Kar Yağıyor
Gökyüzü becerikli insanların sayesinde birbirine çarpmayan uçaklarla dolu…
Bu becerikli insanlardan birisi de Suzan’ın kocası Berkant’tı.
Suzan, uçaklara istikamet veren kocasını düşünüyordu. Bir siyah ekran, hareket eden bir sürü nokta… Geometrik bir düzenle parçalara ayrılmış gökyüzü… Kimin aklına gelmişti bu düzen? Berkant anlatmıştı, Hertz demişti, Marconi demişti, Hülsmeyer demişti, galiba Tesla da demişti. Elektromanyetik dalgalar, yansıma, hareket eden nesnelerin algılanması gibi detayları büyük bir heyecanla anlatmış, videolar izletmişti. Seviyordu mesleğini…
Sekiz yıl önce evlenmişlerdi. Beş odalı, boydan boya pencerelere sahip geniş bir eve sahiptiler. Süslü mobilyaları, kocaman bir televizyonları vardı. En özendikleri, mobilyalarını seçerken en mutlu oldukları oda, çalışma odasıydı. Berkant kitapları dizerken “Sen de belki bu odada bir şeyler yazarsın…” demiş, onunla retro berjerin üzerinde sevişmişti. O mutlu güne dair Suzan’ın aklında şu cümle kalmıştı: “Suzan, bu ev seninle güzel…” Bu cümle onu çok mutlu etmişti. Bazen masaya oturur, bir şeyler yazmak isterdi. Yazdıkları bir bütünün parçası olmazlardı. Öyle zamanlarda kocasının kullandığı gibi bir radar sistemi hayal eder, uçuşan ve birbirine çarpıp yok olan sözcükleri bir düzene sokmak isterdi.
Sonra bir gün… Kocası ona doğum gününde antikacıdan alınmış değerli bir daktilo hediye etti. Bu romantik hamlede bir zorlama sezdi Suzan, sonra kızdı kendisine, karıştı zamana ve romantizme; yalnız kaldığında daktilonun birkaç tuşuna bastı, kâğıt taktı, kocasına duygu yüklü bir mektup yazdı. Seviştiler mektubun üzerinde, çılgınlar gibi… Berkant mektubu hediye kutusuna kaldırırken çıplak gezdi evin içinde.
Peki, bugün…
Kocası üç gündür uğramıyordu evine…
Ne zaman kaybolmuştu birlikte çağırdıkları o pembe melek?
Evlilik cüzdanlarına ne olacaktı?
Mazi, yakınıyla uzağıyla iç içe niçin geçmişti?
Yakın zamana ait bir hatıra:
Araba ilerliyor… Şehrin dışına, yeşilliklere doğru, yoğun bir özlemle gidiyorlar. Radyo dinliyorlar giderken. Sabahın erken saatleri… Bir akaryakıt istasyonunda duruyorlar. Suzan, Berkant’ı takip ediyor. Berkant inip cüzdanını çıkarıyor, istasyon görevlisiyle konuşuyor. Neşeli geçiyor nedense muhabbetleri… Berkant dikkatle akaryakıt dolum cihazındaki dijital göstergeleri inceliyor. Sanki hata arar gibi. Bir mühendis dikkatiyle… Oysa hata olmazdı bu göstergelerde. Kendi ekseninde birkaç minik adımla hareketini sürdürüyor Berkant. Kim bilir neler geçiyor aklından? Bir sigara parlatmak istiyor belki de. Ama yasak bir bölgede… Kıyafetleri ormanlık alan için doğru seçimler… İthal, pahalı ürünler… Columbia marka… Suzan ise sade seçimlere başvurmuş; bir renkli tayt, bir peluş ceket… Tekrar çıkıyorlar yola. Berkant hemen dalıyor düşüncelere, karartıyor yüzünü. Şikâyetçi ama neyden şikâyetçi, anlayamıyor Suzan. Korktuğu için sormak istemiyor… Arkada beş yaşındaki kızları Pelin uyukluyor. Onun önünde olası bir çatışma “doğru” olmaz diye düşünüyor Suzan. Fakat çıkıyor çatışma… Berkant bir şekilde beceriyor bu işi.
Son günlerde, annesinin deyimiyle, dedesinden kalma bir öfkeyle hareket ediyor Berkant. Bu öfke hâli, bir anda belirdi sanki. Bir deprem olur, sürpriz bir ada ortaya çıkar ya, işte öyle…
Peki, ya şiddet?
Ne zaman başlamıştı? Evliliklerinin dört yüz yetmiş altıncı gününde… Suzan, öncü belirtileri göz ardı etmiş, yeni evli bir adamın hezeyanları olarak düşünmüştü. Şöyle bir teori oluşturmuştu: Bir evi paylaşmaya başlayan insanlar ilk günlerde sıkıntılar yaşayabilirler. Ama şiddet? Kabul edilemezdi. Öyle sanıyordu Suzan. Boyun eğdiğini anladığında birçok kadınla ortak bir kaderi paylaştığını özümsemişti. Önceleri duyardı, görürdü bazen; seslere tanık olmuştu çocukken, bir keresinde bir akrabasının burnunu kırmıştı kocası. Bu vakalar bir görüntü, bir an sadece… Etkileniş bile çok sınırlıydı. Şimdi ise uzaklardaki kadınları bile duymak istiyordu Suzan. Çözüm bulmak, bir yerlere ulaşmak, yok etmek şiddeti… Kamu kurumlarının çalışmalarını okuyor, sivil toplum örgütlenmelerine kulak veriyor, psikologların sayfalarında geziniyordu. Tabii hepsini gizlice, sezdirmeden; zamanla yeni bir karakter oluşturarak, herkes onu evinde mutlu mesut oturuyor sanırken o yabancı dilde yazılmış bir metni Google Translate kullanarak anlamaya çalışıyordu.
…zaman! Elbette zamandan medet umuyordu.
…zaman? Zaman, Berkant için kalın bir çizgiydi. Ya öfke, kibir, stres… Ya da aşırı keyif, umursamazlık, yüksek ve basit kahkahalar…
Saklanmıştı Suzan. Evlenmeden önce “özgürlük kalesi” olarak hayal ettiği evinin içine… Hem de şık, modern, ışıltılı bir evin içine. Zaten fark etmiyor tutsaklık! Bazen Norveç’teki hapishanenin fotoğrafını paylaşır gazeteciler, işte şöyle imkânlarla dolu, şöyle lüks gibisinden… Asıl hapishane şiddet mağduru kadınları evi; onların da imkânları harika, hatta çoğu lüks…
Berkant insanların yanında daha derli topluydu. Örnekti. Başarılı bir mühendisti. Ama onlar bir aradayken… Birbirlerini değiştirebilen iki madde gibiydiler. Bir durum çok belirgindi ve acil müdahale istiyordu: Berkant gözlemlerini marazi fikirlerle besleyip paranoyalar oluşturmaya başlamıştı. Mesela bir hırsız görüyordu evliliklerinin etrafında. Evlerini güvenlik personeli olan bir siteden seçmişti, alarm sistemi taktırmıştı, hırsızlardan koruyabiliyordu yuvasını. Ama evliliği… Evliliğin doğal bir alarmı vardı o da Berkant’ın gözlerinin gerisindeki süzgece takılıydı. Her an çalabilirdi bu tuhaf alarm! Suzan’ın gitmesinden, biri tarafından ikna edilmesinden korkuyordu. Oysa yoktu öyle bir şey. Suzan kalmak, kocasıyla mutlu olmak, kızına annelik etmek istiyordu. Sakin, durgun, aklı başında bir kadındı Suzan. Ayakları üzerinde durabiliyordu. Güzelliğinin farkındaydı, özgüveni yüksekti, insanları gözünde büyütmezdi, insanlarla iyi geçinirdi ama yalnız da çok mutlu olabilirdi. Belki de başka bir şey değil, salt bu durum Berkant’ı korkutuyordu. Suzan’ın dertleşebildiği tek arkadaşı “Canım Onur senin için tamamlanmış bir kişilik diyor,” demişti. Onur onun eşiydi. Bu çift Suzan’ı evvelden tanıyordu. Suzan “Biraz iddialı olmuş,” diye cevap vererek teşekkür edince arkadaşı düzeltmişti cümlesini: “…neredeyse tamamlanmış!” Gülmüşlerdi bunun üzerine.
