Zamir
Hakan Günday yakın dönem söyleşilerinde “hareket eden” insanlardan, Avrupa-Batı-Hristiyan kapısına sığınan kitlelerden, kimlik reddiyle yüzleşmek zorunda kalan halklardan bahseder. Bu aslında yeni dünyadır. Hakan Günday bu yeni dünyayı romanlaştırmak istemiştir. Düşünüyorum niçin? Kim bilir belki de sarsıcı bir görüntüdür onu yazmaya zorlayan, belki de gün içinde medyaya düşen onlarca haber. (Kırk birinci sayfadaki bu cümleler “romanın merkezine” yaklaşmamızı sağlar.)
S 41: Doğdukları ülkelerin çoğunda süren savaşlar vardı. Ve bu dünyada başkasının acısından sonsuza kadar kaçabilmek mümkün değildi. Çünkü dünya o kadar büyük bir yer değildi. İnsan nerede olursa olsun, dünyanın öbür ucundaki bir trajedinin sonuçlarına bir gün elbet maruz kalıyordu.
Zamir romanını okurken Hakan Günday’ın “inandırıcılıkla” ilgili şu minvalde sözünü hatırlıyorum: “Okurun bir an için hikâyenin gerçek olduğuna inanmasını önemserim.” Günday romanlarını kurarken “olay” ögesini fazlaca önemser, söylemek istediği “şeyi” merak uyandırıcı bir hikâyenin içine yerleştirir. Akıcı romanlar yazar Günday. Dolayısıyla sade bir dille akar gider hikâye. Zamir romanında bu sadelik iyice belirginleşir. Kısa cümleler, detaylarla boğulmamış betimler, çarpıcı diyaloglar ve birbirini takip eden birkaç cümlelik paragraflar… Roman başlangıçta iki hikâyeye odaklanır: Birinci hikâye, ilginç bir mesleğe – barış pazarlayıcısı – sahip olan birisiyle ilgilidir. Bu kişi romanın açılışındaki sahnede yüzü parçalanan çocuktur. İkinci hikâye ise bu çocuğun annesi Zerre isimli bir kadınla ilgilidir. Anne figür Türkiye’nin Suriye sınırında büyüyen talihsiz bir kadındır. Talihsizliği coğrafik özelliklerle de ilişkilidir: örf olarak kategorize edilen din baskısı, pratik bir tercih olarak başvurulan tecavüzler, erkek egemenliği, sahipsiz çocuklar… Öyle ki “az ötede” inşa edilen mülteci kampına bir özenme trajedisi…
S 55: Sessizce bir intihar izleniyordu. O sessizliği bir gök gürültüsü gibi yıkan, dinlenmek için yuvarlanmasına ara vermiş Halime’nin sözleri oldu. Kendisine tecavüz edildiğini ve bunu yapanın da kocasının oğlu olduğunu haykırdı.
Romandaki karakterin – yüzü parçalanan çocuk – mesleğine dair bazı isimler sıralanır: Barış pazarlayıcısı-sunucu-sivil diplomat gibi.
S 68: Bu yüzden de ben dahil, bütün sunucular paranoyaklık derecesinde şüpheciydik. Hem hiçbir şeyin gerçekliğine inanmaz hem de her şeyin gerçekleşebileceğini düşünürdük. Bu yüzden, bu hayatta tanıdığım en ilginç insanlar sunuculardı.
Günday yükselen tempoyu kanlı bir adalet arayışıyla arttırır.
S 83: Zerre oracıkta ölmüş, böylece Palaz’ın ABD’yle bir ortak noktası daha olmuştu. ABD’de sürekli tekrarlanan, 15 yaşındaki gençlerin babalarının av silahıyla kendi okullarını bastığı ve sınıf arkadaşlarını öldürüp sonra da intihar ettiği vakaların bir benzeri o gün Palaz’da yaşanmıştı. Tek fark şuydu: Öldürdüğü insanlar 15 yaşındaki Zerre’nin sınıf arkadaşları değildi. Çünkü Zerre’nin gittiği bir okul yoktu. Belki de okula gitse her şey bambaşka olurdu.
Bazı yazarların hedefi “farklı bir pencereden” bakılabildiğini göstermektir. Bunu nazikçe yapanlar sezgisel bir sürecin varlığını düşler. Nazik bir insan olan Günday ise söz konusu “farklı bir pencere” olduğunda daha kaba ve dolayısıyla daha serttir. İyimserliği reddeder, hatta topa tutar. Kurumları, politikacıları, hatta akademisyenleri patlatmak isteyen bir tavrı vardır.
