düşüveriyor maç içinde… Herkes kafasında bir strateji kurarsa olacağı bu…”

“Elena çok fena…”

“Aynen öyle… Kadın efsane tabii… O kadar para döküp getirmişler. Ama götünü kaldıramıyor artık. Yaşlanmış iyice. Aslında süresinden kısılsa on numara iş yapacak. Sahada olduğu her an rakip için tehlike… Ama yoruluyor bir yerden sonra.”

Yorgunluk, bir voleybolcu için felakettir. Üzerine düşen çığdır. Roket gibi gelen topun altında kalkmaktır. Voleybol, set sonlarında kazanılır, oraya kadar diri kalabilen takım avantajlıdır. Eşimin voleybol oynadığı kulübün tesisine ulaşıyoruz. Tam o esnada eşimin giydiği gelinliği hatırlıyorum. Ona çok yakışmıştı.

Devasa bir şirket logosu… Maaşımız, hayallerimiz, her şeyimiz…

Toplanmış kızlar. Sonlara kalmışız biz. Herkes anlıyor tabii sebebini. Çünkü ben de eşlik etmişim sevgilime. Selamlaşıyoruz bazı kızlarla. Onlar sahaya iniyor, ben tribüne geçiyorum. Yanımda termosla kahve getirmiştim, iyi ki de getirmişim, ilk yudumda harika bir hisse kapılıyorum. Voleybol demek gürültü demektir. Ama birazdan başlayacak gürültü… An itibariyle gürültü öncesindeki kısa, müstesna sessizliği paylaşma vakti. Birkaç kişi daha var tribünde. İki altyapı sporcusu… Biz de gelir, izlerdik a takım çalışmalarını. Henüz dizlikler yukarıya çıkmamış, henüz tişörtler su içinde kalmamış; şimdilik ortalık sessiz ve herkesin üstü başı düzgün! Hatta siyahi bir sporcu ojeler sürünmüş, rengarenk tokalar takmış… Bir modern heykel gibi pürüzsüz…

Gürültü öncesi sporcular esnek ve sessiz adımlarla antrenör etrafında anlamlı bir çember oluştururlar. Ardından kısa süreli bir koşu başlar. Sadece adım sesleri duyulur bu koşuda. Kırılacakmış gibi duran uzun kadın bacakları… Çevredeki erkekleri pek umursamayan dişil bir gösteri… Belki de kadınlık tarihinin kas gücü olarak zirvesi… Antik çağda böyle bir gösteri ancak hayal edilebilir; etrafta tombul ve pasif erkekler, ortada harikulade kuvvete sahip kadınlar! İşin özü sahadaki dişilik pek ilgi çekici değil. Sevgilim hariç… O, uzun boylu kadınlara pek bahşedilmeyen estetik bir görüntüye sahip. O yüzden yakın zamanda modellik yaptı bir giyim firması için. Oradan gelen parayla hayalimizdeki yazlığı satın almaya bir adım daha yaklaştık.

Dalıp gidiyorum gürültü başlayınca…

            Ben de bir zamanlar bu gürültünün içindeydim…

                        Benim de ayaklarım parkelere sürtünüyordu…

Kahve termosunun içindeki bulanık sıvıya bakınca kendimi görüyorum. Zayıflık, çirkinlik, yetersizlik hissediyorum. Kendimi duyurmaya çalışıyorum:

Sevgilimle bir arkadaş vasıtasıyla on dört yaşındayken tanıştık. On dokuz olduğumuzda evlendik. Çok erken… Sevgilim küçük yaşlarda profesyonel olmuş, başarılı bir voleybolcu… Bense basketbol oynuyordum. Ben ilerleyemedim bir yerden sonra. Sakatlık bahanesinin arkasına sığındım ama aslında biliyordum gerçeği. Profesyonel seviye için yeterli değildim. İkiyüzlüdür spor camiası, özellikle de antrenörler, tek dertleri kazanmaktır, sahadayken kullanabileceği her silaha ihtiyaçları vardır. Bin bir çabayla o silahları parlatır dururlar gün boyu. İşleri bittiğinde ise paslanmaya bırakırlar hemen. Unuturlar sporcularını. Onları kenara çekip “artık yeter, senden olmaz” demezler mesela. Aksine umutla kandırırlar hepsini.