Suzan, o gün içinden “Düşen özgüvenimi yükseltmek istiyorlar,” diyerek makul bir sanıya kapılmıştı. Ama Onur’un da fikirleri ciddiye alınmalıydı. Suzan kıymetinden haberdardı ama bu öz farkındalığın pek bir kıymeti yoktu. Bir tarafta öz farkındalığı olan kendisi, diğer tarafta onun şahsiyetini pek de önemsemeyen kocası… Aslında onun iyi hissetmesi gerekiyordu ama kocası istediği gibi hükmediyordu zamana, istediğinde neşelenebiliyor, genelde nazik davranıyor, sosyal ortamlarda girişken olabiliyordu, parayı ise araç gibi kullanmayı çocukken öğrenmişti; jestler, ısmarlanan yemekler, iş değiştiren arkadaşlara pahalı hediyeler, kaliteli sigara ikramları, pilotlardan rica edilen malt viskiler ve bu gibi şeyler için durmadan çalışan bir çene…
Önemli miydi konuşulanlar?
Düğüm olmuş bir mesele varken kör makaslar?
Düzelir sanıyor, dualar ediyordu kocası için. Dikkatli davranıyor, suyuna gidiyor, koyduğu bütün kurallara uyuyor, uyurken sırf o uyanmasın diye yatağında bile dönmüyordu. Sonra şüphe birikti kapıda: Birileri, Suzan’ı sıkıştırıyor, kocasıyla ilgili sorular soruyordu. Özellikle Berkant’ın ailesinden birileri… Bu duyarlılık, biraz da delil arayan bir dedektifin kirli merceğiyle yapılıyordu: Suçlu kim? Onlar suçluyu araya dursun Suzan her geçen gün mükemmel olmak için didiniyordu. Mükemmel olmak ve Berkant’tan onay almak… İncinmişti, yaralanmıştı, birisinin ona tiksinerek bakmasına katlanamıyordu; en kötüsü de bırakıp gitse tiksinerek bakanlar yüz değiştireceklerdi sadece, o her yerde Berkant’ı görmeye devam edecekti. Yüksek ihtimal herkes ona Berkant’ı anlatmaya devam edecekti. Zenginseniz, varlıklı bir ailenin çocuğuysanız ve bazı bilgilere vakıfsanız, ama en önemlisi de zenginseniz çözümlenmesi gereken kişi genelde siz oluyordunuz. Hele ki Suzan tam tersi bir yaşamdan gelmişken… İstisnasız herkes Berkant’ı merak ediyor, onun satın alacağı arabayı düşünüyor, kızını hangi özel okula göndereceği hakkında fikirler yürütüyordu. Suzan güler yüzüyle katılımcıydı sanki bu yaşama… Bakmayın siz “birey” olan kadın yalanına. Suzan’ın akrabası kadınlar bile Berkant’ın neler yapacağını merak ediyorlardı. Suzan dizini kırıp oturmalıydı evinde ve lüks kıyafetlerle mutlu olmalıydı. Aslında Suzan mevcut zenginliklerinin fazla olmadığını da çok iyi biliyordu. Lafı bile olmazdı belki… Ama orta gelir grubuna mensup çevrelerinin muhabbeti genelde alınan satılan şeyler üzerineydi.
Evlenirsin, soyarsın eşinin yüzünü, bir maske elde edersin. Farkındalık sahibiysen, bilinç sahibi olmayı önemsiyorsan, gözlemci biriysen bu maskeyi alıp saklarsın. Ama her şeyi oluruna bırakan şehvet düşkünü bir yeni evliysen ilk sıkıntıda o maskeyi alırsın başkalarının yüzüne geçirmeye başlarsın.
Bırakıp gitse… Toplum evini elinde tutamayan sabırsız kadın olarak kodlayacaktı onu. Tahammülsüz, itaatkâr olmayan, huzursuz, geçimsiz, en kötüsü de dişi olamayan…
Bir damla yaş süzüldü yanağından…
Evinin mutfağındaydı. Harap olmuş sinirleriyle Pelin’in yaptığı resme bakıyordu. Resmi Berkant asmıştı duvara. Beyaz lake dolaplara sahip geniş mutfak o an bir ufak lambayla aydınlanıyordu sadece. Şaşılacak bir şekilde tertemizdi her yer… Yemeğini yapmış, etrafı toparlamış, bulaşıkları yıkamıştı. Aslında salonda olması gerekiyordu. Mutfakta tek başına oturmak âdeti değildi. Telefonuna bakmıyor, herhangi bir işle ilgilenmiyor, sadece oturuyordu. Sandalyesine yan oturmuş, sırtını duvara yaslamıştı. Saydam bir kozanın içinde olduğunu hissetti. Sigara içmek istiyordu. Pek de hoşlanmadığı halde yaktı bir tane… Üç yıl önce ölen annesini hatırladı. “Bu koza…” diye mırıldandı: “Annemin mezarlığıyla ilgili, biliyorum…” Onun vefatı daha da zorlaştırmıştı işleri. Sanki herkes, hatta her eşya ona teslim edilmişti. Gitse gidemeyecek, kalsa duramayacak, konuşsa anlaşılmayacak…
Telefonu titriyordu; baktı, bir mesaj:
“Abla, babam çıkmış evden. Ben de geliyorum on dakikaya. Biraz geciktim galiba…”
Kardeşi Sema… Güya erken gelecek, ablasına yardım edecekti yemek hazırlarken. Üniversite eğitimi için koşturuyor, dolu dolu bir yaşam sürüyordu. Sert bir mizaca sahipti, hemcinsleriyle anlaşamıyor, erkekleri yetersiz görüyordu. Yaşamı, belirsiz bir dava üzerine kurulacaktı; bunu sezebiliyordu Suzan ama zamanı ve içeriği hayal edemiyordu. Belki siyaset… Belki bir sivil toplum kuruluşu… Şimdiden sokak hayvanları için çalışan bir dernekte aktif rol üstlenmişti.
Anneleri ölünce teyzeleri onlarla muhabbeti arttırmıştı. O güne dek bu kadın “teyze” idi Suzan için: dedikodu seven, hareketli, delidolu bir akraba… Ablasının -Suzan’ın annesi- sıkça sinirlerini hoplatırdı, pek anlaşamazlardı, kavgaları gürültüleri hiç eksik olmazdı. Böyle kadınlarda sezgiler ve vesveseler iç içe geçmiştir. Bir gün bu vesvese sahibi teyze, artık yeğeninin evinde ne gördüyse, Suzan’ı çat kapı ziyaret edip “Seni rüyamda gördüm de geldim,” demişti. Konu konuyu açınca Suzan ağlamaya başlamıştı çünkü karşısında annesini görmüş, onunla konuştuğunu sanmıştı; teyzesi de nasıl olduysa kendi kişiliğinden sıyrılıp ölü ablası gibi konuşmuş, heyecanlanınca onun gibi elini kolunu telaşla savurmuştu. Suzan ona çok abartmadan yaşadıklarını anlatmış, “Sadece aileden sana anlatıyorum,” demişti.
Teyzesinin çözümü ise gayet basitti: “Sizin evde büyü var! Kocana büyü yapmışlar.”
Suzan günlerce düşünmüştü. Hiç inanmazdı oysaki böyle şeylere. Duyardı, ederdi, bu iş için bir yerlere gidenlere de kendini o işe kaptıranlara da çok acırdı; neticede Türkiye’de yaşıyordu, her mahallenin bir imamı iki de imam geçineni vardı. Suzan’ın üniversitedeyken en yakın arkadaşı da hacı hoca meraklısı bir kızdı. Annesiyle birlikte yapmadıkları, içine girmedikleri efsun kalmamıştı. Belki de bir araba parası harcamışlardı bu uğurda. Onlarınkisi artık şifa aramak değildi, tutkuydu. Suzan onunla da konuşmayı düşünmüştü, neticede bilgi sahibi bir insandı ama cesaret edememişti, malum, o kadar dalga geçmiş, hakir görmüştü arkadaşını. İyi hatırlıyordu: Tam on gün sonra teyzesiyle buluşup bir adamın evine gitmişlerdi. Öyle garipti ki… İki kadın hiç tanımadıkları bir adamın evine güvenle gidebiliyorlardı ve evde onları başka kadınlar karşılıyordu, ki bunların birçoğu inanç sahibi insanlardı. Bir umut deyip gelmişlerdi bu dert otağına… Adam imam diyordu kendisine. Geniş bir gecekonduda yaşıyordu. Bir kadın eve gelen misafirleri girişteki holde karşılıyordu. Orası curcunaydı. Birisi keramet sahibi adam için “şıhtır efendimiz” diyordu mesela. Adam ellili yaşlarda, epey uzun boylu, büyük ellere sahip yakışıklı birisiydi. Sahiden de büyü görmüştü Suzan’ın evinde. Korkutmuştu onu biraz. Büyüyü bozacak tılsımı da epey yüksek bir meblağ karşılığında vermişti onlara. Faydasını görmüşler miydi? Hayır. Çünkü Berkant’taki büyü çok büyüktü. Bu kanıya varmıştı teyzesi. Suzan ise hem özsaygısını yitirdiği için çok üzgündü hem de teyzesiyle bu konuyu bu kadar detaylı konuştuğu için pişmandı. Oracıkta, o gün, bir daha açılmamak üzere kapanmıştı bu mevzu.