S 131: Kimsesiz çocukları kör ya da sakat bırakıp sokakta dilendiren çetelerden farklı olarak vakfın Zamir’i ayrıca yaralaması gerekmiyordu. İşin o kısmını el yapımı patlayıcı hazırlayanlar çoktan halletmişti. Dolayısıyla All for All vakfının tek yapması gereken, bebeği oradan oraya gezdirmek ve el açmaktı. O da belli bir süre için. Çünkü biraz büyüyünce el açma işini de Zamir yapacaktı. Belki de Jenna haklıydı. Yüzü olmayan bir bebek için en doğrusu onu bir bağış kampanyasının yüzü yapmaktı. Sonuçta Jenna bir Amerikalıydı ve hayat ona Zamir adında bir limon vermişti. Ve o limondan bir limonata yapması gerektiğini söyleyen…
Birbirine bağlanan hikâyelerle devam eder roman. Bir küçük kusma eylemi gibidir yazım süreci, çirkin bir koku hisseder okur, rahatsız olur. (Oysa ne güzeldir kitap sayfalarının kokusu…) Sıradaki hikâye kara bir masal gibidir: Terk edilmiş bir çocuk olan Zamir’in bir fotoğraf sayesinde ünlü olmasını okuruz. Bu ünlülüğü bir İspanyol kadınla paylaşır: Jacinta. Romanın açılış sahnesi Suriye-Türkiye sınırında kurulan bir kampın bombalanmasıdır. O bombalama esnasında birkaç aylık bir bebek olan Zamir yüzünü kaybeder. Kampın sorumlusu ise Jacinta isimli kadındır. Zamir’in ve onun kaderini bir Hollywood yıldızının kampı ziyaret etmesi değiştirir. Bu ziyaretin ardından dünyanın ilgisi Zamir’e kayar. Ardından Jacinta bağlı olduğu uluslararası yardım vakfının İstanbul sorumlusu olur. Zamir ise yeni bir proje için “başlangıç rampası olma” görevini üstlenir. Artık onlar savaşta yaralanan çocuklar için çalışıyordur.
S 159: Ne kadar sessiz bir bebek, diye düşündüm. Sonra hiçbir zaman ağlayamayacağı geldi aklıma. Öyle diyordu doktorlar. Ve birden ağlamaya başladım. Durduramıyordum kendimi. Niye ağlıyordum biliyor musunuz? Zamir hayatı boyunca ağlayamayacak diye! O an aklımda sadece bu vardı! Başka bir şey düşünemiyordum.
Zamir, üçüncü ağızdan akar. Bu anlatıcı türüyle “samimiyet” aktarmak biraz zordur. Bazen yazarlar karakterin iç dünyasına giderek yapmaya çalışır bunu. Bazen de ara metinler oluşturarak. Günday ise şöyle bir anlatım kurgular: Önce karakterleri zamanda ileriye fırlatır, ardından anlatmak istediğini bir “anı” formuna büründürüp “birinci ağızdan” aktarır. Bu basit teknikle roman “zor kararlar vermesi gereken” insanların anılarıyla gerçekçi bir metine dönüşür. Romanın asıl karakteri Zamir, çocukluğunu bir “kampanya çemberinde” dolaşarak yaşamıştır. Yetkililer Zamir’i “para basma makinesi” gibi kullanıyordur vakıf için.
S 206: Yine de Manhattan otellerinin balo salonlarında, hiç utanmadan bin kişinin önüne çıkıp ezberindeki hayali sohbetleri anlatabiliyordu. Bu konuşma metinleri Jenna tarafından, dinleyeni üzüntüden öldürmek üzere yazılmıştı. O dinleyenler de oracıkta ölmemek için çekler yazıyordu. 9 yaşına geldiğinde, deneyimli bir oyuncu olarak Zamir metinden çıkmaya ve hikâyeleri genişletmeye başladı. Jenna başta buna karşı çıksa da Zamir’in doğaçlama yeteneğini görünce, müdahale etmemeye karar verdi.
