
unutkan ayna
Gürsel Korat’ın bu romanı acının, kederin ve hüznün olduğu bir zamanı kendisine konu edinir:1915! Nevşehir’de yaşayan Ermenilerin küçük yaşamına konuk oluruz. Bu küçük yaşamın göbeğine büyük bir korku yerleşmiştir.
S 19: “Mayreni’nin gözleri, ne söylediğini o an anlamış birinin şaşkınlığıyla doldu, yüzü dehşetle gerildi, sesi giderek boğuklaştı: “Belki de en sevdiklerimizin ölüsünü elimize alacağız.”
Korat, zaman zaman şiirselleştirdiği dilini sade bir akışla sunar okuruna. Vurgulamak istediğinde bile sade…
S 29: “… yine de; kadınlar, kötülük görmedikçe erkekler hakkında kötü laf etmezler. Vicdan, kadına çok yaraşır.”
Hikâye, Kirkor isimli Ermeni bir adamı merkeze alır. Eşinin adı Mayreni’dir. Oğulları askerdedir. Kızları ise sözlüdür Ermeni bir gençle. Maalesef asker onların da yaşamına girmiştir. Ufukta bir yol vardır gidilecek.
S 41: “Onlara gün doğdu. İmam Efendi yerinde duramıyor, kapı kapı geziyor. Diyorlar ki, boya dağıtır… Günahı boynuna; evlerimizin kapısına boya süreceklermiş.”
Ermeni tehciri… Öyle hassas bir konu ki… Bir romancının nesnel yaklaşımı çok önemlidir. Korat bu nesnelliği yakalar zannımca. “Kötü kötüdür, insan insandır,” bakış açısıyla yaklaşır eserine. Kötüler Ermenilerin içinde de var, başkalarında da… Mesela Binbaşı Fuad Hilmi Paşa… Hürriyetin gelmesi için canla başla çalışan bir kumandan… O günlerde Nevşehir’de, kaymakam vekili… Romanın başında öldürülen Boğos’un cenazesinde ufukta gözüken askeri birliği inceler Özellikle de Wilhelm bıyıklı Miralay Ziya Bey’i…
S 64: “Ordunun Almanlarla bu kadar kaynaşmasından hoşlanmayan Binbaşı Fuad Hilmi Bey, Ziya Bey’in yanında Kolağası Hurşit’i gördü.”
Irkçılık, bir sihir gibi sinsi bir hızda ele geçirir toplumları. Bir bakmışsınız ırkçı bir insanın çevresinde toplanmışsınızdır. Aidiyet duygusu kendi içinde biraz korku barındırır. Bu korku ile birlikte ırkçılık yerleştiği bünyede gittikçe büyür. Bir zamanlar can ciğer komşu olan insanlar artık pusudadır; kimi gözüne kestirdiği dul kadını düşler, kimi taş taş dizilmiş renkli evleri, kimi de besili hayvanları…
Artık, Nevşehir’de iyi ve kötü savaşıyordur sadece. İyiler direniyor ama kötülerin de elinde silah vardır ve çok öfkelidirler. Zabel… Bu kişi bir gölgedir romanda. Güzelliğiyle göz alan bir genç ermeni kadınıdır. Binbaşı Fuad Bey’in vefat eden kardeşinin İstanbul’daki eşidir. Kadıncağız iki çocuğuyla birlikte Nevşehir’e sığınmış bir gariptir. Ne ilginç bir kaderdir ki Fuad Bey temiz duygularla bu kadına vurulmuştur. Eşinin önünde bile duygularını saklayamıyordur. Fuad Bey, bir yandan tehcir için telaş ederken bir yandan Zabel’i düşünür. Miralay Ziya Bey, romanın otorite tarafından şerbetlenmiş meyus karakteridir. Öfke doludur. Tek gayesi devletin sarsılmaz bütünlüğüdür. İçinde birilerini ezme dürtüsüyle, yalnız, sade bir ömür sürmektedir. Sadece, içindeki fırtınalar… Tehciri bir Ermeni konağında yönetir. Tehcir niyetiyle gelmiştir şehre. Hizmetine halkın ismini çıkardığı Şadiye isimli genç bir dul bakar. Şadiye, cesur, çağdaş, ciddi bir insandır ama adı çıkmıştır bir kere, âşık olmak suçmuş gibi, gönül eğlendirmek sadece erkeklere özgüymüş gibi… Miralay, konağın ıssızlığında bir telgraf alır. Pek memnun olmaz bu telgraftan.
S 110: “Miralay aniden durdu, hareketleri korkutucuydu, keskin davranışlarının farkında değilmiş gibi alaycı alaycı baktı: ‘Emir geldi. Müslümanlığı kabul edenler gitmeyecek.'”
Maalesef kendini asanlar, dinini değiştirmek yerine ölüme yürüyenler olur. Kimisi de dalga geçer gibi geçer Allah’ın eşiğinden, biraz umut ve tebessümle… Kimisi de inat eder, durur devletin, gücün, hükmedenin karşısında… Herkes Ermenilerin gidişini düşlerken tozlu yollarda başka bir kalabalık belirir: Muhacirler! Tehcir uygulayan devletin bir arzusu da Makedonya’dan gelen muhacirlere yer açmaktır. Maalesef yurtsuz kalmış iki halk Nevşehir’de karşılaşmıştır.
S 138: “Gelenler bu diyarın dilini bilmeyen, anadili Yunanca olan Müslümanlardı. Bu halleriyle anadili Türkçe olan Hristiyanlarla bir resmin arabı kadar farklıydılar.”
Her şey, en başta da devir kötü. Karmaşık. Düzensiz. Düzen bulmak için bedel ödenmesi gerekiyor. Ermeniler mi ödemeli, muhacirler mi, askerler mi, kim ödemeli? İnsan soruyor bu soruyu kendisine. İşte iyi bir kadın, dirençli bir insan: Şadiye! Statü uğruna miralayın koynuna girmiş, ondan bir şeyler öğrenmiştir istemeden. Soluğu da başka bir kadının, başka bir direnen insanın, Zabel’in yanında aldır.
S 176: “Ermenileri, Müslüman da olsalar gönderecekmiş. Bu evde bir tabut olduğunu… Sizin tabutla bir şey kaçırdığınızı düşünüyor.”
Zihnini sonuna kadar zorlayan titiz bir yazarın muazzam empati becerisine örnek bir cümle okuruz. Felsefeci olan yazar, bir toplum bilimci gibi hassastır; geçmişi bugüne bağlayabiliyor, bugünü sordurduğu sorularla ileriye taşıyabiliyordur.
S 213: “İnsan bir yere kapanır kalırsa hep geleceği düşünür, yükseklere çıktıkça da geçmişi. Yükseklerden bakılan şehir gelecek ümidi vermez; hep geçmişi, bir zamanlar orada yaşananları anımsatır. Oysa mağaralara kapananların dışarı çıkma, göğe bakma umudu vardır; duvarlar hep geleceği söyler.”
S 229: “Doktor Bediros, bir gözünü yumup düşündü: Ölüm yaklaştıkça cinsel davranışlar yoğunlaşıyordu; ölen böcek yumurta bırakıyor, ölümle kuşatılmış toplumlarda doğumlar çoğalıyordu.
…umut asla tükenmemeli!
Bir romancı için son oluşturmak zevkli bir eylemdir. Korat, bu eylemi “düşündürme” ve “hoş tesadüfler” üzerine kurar