Ayaklanıp sigarasını söndürdü, parmaklarına kolonya damlattı, ardından salata için ılık suda beklettiği sebzelere yöneldi. Çekmeceyi açtı, bıçaklardan birisini aldı eline. Bu pahalı bıçağı kocası almıştı zamanında. Fakat doğru düzgün kullanmamıştı. Gözü saatteydi. Yemekleri ısıtmak için ocağı en kısık ayarda açtı. Kafasını pencereye doğru çevirince gülümsedi: Kar yağıyordu. Başlamıştı sonunda… Kızı Pelin sabahtan beri kar bekliyordu. Dedesi telefonda söylemişti kar yağacağını. Tüm gün kedisi Hobbit ile birlikte cam kenarında beklemişti ama yağmamıştı kar. Şans işte… Kar başladığı vakit o uyuyordu. Suzan telefonunu aldı eline, yolda olması gereken babasını aradı. Keyfi yerindeydi babasının… Karda yürümekten ötürü mutlu olmuştu belli ki. Arama maksadını dile getirdi Suzan: “Baba, ben bakıyorum yukarıdan. Zile basma… Pelin uyuyor. Açarım kapıyı sen gelince.”
Oval biçimli balkonun tam ortasında yuvarlak bir masa vardı. Köşede hoş bir çiçek standı… Kafasını cama yasladı Suzan. Limonlu suyunu içiyordu bir yandan. Acaba Berkant şu anda neredeydi? Dört gündür gelmiyordu evine. Kapıyı çarpıp çıkmıştı.
Önce babası geldi, sonra Sema…
Pelin de uyanmıştı, Hobbit de…
Pelin, “Mustafa dede, Mustafa dede…” diyerek zıplıyor, mutlulukla sarılıyordu dedesine. Tabii kimseyi şaşırtmayarak hiç susmuyordu: “Kar yağıyor dede. Kar dolsun her yer. Bizi dışarı çıkar. Hobbit de gelsin. Gelsin mi?”
Onların kedisi dışarıya çıkamazdı. Bunu biliyordu Pelin ama yine de soruyordu dedesine. Hobbit, Scottish Fold cinsi, kül tonunda bir kediydi. Babası, Pelin’e geçen sene hediye almıştı. Bir sürü de para saymıştı bu tatlı kedi için. Pelin için iyi olacağını bir dergide okumuş, bu kediyi bulmak için epey zaman harcamıştı. Şecereli bir kediymiş, soyu sopu kayıt altındaymış, mikrop falan katiyen bulunmuyormuş, zaten bu kedinin sahipleri genelde varlıklı insanlarmış, vesaire…
Eve hareket gelmişti. Bu mutlu ediyordu Suzan’ı.
Sema okul yaşantısını anlatıyordu heyecanla. Yaşı, güzelliği, hareketliliği… Her şeyiyle çok güzel bir genç kadındı. Suzan ciddiyetle dinliyordu kardeşini, onun maceraları hoşuna gidiyor, konuşmanın seyrine tavsiyelerle ve kahkahalarla katılıyordu. Onun anlatacak bir şeyi yoktu sanki. Bu süslü ev, duvarlar ve haylaz bir kız çocuğu… Hepsi de Sema’nın ilgisini çekmeyecek meseleler!
Dağılmıştı sevgi notaları, toparlamak gerekiyordu ama yaş otuz beş olmuştu, bu kızın türküsünü kimse dinlemezdi artık.
Yemeği salondaki masadaki yiyeceklerdi, susup servise başlamalıydı Sema.
“Hadi artık Sema…” diye seslendi Suzan: “Sen şu tabakları salona götür.”
Evlere özgü, bir neşeli porselen koşuşturmacası başladı; Pelin de katıldı annesiyle teyzesine, salata kâsesini taşıdı salona. Çabucak hazırladılar sofrayı…
Suzan iştahla çorbasını içen babasına baktı. Bir zamanlar farklı becerilerle yüzdüğü yaşamda artık bırakmıştı kendisini zorlamayı, sırt üstü uzanmış, yıldızlara bakıyor, belki karısını, belki de geçmişini düşünüyordu. Sessiz bir yaşlılıktı onunkisi. Doktorları şaşırtan bir sağlıklı olma hâline sahipti ama bunu pek önemsemiyordu sanki. Belki de önemsemediği için sağlıklıydı. Az biraz emekli maaşıyla Sema’yı okutuyor, başka birisini istemiyordu yaşamında. Bazen Sema takılır babasına, “Sana etli butlu bir kadın bulalım baba,” derdi; damatlık bakar, ona mahalledeki dul kadınları gösterirdi. Babası ise maharetli ellerini kaldırıp gülümseyerek cevap verirdi: “İstemez kızım. Ben sana da kendime de bakarım.”
Bir anda neşelenmişlerdi. Pelin, güldürüyordu herkesi… Suzan onu havai fişeklere benzetiyordu. Ama onun kızı değildi sanki. Babasının kızıydı. Ne zaman ne yapacağı hiç belli olmuyordu. Çok zeki bir çocuktu, ama yıkıcılık vardı zekâsında. Hoyrat, zorlayıcı, hatta zorba bir çocuktu. Gittiği anaokulundaki öğretmenleri şikâyetçiydi ondan. Suzan “Acaba bir uzmandan mı destek alsak,” demişti bir gün Berkant’a. Berkant “Tamam…” demiş, sonra onun bulduğu tüm uzmanları “Bu kadar pahalı mı ya bu iş?” diyerek veto etmişti. Nihai tespiti de kendisi yapmıştı: “Şımartılıyor bu çocuk… Düzelir. Her çocuk böyledir.”
“Bizim ışığımız…” diye fısıldadı Suzan, kocasıyla yıllar önce yaktıkları ateşi hatırlayarak: “Yeterli ama görkemden eksik.”
Berkant tam tersini düşünüyordu: Bir çocuk daha istemişti geçen sene. İki çocuk berekettir demişti. Sanki farkında değildi olan bitenden. Attığı tokatlardan, ettiği hakaretlerden… Belki de içinden “Her çocuk böyleyse, her koca da böyledir,” diyordu. Her kadın? Çocuk öyleyse, erkek öyleyse, kadın da öyle, onun kafasındaki gibi olmalı…
Pelin odasından bir sürü kâğıtla döndü. Çizdiği resimlerdi bunlar. Pek yetenekli sayılmazdı ama büyük bir hevesle alıyordu boya kalemlerini eline. Çoğu resimde Hobbit vardı. Hobbit aslında gri bir kediydi ama Pelin onu yeşil, pembe, mor resmediyor, bazen de rengârenk bir şey ortaya çıkarıyordu. Ona göre bütün kediler Hobbit’ti zaten.
“Dede, bak bu sensin…”
“Dede, bu da Hobbit, şu kedinin arkasındaki adam da babam…”
“Dede, uçak da çizdim. Kedi sürüyor bu uçağı.”
“Dede, bak, bak, bu da Hobbit’in dedesi.”
Pelin, kendi kendisine konuşuyordu. Sesindeki şirin darbelerle yemek sonrası uyuklayan dedesini gıdıklıyor, uyandırmaya çalışıyordu sanki.
Sesini yükseltti Suzan: “Kızım… Pelin… Dedeni biraz bırak. Yorulmuş bugün.”
Pelin dedesini hemen bırakmadı. Annesinin sözünü de dinlemedi. Sonunda dedesi ona “Hadi güzel kızım, Pelinciğim…” dedi: “Yorulmuşum ben, az kestireyim.”
Resimlerini oracıkta dağınık bırakıp kedinin yattığı köşeye koştu. Elindeki kalemi kediye batırdı. Hobbit uyukladığı için bir anda uyanıp rahatsız olduğunu belli eden bir ses çıkardı. Pelin, onu durduk yere kucaklamaya çalıştı. Hobbit sevmiyordu kucaklanmayı. İtiraz mırıltıları yükseldi birden.
