
47'liler
Romanların ilk sayfalarını oldum olası çok severek okurum. İlk cümleler bir anahtardır sanki. Yazarın cümleler arasına titizlikle bir cümle yerleştirdiğini hayal eder, o cümleyi ararım. Bu romanda bulduğumu hissediyorum o cümleyi.
S 7: “Gürültüye dayanamıyorum.”
Genelde okumaya başlamadan önce romanlarla ilgili incelemeleri unuturum! Bazen arka kapak yazısını bile okumam. Bu kült eserde çift zamanlı bir başlangıç mevcut… Karakterimiz mazisini ve bugününü anlatır. Kapalı bir dil kullanır önce. Yavaş yavaş genişler roman… Hareketlilik uzun cümlelerin arasına dizilen kısa cümlelerle ustaca verilir. Firuzan, zamanda geriye dönüşler ve birden ileriye sıçrayışlarla özgünlük yakalamaya çalışır. Paragraf aralarındaki boşluklar okuyucuya yol gösterir. Yine de belli bir dikkatle okunmalıdır metin. Bu sayede biraz da okur canlı kalır okuma süreci boyunca. Roman Erzurum’un kar kaplı masalsı atmosferinde çocuksu bir dille ve başkent Ankara’nın cumhuriyeti yansıtan vakarıyla ilerler. Merkez karakterimiz Emine çocukluğunu Erzurum’da, idealist bir annenin kanatları altında geçirmiştir. Evlerine sığınmış bir çocukla birlikte büyümüştür. Çocuğun adı Kiraz’dır. Bir köylü çocuğudur Kiraz. Okuma zevkinin en yükseldiği yerler Kiraz’ın babaannesi Leylim Nine’ye aittir. Bir tarafta Anadolu kırsalının rüzgârıyla biçim almış Leylim Nine, diğer tarafta idealist bir cumhuriyet öğretmeni Nüveyre hanım. Nüveyre Hanım, Emine’nin annesidir. Ben de bir öğretmenim. Okuma deneyimlerimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki eğitime en çok değer verilen dönem cumhuriyetin ilk yılları olmuştur. Halk da benimsemiştir eğitim öğretimi. Öğretmenler el üstünde tutulmuştur. Bilhassa Atatürk tarafından… Firuzan ise bu konuya Erzurum’da bir kadın öğretmeni konuşturarak değinmiştir.
S 98: “Seçilecek meslek konusunda bizim gruptaki gençler için öğretmenlik en gözdeydi. Nutukta ne diyordu Gazi: ‘Ey Türk gençliği, muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.’ Öğretmenlikti amaç.”
Kırk Yedi’liler öncelikle bir dönem romanıdır. Fakat yazar, dönemin politik atmosferini romanın merkezine koymaz. Romanın merkezinde belirsizlikler ve çatışmalarla dolu bir aile anlatısı vardır. Emine genç kızlığa doğru yol alırken ablası Seçil’i ve annesini merakla gözlüyordur. Yazar, çocuk hassasiyetini üstün bir beceriyle yansıtır. Dönemi kadın merceğiyle inceleyen değerli bir üslup görürüz. Feminist literatüre ait göndermelere sık başvurur yazar. Cumhuriyet, kadın haklarının bir anda yükseldiği bir rejimdir. Dolayısıyla roman karakterlerimiz buna uygun bir şekilde geçmişi irdeleyip geleceği kurguluyordur. Böyle düşünüldüğünde Erzurum oldukça doğru bir seçim olarak göze çarpar. Hem masalsı bir şehir hem de kırsal bölgelere ait tüm gelenekçi özellikleri taşır. Emine karakteri için de mükemmel bir gözlem alanıdır.
S 113: “Masallardaki utkular bile ancak erkek giyimiyle donanıp elde ediliyordu. Başarılar salt onların mıydı? Emine annesinde ikide bir beliren eziciliğin, böylesi bir öykünme sonucu mu olduğunu düşünüp aramıştı. Kadınlığın sonradan edinilmiş, sinsi, hileli yanları parça parça belirtip yakınmalarla bütünleniyordu.”
Emine, Ablası Seçil, en küçük kardeşleri Kubilay yavaş yavaş büyürler, bu büyüme romanın omurgasını oluşturur. Bazen sıçrar zaman büyür Emine ve Seçil altmışlı yıllara ulaşırlar: Emine arayış içindeki sosyalist bir entelektüelle, Seçil ise zengin bir iş adamıyla evlenirler. Zıtlıklarla örülü yaşamları yazara geniş bir perspektifi yansıtma olanağı sunar. Soyut ve somut olan her şey Seçil ve Emine tarafından sorgulanır.