Sonra beden eğitimi öğretmenliği okudum üniversitede. Çocukluğunuzu spora adayınca pek bir seçenek de kalmıyor açıkçası, biraz da haylazlık… Mezun olduktan sonra devlet okullarında çalışmayı şehir değiştirmesi an meselesi olan sevgilimden ötürü hiç düşünmedim. O nerede, ben orada çünkü. Bir özel okulda beden eğitimi öğretmenliğine başladım. Sevgilim hayallerine kavuşmuş, bense boş hayaller peşinde koştuğumla yüzleşmiştim. Düğünümüz çok güzel geçmişti. Sevgilim çok seviyor beni… Ama ben onu kıskanıyorum. Sahada olmak istiyorum. O yüzden ilgilenmiyorum bazen onunla, bile isteye, beklediği halde hiçbir soru sormuyorum. O benim yapamadığımı yapmış çünkü. Keşke evlenmeseydim onunla diyorum bazen. Fakat o… Naif, sevgi dolu, komik birisi… Ne deyip de boşanacağım ondan. Arkadaşlarıma, ortak dostlarımıza, ailemize ne diyeceğim? Onu kıskanıyorum, o voleybolcu olabildi, ben olamadım mı diyeceğim? Onun her başarısında hem seviniyorum hem üzülüyorum mu diyeceğim? Onun milli formayı giymesine imreniyorum mu diyeceğim? Zor bir durum: Evlendiğiniz kişi sizin hayallerinize ulaşmış ve bunu da kolaylıkla yapmış… Allah vergisi diyorlar işte… Bazen sokak ortasında durdurup ondan imza alıp bana öylece bakıyorlar. Beni görmeyenler bile oluyor. O an içim sızlıyor. Fotoğraf çektirirken bizi ayırıyorlar. En acısı, sevgilim de bunun farkında. Ama sessiz. Kabul etmiş. Kabuğuna çekilmiş. O yüzden belki de çalıştığım ortamla ilgili… Başarılı buluyor beni. Oysa yaptığım çocukları toplayıp oyun oynamak, spor yaptırmak… Hayallerim ise NBA! Halen ümit taşıyorum içimde. Acaba yeniden başlasam toparlayabilir miyim kendimi diye… Sonra benden yaş olarak küçük çocukların profesyonel olduğunu görüp üzülüyorum. İkimiz de ite kaka üniversiteyi bitirdik. Hadi o antrenmanlara gidiyordu, ya ben? Sırf boş arkadaşlarla takıldığım için… Alkol, başka kızlar, arabalar… Sevgilim bunu da biliyor galiba. Depresyon diyor benimle ilgili… Boş vaktini evde kitap okuyarak geçirdiği için akıllı sözler edip akıllı gözlemlerde bulunuyor. Bense tüm geceyi araba satış ilanlarına bakarak, maç izleyerek geçiriyorum. Sırf o kitap okumayı seviyor diye belki de… İnsan, niçin kıskanır eşini? Kıskançlık, insanı en ağır tokatlara iten kötü bir huydur ve iyileşmez yaralar açar yaşam denen frekansı düşük heyulada. Bazen sevgilimi sırf kendisine daha yakın diye başka voleybolcuların altında hayal ediyorum. Başarıyı kıskanmak hafif gözükür insana, fakat kartopu yamaçtan yuvarlandıkça nasıl büyürse bu kıskançlık da öyle büyüyor. Fakat nezaket… Sevgilimin nezaketi ve eğlence düşkünlüğü benim bu kötücül duygularımın tüm yansımalarını öldürüyor. Mutlu gözüküyoruz dışarıdan. Ben o olmadığında daha rahatım sanki. Sosyal ilişkilerimde daha keyifli… Fakat eve döndüğümde… Onun ayaklarını buz dolu bir kutunun içinde gördüğümde… İçime bir huzursuzluk çöküyor. Onun yorgunluğunu bile kıskanıyorum. Maçı kaybettik diye ağladığı geceler ben gülüyorum içten içe. Diyorum içimden Allah daha büyük dert keder vermesin. En ilginci de üzerinde formayla seviştiğimiz günler oluyor. Böyle bir fantezisi var. Aslında ben pek keyif alamıyorum. Forma görmek bile istemiyorum. Tabii itiraz edemiyorum. Zaten aşırı yoğun geçen yaşamında az sevişiyoruz. İki haftada bir deplesmana gidiyorlar, bazen Avrupa kupası maçı için haftanın ortasında başka ülkelere geçiyorlar. Onu havalimanına götürmek benim için zulüm… Oysa onun için de zulüm… Artık sıkılmış başka yerlere gitmekten, zevkle döşediği evinden uzaklaşmaktan, otel odalarında uyumaktan… Bazen yer değiştirme büyüsü gerçek olsa diye hayallere kapılıyorum.

“Acaba…” diye düşünüyorum kollarımı önümde kavuşturup: “Onu sırf başarısızlık hissi yaşasın diye boşanmak istiyor olabilir misin?”

…ya cesaret?

Hayallerini gerçekleştiremeyen birisinin cesareti yoktur.

Bir an irkiliyorum. Sevgilim esneme hareketlerini yapmak için benim yakınıma kadar sokulmuş, bana öpücük atıyor.

Ben de ona öpücük atıyorum.