Suzan “Kızım,” dedi sesini yükselterek: “Bak daha önce de konuştuk. Lütfen. Şu kediyi durduk yere kucağına alma.”
“…böyle çok güzel,” dedi Pelin. Başka şeyler de dedi. Suzan keşfetmişti kızını: Annesinin damarına basmaktan zevk alıyordu. O yüzden fazla üstelemedi: “Hadi indir kızım kediyi. Bak resimleri de orta yerde bıraktın. Toparla onları da. Sonra da kediyle barış.”
Babasının hediyesini ona karşı kullanıyordu Pelin. Kedinin canlı olduğunu, onun da hisleri olduğunu pek anlayamıyordu. Aslında kedi beslemek için uygun bir yaşta değildi. Hele böyle sakin bir kedi cinsi için… Suzan pişmandı bu hediyeden ötürü. Uysal bir çocuğa belki ama Pelin’e uygun bir hediye olmamıştı. Suzan, bunu dile getirdiğinde Berkant “Daha ne yapayım ya sizin için,” deyip konuyu kişiselleştirmiş, ardından da kavga çıkarmıştı.
Bir gün Suzan harika tüylere sahip bu kedi cinsiyle ilgili bir yazı okumuş, ardından araştırmalar yapmıştı. Scottish Fold kedi cinsi genetik sorunlara sahipti. Birçok veterinere göre üretimi sonlandırılmalıydı! Suzan çok üzülmüştü Hobbit için, onun ileride acı çekmesini hiç istemezdi; ağzını tutamamış, bu konuyu da Berkant ile konuşmuştu, önce ilgiyle dinlemişti kocası onu, sonra da “Sen keşke doğrusunu bulup kızına alsaydın,” diyerek imalı bir laf etmişti.
Televizyon açıktı. Yemek yapma yarışması sunan bir kanalı seyrediyorlardı. Suzan, boynu bükük, biraz şaşkın izliyordu yarışmayı. Aslında usta şefler eğitici bir rolle sahnedeydiler, deneyimlerinden süzülen bilgiyi cömertçe paylaşıyorlardı fakat kayda geçirilmeyen bilginin çabucak kaybolma gibi bir özelliği vardı. Dolayısıyla yarışma bilgiden çok insan ilişkileriyle öne çıkıyor, genellikle yarışmacıların davranışları konuşuluyordu toplum içindeki sade bireyler arasında.
Suzan yalnızdı bu evde…
“Yalnız insanlar,” diye düşündü: “Topluluklara daha meraklı sanki.”
Kardeşinin sesiyle irkildi Suzan: “Abla, kurslar varmış okulda. Aşçılık kursları… Katılsam mı? Ne dersin?”
“Katıl… Bir o eksik kalmıştı. Geçen de kredi çekelim, pilotluk eğitimi alayım diyordun, enişten senin için o kadar yer araştırdı.”
“Vazgeçtim abla o işten… Gezmek süper ama gecesi gündüzü yokmuş o işin.”
“Ah benim koca kafalı kardeşim… Kızım sen okumayacaksın herhalde?”
“Aman abla. Baksana adamlara… Para artık şeflerde! İnternette hepsi fenomen…”
Kardeşinin hevesini bir an ciddiye almak istemişti Suzan. Tam içeriğinde yemek tarifi olan kitaplardan bahsedecekti ki ‘fenomen’ lafını duyunca vazgeçti. Gülümseyerek “Doğru diyorsun…” dedi: “Artık herkes internette. Her şey internette…”
“Abla sen niye böylesin? Her şeye burun kıvırıyorsun. Yaşlı nineler gibi… Sadece kitapların… Varsa yoksa kitapların…”
“Ablam ben edebiyat okudum. Öğretmen sayılırım. Atanamadıysam nasip… Kitapları seviyorum. Belki bir gün ben de bir şeyler yazarım.”
“Heyt be… Aslan ablam benim. Hep günlükler tutardın zaten. Sen yaz kitabı. Ben de internetten sayfasını açayım. Birkaç video… Havalı sözler lazım abla. Kurabilir misin öyle cümleler?”
“Kurarım herhalde. Şiirleri çok severim bilirsin.”
“Şiir değil abla… Havalı cümle. Afrorizma…”
“Afro değil, afo…”
“Ha o, ha bu, ha romatizma… Takılma abla, takılma… Oynamak gerek hayatla, harflerle, çocuklarla…”
Sema kahkahalarla Pelin’in yanına koşmuş, Suzan ayaklanmıştı; mutfağı son bir toplamalı, çay koymalıydı ocağa. Gülüyordu kardeşine. Mutfak penceresinden oturdukları sitenin otoparkına baktı. Bir sürü araba… Kocası arabasını değiştirmek istiyordu uzun zamandır. Büyüyen ailesi için cip bakıyordu. İnternetteki ilanları inceliyor, bazen de sıfır araba kampanyalarıyla ilgileniyordu. Suzan, ilk başlarda bir hevesle başlayan arama sürecinin zaman içinde saplantıya dönüştüğünü fark etmişti. Kocası her akşam telefonunu eline alıyor, vaktinin büyük bir kısmını ilan sitelerinde öldürüyordu. Bütçelerini çok aşan arabalara bile bakıyor, bazı satıcılarla sırf muhabbet olsun diye görüşüyordu.
Otoparka bir araba girdi, yavaş yavaş ilerleyip park etti.
“Berkant…” diye fısıldadı Suzan. Dikkat kesilmişti.
Evet, oydu; kocası evine dönmüş, “Nihayet…” dedi Suzan telaşa kapılıp.
Ne yapmalıydı, gözü gayriihtiyari üstüne başına takıldı. Pijamaları vardı üzerinde. Alt pijamasında birkaç damla çamaşır suyu lekesi… Belki daha düzgün bir şeyler giymeliydi ama ayrılamıyordu pencere kenarından. Sanki, birkaç günlük bir sevgi… Yalın bir tutku…
Fakat?
Hem bir umut hem de korku: “Ya yine kavga edersek? Artık sudan sebepler bile bize yetiyor.”
Belki de sadece kızını özlemişti Berkant. Düşkündü evladına… Acaba yalnız mıydı? Belki de yanında annesiyle gelmişti. Öylesi ilk iletişim için daha münasip olabilirdi. Fakat inmiyordu arabasından Berkant. Son bir düşünüyordu belki de, kim bilir? Acaba pişman mıydı? Yakın zamanda ettikleri bir kavga esnasında Suzan’a tekme atmıştı. Bu çok yaralamıştı Suzan’ı.
“Niye inmiyorsun Berkant?”
“Yoksa sende mi korkuyorsun?”
Bir bardak su doldurdu kendisine Suzan. Salona geçti. Yemek sonrası tatlı bir yorgunluk çökmüştü herkese. Sema neredeyse uyuyacaktı. Belli ki Berkant’ın bu gece de gelmeyeceğini düşünüyorlardı. Hiç oturmayıp perdeyi düzeltme bahanesiyle tekrar yanaştı pencerelere Suzan. Sol dirseğini okşuyordu. Geçen sene, bir kavga esnasında, Berkant yumruk atıp yere düşürmüştü onu. Suzan, kolunu sehpanın köşesine çarpmıştı. Bazen soğuklarda sızlıyordu kolu. “Berkant…” diye fısıldadı üzüntüyle. Teyzesine göre, bu uysal adam bu hale ancak bir beddua yüzünden gelebilirlerdi. Yanlış yaptık diyordu teyzesi. Büyü değil. Beddua varmış. Onun için başka bir hoca gerekliymiş. Nefesle çözülürmüş beddua. Beddua sis gibiymiş. Sis gibi olan büyülerdenmiş.
Berkant oradaydı, arabasının içindeydi, belki de bir sigara yakmıştı. Deliydi doluydu ama evde sigara içmeme gibi medeni kurallara da uyuyordu. Acaba yan koltukta ne vardı? Boşanma dilekçesi, sigara paketi, telefonu, bir mektup… Ne giymişti üzerine? Özel bir hazırlık yapmış mıydı? Belki de bir yaş pasta almıştı kızına. Belki bir çiçek… Babasına döndü Suzan. Belki de onlardan usulen kalkmalarını istemeliydi. Berkant, tanıştığı günden beri hiç ısınamamıştı kayınbabasına. Fakat Sema’yı severdi, onunla erkekçe konuşur, bazen birlikte Galatasaray’ın maçlarını izlerlerdi. Suzan, sevmezdi futbolu. Saçma gelirdi ona çocuksu bir oyunun milyon dolarlara konu olması. Futbol basitti. Karmaşık olan insan… İlginçtir, insan futbolu karmaşıklaştırıyor, kendisini basitleştiriyordu.