Zamir romanı bugünle kıyaslandığında ileri bir tarihi anlatır. Yeni bir bin yılın başlangıcı der bu zaman dilimine. Maalesef pek bir şey değişmemiştir politikada. Kapital düzen, dolayısıyla zengin ülke-fakir ülke ayrımı varlığını aynen sürdürüyordur. Hatta daha keskin çizgiler çizilmiştir. Günday gülünç bir şekilde Alman hükümetini ve Türkiye yönetimini kaba tarifle totaliter bir rejim olarak ortak bir noktada buluşturur. Günday uluslararası hukuk diline hakimdir, romanda da bu hakimiyetini cömertçe gösterir. Sistem eleştirilerini yaparken yapıcı ve yıkıcı olma niyetinden uzaktır. Bir olay silsilesi kurmuştur, olay üzerinden pratik eleştiriler getirir. Sık olmasa da eleştirilerini derinleştirir fakat amaç bu olmadığı için kısa keser lafını. Ardından da dizer küfür benzeri sözlerini… Günday bu romanın özelinde ülkesi olmayan bir yazar izlenimi verir. Sanki sihirli bir halının üzerinde geziyor ve dev bir dürbünle ülkelerin-sistemlerin içini görüyordur. Özellikle şu durumu haykırır: İkiyüzlülük. Muhatabı ise genelde batı dünyasıdır. Haliyle de romanını paradokslar üzerine inşa edip derinleştirir.
S 208: Asla vergi vermek istemeyen insanların, yaptıkları bağışlarla vicdanlarını serinlettiği New York’ta… Bu şehirde, “Sigara içen birinin kanser tedavisi masrafları benim vergilerimle ödenemez!” deyip sosyal güvenlik sistemine karşı çıkanlar kanserle mücadele derneklerinin gecelerinde en yüksek bağışı vermek için birbiriyle yarışıyorlardı.
Zamir’in tek hedefi “olası çatışma ortamını” ortadan kaldırmaktır. Gerisi onu pek ilgilendirmemektedir. Hedefi doğrultusunda her şey mubahtır; şantaj, rüşvet, yalan ve daha nice kurnazlık… Ona modern putperest (para) dünyanın kurnazlık tanrısı da denilebilir. Yüzü ise tanrısallığına katkı gibidir. Notlarımı tutarken Zamir’i bir modern dünya tanrısı olarak kaydetmiştim. Sayfalar ilerledikçe Zamir’in hocası, yani icra ettiği mesleğindeki ustası Cengâver için de bir başka meslektaş tarafından aynı benzetme yapılmıştır. Seviyorum böyle tesadüfleri.
S 298: Cengâver, kendini bir Tanrı sandı. Gücü her şeye yeten ve her savaşı durdurabilecek bir barış tanrısı… Ama elbette değildi. Bunu anlayınca da o kadar acı çekti ki… Sadece bir insan olduğunu fark edince canı o kadar yandı ki kendini öldürdü. Biz Tanrı değiliz, Zamir. Bunu sakın unutma!”
Zamir romanında en çok geçen kelime “barış” olabilir. Söz konusu barış olunca savaş ve katliam sözcükleri de sık geçer. Günday romanını yazarken dünya tarihindeki katliamlara özel bir ilgi gösterdiğini de zaman zaman hissettirir.
S 321: Çünkü Adams, o kitabında Amerika denilen bu yeni ülkede herkesin eşit fırsatlara sahip olması gerektiğini anlatırken, Wounded Knee Katliamı’nı duymuş olan, Oz Büyücüsü’nün yazarı L. Frank Baum, yayımladığı gazetede şöyle yazıyordu: Neden bütün kızılderililer yok edilmesin ki? Nasıl olsa sefil bir halde yaşıyorlar. Ölseler, daha iyi!
Not: Günday kurgularının sonunda sürpriz ögesini oldukça güçlü kullanır. Şu cümleleri nedense kendisinden yola çıkarak yazdığını düşündüm.
S 346: Hatta o an gözlerimi bile kapadım. Her yanımda çığlıklar atılıyordu ama içimde derin bir sessizlik vardı. Hissettiğim şey, neredeyse huzura benziyordu. Ama çok karanlık bir huzur. Hiçbir şeyin daha kötü olamayacağı anlaşıldığı zaman hissedilebilecek bir huzur.
Unutmamak gerekir, bu roman iğneyi kendisine batırması gerekenlerle iğneyi eline alması gerekenlerin İFŞA edildiği bir romandır.