Suzan döndü pencere kenarından, daha fazla kalırsa şüphelenecekti Sema. O zaman da anlaşılacaktı mesele. Ya Berkant tekrar kaybolursa!
Gözü kedinin suyuna takıldı. Sema, yemek masasının örtüsünü sermeyi akıl edememişti. Ev biraz dağınıktı sanki… Canı sıkıldı bu duruma. Berkant titiz birisiydi, evini böyle görmek istemezdi. Aralarında hiyerarşik bir düzen oluşturuyordu temizlik meselesi: Berkant atölyesini teftişe çıkan bir patron gibi gezinirdi odalar arasında. Saçma bilgilere sahipti temizlik konusunda. Saçma bilgilerle patronluğuna değer kattığını düşünür, bundan nedense zevk alırdı. Lakin bilgilerini pratiğe dönüştürme konusunda çok seçiciydi: Evlilikleri boyunca temizliğe yardım ettiği gün sayısı iki elin parmaklarını geçmezdi. Bazen şikâyet ediyordu Suzan, onu yardıma çağırıyordu; öyle anlarda Berkant ya isteksiz davranıyor, ya da yardım bahanesiyle her işe burnunu sokuyor, garip bir enerjiyle, kavga eder gibi çalışıyordu.
Yavaş yavaş, haksız ve sert eleştirilerle Suzan’ı dibe çekmişti evlilikte. Suzan, evin ekonomisine doğrudan katkı sağlayamadığı için mahcup, yemeklerde uzmanlaşamadığı için yetersiz, yatak odası bilgilerinden uzak kaldığı için yavancı… Bir keresinde Berkant ona seviştikten sonra “yavan kalıyorsun,” demiş, “yavancı…” diyerek dalga geçmiş ve çok kırıcı bir imada bulunmuştu.
Annesi mutfak yerine kitapların arasına sürüklemişti onu, hayat ise tam tersi…
Çay demlenmiş olmalıydı.
Babası Sema’ya seslendi: “Kızım değiştir şu kanalı…”
Suzan “Ben çayları doldurayım…” deyip ayaklandı. Gün boyunca tatlı yapıp yapmama konusunda kararsızlıklar yaşamış, yemek tarifi veren internet sitelerini gezmişti. Yapmamıştı tatlı… Kocasının geleceğini bilse onun ağzına layık çikolatalı bir tatlı yapabilirdi. Sonra kırıldı kalbi: “Hak etmiyor ki…” Terlemişti nedense… Üzerindeki hırkayı çıkardı. Galiba kocası Berkant merdivenlerdeydi, öyle hissediyordu Suzan. Doldurdu çayları…
Beş dakika…
Sessiz geçen beş dakika…
Suzan tekrar yanaştı pencerelere. Kar harika bir ahenkle yağıyor, cam kenarındaki Pelin’i mutlu ediyordu. Kar yağışını izlerken kedisini okşayan güzeller güzeli bir kız çocuğu ve aşağıda arabasında oturan babası…
Işıklar, balkonda sigara içen insanlar, kollarını uzatarak video çeken kadınlar…
Kendisini bu sitenin içindeyken iyi hissederdi Suzan. Bilhassa misafir ağırladıklarında… Zamanla siteden çıkma isteğinin azaldığını fark etmişti. Market alışverişini bile hızla yapıp dönerdi evine. Evlenmeden önce KPSS için hazırlanmış, yeteri puanı alıp atanamayınca özel bir kurumda öğretmenlik yapmıştı. Nedense sevememişti iş hayatını. Berkant ise can simidi olarak düşmüştü hayatına. Hem maaşı çok iyiydi hem de ailesinin maddi gücü fazlaydı, bu evi de onlar sayesinde almışlardı zaten. Kafası dağılsın diye telefonuna aldı eline. Arka planda açık kalan uygulamalar nedense sinirini bozardı, epey de uygulama birikmişti, tek tek kapatıyordu ki Notlar uygulamasını gördü, son yazdığı notu okudu dikkatle.
“Sarılmanın bir büyüsü vardı. Bütünleşmekti. Onunla kıyaslanacak tek şey belki de rahmin kurumak üzere olan duvarlarını zorlayan erkeklik organının açığa çıkardığı, karahindiba çiçeğini andıran zevkti. Öyle bir zevkti ki bu… Bedensel mi, tinsel mi, hatta ilahi bir güç mü, bilinmez. Fakat sarılma… Her gün olsa bile içinde bir sihir taşıyan eylem… Ben son iki yıldır bu sihri hissedemiyorum. Şöyle durduk yere sarılmıyoruz birbirimize. Ayrı koltuklarda film izlerken yükselen arzuyla aynı koltuğa sıkışmıyoruz. Mutfaktaki ufak bir çarpışmayı taşkına dönüştürmüyoruz. Yüksek ihtimal film izlerken Berkant bambaşka bir âleme gidiyor, bensiz, belki matematik, belki sanatsal esintilerin olduğu bir âleme… Veya mükemmel uyuşukluk denilen kapital icada… Ben mi neredeyim? Pek bilemiyorum…”
Pelin’in sesi duyuldu: “Anne, Hobbit bu gece benimle birlikte uyusa olur mu?”
“Olmaz kızım. Onun yeri salon… Konuşmuştuk bunu seninle. Baban kızıyor…”
“Ama babam yok ki anne.”
“Bu bir kural kızım. Birlikte koyduk, sen de kabul ettin bunu. Babanın olmaması kuralları bozabileceğimiz anlamına gelmez.”
“Of anne… Kedi sıkılıyordur burada.”
Hem çocuk, hem kedi… Çok duygulanıyordu Suzan. Kızına kendince bir oyun oynamak istedi: “Baban belki de bu gece gelir kızım…”
“Gerçekten, gelir mi?”
“Gelebilir. İşleri bitmiş galiba. Özledin mi onu?”
“Özledim. Bana lazım o. Yarın buz patenine o götürsün beni…”
Pelin, tuvalete gitmek için ayrıldı salondan.
Sema, üzülüyordu yeğeninin hâline: “Abla, niye umut veriyorsun kıza… Hem bırak kedisiyle uyusun. Ne olacak sanki?”
Suzan, aşağıda bekleyen kocasından bahsetmeyi geçirdi kafasından. Sual karşısında sessiz kaldı. Babaları üstlenmişti cevabı: “Kediyle çocuk aynı odada olmaz!”
“Aman baba…” diye bağırdı Sema, çayından son yudumu alıp, nedense celallenmişti: “Niye olmasın? Güzel olur, bal gibi olur, çocuğun kalbini kırmaya değer mi?”
“Olmaz kızım… Pelin, onun bir hayvan olduğunu idrak etmeli.”
“Arkadaşlar baba onlar, arkadaş! Acımasız olma bu kadar…”
Suzan, “Çekirdek vardı baba,” diyerek mutfağa yollandı. Hırkasını giyindi tekrar. Yerinde duramıyordu. Berkant’ın dediğini düşündü: “İkinci bir çocuk…”
Çayın altındaki alevi söndürdü. Islak bulaşık bezini bataryanın üzerine serdi. İkinci bir çocuk, özellikle erkek… Berkant çok mutlu olabilirdi. Telefonunu çıkardı pijamasının cebinden, bir mesaj yazdı kocasına: “Berkant görüyorum seni. Hadi gel yukarıya. Soğuk…”
Fakat sildi mesajı…
Pelin, banyodan çağırıyordu onu: “Anne…”
Kızı tuvalet sonrası temizliği tam yapamıyordu, yardım etti Suzan ona. Birlikte el yıkadılar. Suzan, eline değen dağınıkları topladı kaşla göz arasında. Tam kızının atletini pijamasının içine sokuyordu ki dış kapının çaldığını duydu. Kızıyla birlikte koridora çıktılar.
Heyecana kapılmıştı Suzan… İlk ne demeliydi? Aradan kaç yıl geçmişti? Sekiz… Aslında umut yoktu. Boşanmak doğru olandı. Tabii bu radikal karar, mutlu bir gelecek için yeterli miydi? Geçinmek için, böyle büyük bir evde yaşamak için, rahat bir yaşam için parası var mıydı Suzan’ın? Para kazanabilir miydi? İş bulabilir miydi hemen? Ya başka bir erkek… Boşanırsa eğer başka bir erkekle birlikte olmak mümkün gözükmüyordu gözüne, neden bilmiyor, öyle ki evliyken bu işin daha kolay olacağını düşünüyordu. Ne garip…
Pelin “Anne…” dedi sırf konuşmak için: “Kapı çalıyor.”
Kapıya yöneldi Suzan. Kapıldığı şüphe elinde birikmişti, titriyordu eli: “Acaba ne olacak?”
Gözetleme deliğinden baktı, Berkant’ı gördü, mercek, kocasının görüntüsünü bozuyor, gecenin akıbetiyle ilgili bir sır vermiyordu. Görebildiği kadarıyla boştu kocasının elleri.
Açmalıydı kapıyı Suzan. Derin bir nefes aldı önce. Niçin bilinmez koridordaki iki lambadan birisini söndürdü. Örtünme ihtiyacı hissetti sanki çıplakmış gibi, hırkasına sarıldı. Açtı kapıyı, bir adım geri çekildi; kapıyı tam açamamış, kırgınlığını belli eden bir aralık bırakmıştı.
Berkant…
Parlak bir gelecek… Annesinin biriciği… Kayak yapabiliyor, ata binebiliyor, çok lezzetli kahveler demleyebiliyor… “Ama memnuniyetsiz!” diye düşündü Suzan: “Kızı olunca bile hiç değişmedi. Daima öfkeli… Öfkesi ona yabancı sanki. Şerbetli sanki.”
Berkant girdi içeriye, durdu öylece… Çoğu zaman ayakkabılarını rahat çıkarmak için ipleri gevşek bağlardı, bu sefer sıkı bağlamıştı. Yine de ipleri çözmeden uğraşa didine çıkardı ayakkabılarını. Bekleniyor olmak germişti sanki onu. Yüzünde tiksinir bir ifade belirirdi: İflah olmayan bir kişiliğin yansıması…
Suzan, zor bir gece olacağını fark edebiliyor, kocasıyla birlikte yayılan kokuya lanet ediyordu: Alkol! Ama sarhoş değildi kocası. Aksine gevşemişti. Tabii ne kadar gevşeyebildiyse… Arabadaki sarsıcı tefekkürün muhtemel iki neticesi olabilirdi: Ya içindeki büyüyen öfkeyle ortalığı dağıtacaktı ya da geçmişin huzurunu hatırlayıp sakince girecekti evine. Gözüken o ki ortalığı dağıtmaya gelmişti Berkant. Evliliklerindeki son gündü belki de. Suzan “Sonunda…” diye düşündü: “Ulaştık o güne!”
Sema salon eşiğinde, Pelin onun az önünde, atılmaya hazır…
“Baba… Baba… Çok özledim seni…”
Berkant kızına sarılırken ilginç bir tepkide bulundu, hemen uzatmadı kollarını. Kızı bir anda dursa sarılmayacaktı sanki ona. Mecburen sarıldı. İlk o an fark etti Suzan: Kocası artık eskisi gibi değildi. İyi de değildi. Kötü müydü peki? Kötü de denemez… Belki hasta… Suzan kendisini kandırmıştı hep. Belki de inanmalıydı onu korumak isteyen kardeşine, babasına… Üzgünlüğünü saklayan bir sesle “Hoş geldin Berkant,” dedi.
Ayrıldı Pelin babasından…
Berkant “Sağ ol…” dedi sadece. Montunu çıkarırken salon kapısına arkasına dönmüş, yüzünü buruşturmuştu. Belli ki kayınbabasının varlığı -salonda bir şeylere gülüyordu- onu rahatsız etmişti.
Suzan kısık bir sesle “Bilmiyordum…” diye seslendi ve yamuk duran ayakkabılara atıldı: “Senin bugün geleceğini bilmiyordum.”
Berkant, ses etmek yerine dikleşti. Suçluyu bulmuştu, daha doğrusu suç sebebini… Bulur bulmaz da rahatlamıştı sanki. Hiçbir şey demeden doğruca yatak odasına gitti. O esnada birkaç bir şey dedi ama Suzan anlamadı onu.
Salonda olan biteni duymaya çalışan Sema kırgınlıkla ablasına yanaştı: “Sıkma canını abla. Geldi en azından…”
Suzan, zaman doğrusunun neresinde duracağını bilmiyordu. Babasına gitmeliydi belki de ama utanıyordu ondan. Sema “Hadi kocanın yanına git abla…” dedi: “Ben konuşurum babamla. Biz zaten kalkarız birazdan…”
Anlayışla başını salladı Suzan. Kızına eğildi: “Pelin, sen teyzenlerin yanına geç.”
Kızı, babasına gitmek istiyordu oysa. Fakat anlamıştı annesini. Ebeveynlerinin öfkesine karşı geliştirdiği hassasiyetle teyzesini takip etti.
Geniş, kahverenginin baskın olduğu düzenli bir yatak odası…
Berkant yatağın kenarına çökmüş, dışarıya bakıyordu.
“İyi misin?” diye sordu Suzan.
“Of…” dedi Berkant tiksinir bir sesle. Defalarca kez çıplak kaldığı, erkekliğini denediği, kükrediği odasına girmek ona kayıp olan kişiliğini kazandırmıştı belli ki: “Siz nasılsınız küçük hanımefendi? Belli ki mutlusunuz. Babanın ne işi var bu evde? Bu saatte? Dolduruyor değil mi yine laflarıyla seni?”
“Özür…” diye mırıldandı Suzan: “Özür dilerim. Öyle gelmek istediler sadece. Artık herkesin sorumsuz olduğu zamanlar geride kaldı. Sen sıkma canını. Herkes sessiz şimdi…”
Berkant büyük kavgalara, galip çıkacağından emin olan bir boksör gibi alaycı birkaç yumrukla başlar, sonra arttırırdı şiddetinin tonunu: “Sus Suzan… Evime geliyorum, bir bakıyorum, beni sürekli küçük gören Sema hanımın iğrenç bakışları.”
Kesti kocasının sözünü Suzan: “Abartma lütfen. Seni sever o…”
“Ne sevmesi lan! Ne sevmesi… Allah’ın cahili, gelmiş beni beğenmiyor. İki yüz verdik, böyle oldu. Götü kalktı hanımefendinin. Dün de aradı beni, bir şeyler geveledi. Laf alacak aklınca ağzımdan. Sen mi arattın onu, doğru söyle çabuk!”
Suzan dikkatli olmalı, direnmeli, sakin kalmalıydı. “Hayır…” dedi kocasının gözlerini bulmaya çalışarak: “Yemin ederim bilmiyordum. Kendi düşünmüş.”
Berkant tiksinti ifadesini büyüterek “Küçücük beyniyle neler de düşünmüş…” dedi. Tiksintisi öyle büyüktü ki cinsiyetinden bile sıyrılmıştı Berkant, bir kadın gibi çıkmıştı sesi, bu da gülme isteği açığa çıkardı Suzan’da; alınmamıştı hiç, o kendisini tanıyordu nihayetinde. Sadece kardeşini suçlu buluyordu. Ona neyse! Bir an canı sıkıldı: Bu adamla mı çocuk yapmıştı?
“Sırıtma karşımda… Git bana bir tane ağrı kesici getir. Başım zonkluyor.”
İğrenç, duygudan yoksun…
Getireyim…” deyip kapıya yöneldi Suzan: “İstersen duşa gir, iyi gelir…”
“Boş ver sen duşu falan… Kardeşine biraz medeniyet öğret. Bir insan yalnız kalmak isteyebilir. Bunda bir şey yok. Salak kız! Üniversiteli köylü…”
En sakin olmaları gereken anda bile korku ve paranoya doluydular. Ufukta radikal bir kararın silik izi… Suzan “Ben kızıma bakabilirim…” diye mırıldandı mutfağa girerken.
Sema ile kızı mutfak masasındaydı. Jelibon yiyorlardı.
“Ağrı kesici istiyor…” diye mırıldandı Suzan buzdolabını açıp. Tezgâhtaki sürahiye atıldı, raftan bardak çıkardı. Ağlamaya başlamıştı, az önceki kararlılığını anımsayınca ağlarken görülmek istemedi, çekindi kızından. O yüzden uzatıyordu tezgâhtaki işini. Sema’nın hareketlendiğini, Pelin’i de peşinde sürüklediğini duydu. Minnettar kaldı kardeşine. Şimdi ağlayabilirdi doyasıya…
Suzan ilacı ve bir bardak suyu kocasına götürdü. İlk o zaman göz göze geldiler.
“Ağladın mı yine? Milletin yanında ağlama demedim mi kaç kez? Ulan niye zırlıyorsun hemen?”
Mağduriyet öfkeyi büyütürdü daima, bu duruma aşinaydı Suzan ama durduramıyordu gözyaşlarını: “Bağırma Berkant lütfen… Pelin korkmuş biraz.”
“Kızı da kendin gibi büyütüyorsun. Korkak kadın… Dolduruyorsunuz bana karşı el kadar çocuğu. Ulan onu size bırakır mıyım be?”
“Niye bize bırakasın Berkant? Senin kızın o. Seni çok seviyor. Kaç gündür seni soruyor.”
“Sus kadın… Yalan söyleme orospu. Bütün gün boş boş kitap okuyorsun, kızınla alakan var sanki.”
“Yeter Berkant… Yeter… Üzüyorsun beni. Kaç gündür harap hâldeyim.”
“Ne üzüleceksin ulan… Yoga diyordun, git yogaya, ey götünü başını. Rahatlarsın. Babanın parasıyla gidiyorsun zaten. Ye benim paramı sağda solda.”
“İstemez olaydım Berkant. Evlendiğimizden beri ilk kez bir şeye heves etmiştim.”
“Hadi oradan! Her gün yeni bir icat… Yüz al benden, ellisini babana ver, o da gitsin at yarışı oynasın benim paramla. Sanki salağım ben. Anlamıyorum hiçbir şey…”
“Babam öyle arada bir oynar Berkant. Sadece bir kez para yardımında bulundum ona. Onu da biliyorsun zaten, ne at yarışı falan. İftira atma bize. Çok içmişsin. Ne dediğinin farkında değilsin.”
“Ne alakası var ulan. Sen var ya sen… Tam bir yılanmışsın! Kandırmışsın beni güzel sözlerinle. Çok düzensizsin, çok…”
Oysa Berkant çok uğraşmıştı bu ilişkinin başlaması için! Suzan bunu hatırlayınca gülmek istedi fakat kocasına yakalandı: “Ne gülüyorsun lan?”
“Gülmüyorum…” dedi Suzan: “Vallahi gülmedim!”
Anlamıştı Berkant, küçük görülüyordu, aslında o da farkındaydı ne kadar saçma konuştuğunun. Tavana bakarak sürdürdü hakaretlerini: “Ah ulan orospu… Bilmeliydim seni. Rıza gibi bir itle birlikte olan kadından ne hayır beklenir ki?”
Bu kadar hakaret enerjisini nereden buluyordu bu adam?
Rıza, Suzan’ın eski sevgilisiydi. Üniversitedeki tek sevgilisi… İki yıllık bir ilişki… Yıpranmıştı Suzan o ilişkiden sonra. Berkant’ın nitelikli yaşamı, kendi tabiriyle rafine zevkleri, ona iyi gelmişti. Fakat şimdi? Keşke dürüst olmasaydı Suzan, keşke geçmişini saklasaydı, keşke…
“Üzme beni yeter Berkant… Dinlen biraz. Sonra konuşalım lütfen.”
Çıkıyordu odadan Suzan. “Bak az akıllı olsan, babanları gönderirdin, ben onlarla konuşmak istesem zaten salona geçerdim,” diyen kocasını duydu. Cevap vermeyip kapadı kapıyı. Kavga etmek istemiyordu bu gece. Kavga, içinde gizil bir enerji taşır. Bu enerji bazen ilişkilere iyi gelir. Fakat sürekli kavga etmek bir tarafı parçalayıp yok ediyordu. Geriye yılgınlık kalıyordu, anlamsızlık… Kimseyi görmek istemedi bir an… Ama salonda onu bekliyorlardı. Odaya girer girmez babasının kısık öfkesiyle karşılaştı: “Ne bağırıyor şerefsiz? Orospu dedi sana. Duydum. Haysiyetsiz adam.”
Sakin mizaçlı babası raydan çıkmak üzereydi, yatıştırmalıydı onu Suzan: “Boş ver baba… Çok sarhoş. En azından evine geldi.”
Sema tasvip etmediği duygular içerisindeydi: “Beyefendi keşke gelmeseydi. Sıçtı ağzımıza…”
Suzan içini çekti. Ne diyebilirdi bu insanlara? Haklı olmanın önemi var mıydı?
Sadece abajurun ışığı açıktı. O da özellikle babasına vuruyordu.
Televizyonun sesini tamamen kısmışlardı. Suzan, gece sığınmacılarının ülkesine, mutfağa geçti tekrar. Çalışma odasının kapısına baktı, altında ışık gözüküyordu. Berkant orada mıydı? Niçin?
Kötü izler belirdi kapıdan sızan ışıkta: “Babasının hediye ettiği tüfeği var orada. Kitap mı okuyor yoksa? Belki de bir kaleme falan ihtiyacı olmuştur? Belki minibar için gitmiştir?”
İçinde bir ses Suzan’ı kocasının yanına sürükledi. Tıkladı kapıyı, açtı. Kocası çalışma koltuğunda, gergin bir ifadeyle oturuyordu. Önünde bir kâğıt, bir kalem… Suzan, dışarıya daldı. Kar tatlı tatlı yağmaya devam ediyordu. Aslında Pelin’i dışarıya çıkarabilirlerdi. Bir anda, hiç planda olmayan, kendinden emin bir sesle konuştu Suzan: “Biz dışarıya çıkıyoruz Berkant. Pelin istiyor… Sen de gelmek istersen bekleriz.”
Berkant küçümser, sinsi bir ifadeyle baktı: “Ne hâliniz varsa görün. Ulan kadın… Umurunda değil kocan. Git kartopu oyna milletin önünde.”
Git gide kısılan, cevap beklemeyen pis bir ses…
Bir sürü kitap… Kitaplardan lâbirent inşa eden bir meftun… Kaybolmak ister gibi sessizce girerdi bu odaya Berkant. Aşırı gökyüzüne maruz kalması mı onu bu hale getirmişti? İnemiyor muydu yeryüzüne? Dengeyi kuramıyor muydu yaşamında? Radarında mutluluk rotası yok muydu?
Çıktı odadan Suzan, koridorda kocasının da duyacağı bir sesle “Hadi…” diye bağırdı: “Kar çok güzel yağıyor. Hep birlikte dışarıya çıkıyoruz.”
Pencere kenarındaki Pelin sevinçten havalara uçmuştu. Oyun parkında siteden birkaç çocuk daha gözüküyordu. “Hadi…” dedi sevinçle: “Babam da gelsin!”
Suzan bir yalan daha söyledi: “Biz inelim belki o da gelir.”
Giydiler montları… Taktılar eldivenleri…
Pelin, ilk kar birikintisine bıraktı kendisini, yuvarlandı hemen. Suzan küçük bir kartopu yapıp kızına fırlattı. Sema, babasını bombalıyordu, Pelin de katıldı teyzesine.
Diğer çocuklar bir köşede kardan adam yapmaya başlamışlardı.
Eve kahkahalarla döndüler, Suzan hariç, o ağlamamak için zor tutuyordu kendisini. Perişan olmuştu düşünmekten. Kalbi küt küt atıyordu, tansiyonu da yükselmişti sanki.
Pelin, üzerindeki ıslak kıyafetleri çıkarmak için odasına koştu. Suzan, babasını ve kardeşini “Barıştık Berkant’la, özür diledi benden…” diyerek kandırmıştı. Yalan söylediği için mutluydu. Yalan söylemenin mutluluğu zamanla derin kedere dönüşürdü, farkındaydı bunun lakin bir çözüm bulamıyordu. Çok yalan söylüyordu etrafına… Zaten birazdan giderdi babası ve kardeşi. Birer Türk kahvesi içeceklerdi. Suzan, kahveleri demlemeden önce yardım etmek için kızının odasına girdi.
Suzan, demlediği kahvelerden birisini Berkant’a da götürdü. Halen çalışma odasındaydı kocası. Üstünü bile değiştirmemişti. Karanlıkta oturmuştu belli ki. Sadece bir tane lamba yanıyordu. Önündeki kâğıt yazılarla doluydu. Suzan, göremiyordu kocasının ne yazdığını. Ama şiir yazıyor olabilirdi. Üniversiteden beri şiirler deniyordu. Ama pek okutmuyordu Suzan’a. Şehvet duygusuna odaklanıyordu şiirlerinde. Hobi gibiydi onun için şiir. Öyle arada oturup bulmaca çözer gibi, kelimelerle oynuyor, kendi tabiriyle emekliliğine hazırlık yapıyordu. Elli yaş çizgisini katı bir sınır olarak belirlemişti. Şiirlerini elli yaşından sonra yazacaktı. Şiirle, şiir yazıyor olmasıyla, takip ettiği şairlerle falan ilgili konuşmaktan pek hazzetmezdi. Şiir, onun gizil yaşamı, gizil tutkusuydu. İlk tanıştıklarında Suzan’a üç dizelik bir şiir okumuştu: “Bir gözün çenene inmiş – Aşkı o gözde saklıyorsun – Kederi kalan göz çukuruna doldurmuşsun.” Suzan sadece ilginç bulmuştu bu şiiri. Aşk vardı içinde romantizm yoktu sanki. Halen de düşünür: Var mı yok mu?
Suzan kahveyi sehpaya bıraktı. Sessizce çıkma niyetindeydi.
“Dur…” dedi Berkant kesin bir sesle.
“Efendim Berkant.”
“Mutlu musun sen?”
“Anlamadım Berkant.”
“Benden boşanabileceğini sanıyorsun.”
“Hayır Berkant. Mutlu değilim. Ama senden boşanmak da istemiyorum. Sorunlarımız var sadece. Bunu sen de biliyorsun.”
Berkant gülümsüyordu nedense. Aymaz bir çocuk gibi gülümsüyordu.
“Birisini buldun değil mi? Ondan böyle gururlusun. Bilirim ben seni. Küçük orospu…”
Sonunda patladı Suzan. “Yeter…” diye bağırdı: “Yeter ya… Ayıp bu dediklerin! İnsan karısına orospu deyip durur mu?”
Ayaklandı Berkant bir anda, saçlarından yakaladı onu ama canını çok acıtmadı: “Ulan orospu… Orospu değil misin? Bana gelmeden önce yatıp kalkmadın mı elin adamlarıyla, öğrenci evlerinde. Seni bundan sonra kimseye yar etmem. Köpek gibi ayaklarımın dibinde oturacaksın.”
Suzan, korku doluydu: “Yapma Berkant. Duyacaklar şimdi.”
“O mıymıntı baban mı duyacak beni? Niye siktir olup gitmiyor halen? Beleşçi pezevenk… Benim evimde bana mı karışacak? Ulan sen benimsin. Sadece benim. Köpek. Kaç gündür bir kez bile aramıyorsun.”
Suzan anlayabiliyordu: Ya Berkant başka birisini bulmuştu, yansımasını görmek istiyordu ihanetinin, ya da birisinin iğrençlikle dolu yaşantısına tanıklık etmişti bu üç günlük yalnızlığında. Onu başkalarıyla karıştırıyordu. Kurtuldu kocasının elinden: “Yalnız kalmak istediğini düşündüm. Sen niye hiç aramadın beni? Özür dilersin diye bekledim hep.”
Berkant oturmamıştı tekrar. Bir adım ötesindeydi. Sert bir tokat attı ona: “Sen kimsin lan… Ben senden özür dileyeceğim?”
Suzan dişlerinde bir acı hisseti. Alkol kocasını sarhoş etmediyse bile bulanık bir tesirde bulunmuştu, sıyrılmış gibiydi ussal düşünceden, durduğu zeminden, tutunduğu mantık dallarından… Bahanesi miydi bilinmez. Yıllardır alevini bekleyen bir ejderha gibiydi Berkant, yıkıcıydı, bütün duyarlılığını ve hassasiyetini kaybetmişti. Böyle tokat mı atılırdı çocuğunun anasına? Suzan korkuyla kendisini koridora attı. Zihni onu kocasının görüş alanından çıkarmak istiyordu sanki. Sürüne sürüne uzaklaşmasına rağmen kocasını dibinde hissediyordu. Artık, durmamalıydı bu evde… Artık, duyuyordu feryadını herkes. O esnada Sema salon kapısının önündeydi, koştu ablasına, odadaki Berkant’a döndü: “Ne vuruyorsun lan ablama. Korkak herif…” Sema çılgına dönmüştü. Ama asıl korkulacak kişi kalbini tutarak odaya yönelen babalarıydı. Suzan, babasını görünce unuttu olanları, koştu sarıldı ona. Sema, açığa çıkan gürültüden korkup odanın kapısını kapattı. Berkant kapıyı yumrukluyor, kayınbabasına ağza alınmayacak, garip küfürler ediyor, ölümlerle tehdit ediyordu. Sema kapıya asılmıştı tüm nefretiyle… Suzan, babasını güçbela salona götürdü.
Sema bıraktı kapıyı. Kısa bir sessizlik oluştu. Belli ki düşmüştü Berkant… Odadan tıkırtılar gelmeye başladı. Sema kulak kesildi: Küfür ede ede bir şeylerle uğraşıyordu Berkant. Sema ne yapacağını bilemedi, birkaç adım geri çekildi. Koridorun orta noktasındaydı. Kimseye sezdirmeden mutfağa geçmeye çalışan Pelin’i gördü, ona doğru yöneldi. “Sema…” diye bağıran ablasını duydu: “Yetişin, tutamıyorum babamı.”
Önde Sema, arkada Pelin salona girdiler.
Babaları küplere binmişti. Elindeki vazoyu sallıyor, küfürler savuruyordu diğer odaya.
Bir anda sakinleştiler. Çünkü sessizdi ev. Berkant’ın sesi duyulmuyordu.
Şüpheyle etrafına baktı Suzan. O an ayaktaydı herkes…
Berkant belirdi koyu eşikte.
Başka birisiydi. Sanki bir tiyatro perdesinin gerisinden çıkıp gelmişti. Perde geçmişiydi. Elinde tüfeği vardı. Suzan anladı olacakları, yalvaran gözlerle baktı kocasına ama bir şey diyemedi. İlk ses duyuldu. Kocaman bir sesti. O sesi bir çığlık takip etti. Sema bağırmıştı. Bir vazo düştü yere kırıldı. Babaları göğsünde kocaman bir lekeyle arkasındaki koltuğa çarptı, yığıldı yere. Kan vardı her yerde… Hobbit vitrinin altındaki boşluğa saklandı. İkinci ses duyuldu. O an Suzan atıldı kocasına… Sema çığlıklar içindeydi. Pelin’in küçük ve sarı gövdesi yılbaşı ağacının içine saplanmıştı. Kurşunun geldiğini bile görememişti küçük kız. Babasının oyun oynadığını, kovboy olduğunu düşünüyordu belki de. Babası kovboy… Çılgına dönen Suzan kocasının eline yapışmıştı. İnanamıyordu olan bitene… Son sesi bekledi. Umutla bekledi. Duyuldu ses… Suzan öldüğüne emindi. Yeterdi bu kadar yaşamak… Apartman içindeki sesleri duydu. Birileri merdivenlerden iniyor, birileri bağırıyordu. Yerdeydi Suzan. Kocasının ayaklarının dibindeydi. Son ses, güçlü çığlıkların sahibi Sema’ya çarpmıştı. Sema vurulurken bile isyan içindeydi, konsoldaki süsleri devirmiş, kanıyla aynaları boyamıştı. Suzan, kocasına bakıyordu. Aklına gelinliği gelmişti nedense. Sürüklenerek kızına ulaşmak istedi. Fakat durdurdu Berkant onu. Girişteki kaloriferin üzerinde kızının kaşkolü asılıydı, kurusun diye Suzan asmıştı; el örgüsü, çiçek desenli, pembe bir kaşkoldü, annesi yapmıştı torunu için.
Bir yumruk savurdu Suzan ama boşuna. Sürünerek kızına ulaşmaya çalıştı. Salonun açık renk parkelerinde kan nehirleri dolaşıyordu.
Berkant’ın bir şeyler dediğini duydu Suzan, “Al işte…” gibi bir laf etmişti. Bu bir cinnet, bu bir yaşam bulantısıydı.
Silah son kez patladı. Suzan karnında acı hissetti. Şaşkınlığı öyle büyüktü ki eline dolan kanın kendisine ait olduğunu anlayamadı. Kızına, babasına, kız kardeşine baktı.
Her yer kan içindeydi.
Bir umut kurdukları ev kan içindeydi.
Hobbit sürekli etrafı kokluyordu. Tüyleri kabarmıştı. Çıkamıyordu yerinden.
Birileri dış kapıyı zorluyordu. Alarm çalışmaya başlamıştı.
Dışarıda ise kar yağıyordu.