S 125 : İki yıldır abla demiyordu ona. “Sevgi deyince sizin aklınıza geliveren hep kadın erkek ilişkisidir. Seçil’ciğim oysa biz işi çok geniş alıyoruz. İnsanlık bilincine varmış, varma hakkını elde etmiş, emeği ile dünyayı her gün kuran bütün insanları kapsayan bir sevgi anlattığımız, önerdiğimiz. Sevmenin kadın erkek ilişkisinde yücelticiliğini yadsımıyoruz. Asıl geçici olan etsel tutkudur. Sizse sanırım sevgi diye bunu tanımlıyorsunuz.”
Roman, sessiz ilerleyişine devam ederken Emine’nin yetişkin hallerini daha çok okumaya başlarız okur olarak. Dönemin devrimci gençleri sosyalizm öğretisini anlatır okura. Ben bu kısımlarda kurulan samimi dili biraz yetersiz buldum. Akademik açıklamalar ise sürükleyiciliği engelleyecek kadar karmaşık. Fakat girişilen çaba takdire değer… Emine, merceği ailesine de tutar.
S 188: “Nasıl böylesine kendinize olan düşkünlüğünüzde, güvençli kıldılar sizi. Her ailede, üç beş kuşak da bir, şaşılası kişiler yetişir. Kan ağacının yanından fışkırıveren, budanmayı kabul etmeyen, o fidanı tanıyamazsınız uzun süre. O sizi daha çabuk tanır.”
Bu romanın merkezinde dönemin siyasi iklimini yansıtma arzusu vardır. Bu herkesçe malum… Konu da çok merak edilesidir. Bu tip romanlar gerçeklerden beslendiği için arşiv niteliği de taşır aynı zamanda. Edebiyat kültürel bir birikimdir, bu gerçekçi romanlar da birikime en büyük katkıyı verirler. Kırk Yedi’liler romanı bu perspektifle incelendiğinde takdir görür fakat bu romanın farklı bir niteliği de ciddiye alınmalıdır. Roman, kapital dünyada bir arada durmaya çalışan bir ailenin serüvenini harika yansıtır. İnsanı siyasete iten sebeplerden birisi de mülkiyet sorgusu ve ailedir. Bu basit motto Emine karakteri üzerinden ustaca verilir. Annesini gözler Emine, ablasını… Yetişkinliğe evrildiği dönemde aydınlanır. Trajik olaylara bile eleştirel yaklaşır, maziyi asla unutmaz. İnsan Emine karakterini okurken devrimci özelliklerden birisinin de “maziyi unutmamak” olduğunu düşünür. Çocukluk anıları Emine ve arkadaşlarının daimi sohbet konusudur. Bir ailevi kriz Emine’yi tanımamız da bize ışık tutar. Ablası Seçil, müthiş bir zenginliğin içinde intihara kalkışır fakat ölmez. Annenin derdi ise öncelikle ailenin prestijidir. Kızını şu sözlerle uyarır:
S 219: “… sahiplerinin papağanlarıdır onlar. Hele o bankacılar. Hele onlar, an ne görgüsüzdürler. Bilmezsin sen bu çevreyi ah.
“Bilmesem de tahmin ederim anne. Eş kurallarla yaşadıklarına göre değer ölçüleri de eştir kuşkusuz.”
Roman boyunca karakterlerin konuşmalarını okuruz. Çoğu zaman bu konuşmalar özenli bir Türkçe kullanımının yansımalarıdır. Tabii olarak aydın insan konuşurken kullandığı sözcüklere dikkat etmelidir, bu genç cumhuriyetin bireylere yüklediği ödevlerden birisidir. Fakat bazen bu seçim abartı kaçıyor, söylev ciddiyetiyle konuşuyor karakterler. Günlük yaşamın sadeliğinden uzaklaşıp detaylı bir monolog yansıtır sanki yazar. Oysa biliriz ki iki insanın yüz yüze iletişiminde bu denli titizlik pek görülmez. Edebiyatın gücü diyebilirsiniz, arada bir metne nitelik kazandırabilir bu denli detaylı iletişimleri yansıtmak. Fakat abartıya kaçıldığında gerçekçilik kayboluyor. Kaldı ki böyle bir romanda… Gerçekçilik bu denli önemsenirken… Örnek vermek gerekirse, intihara kalkışan fakat amacına ulaşamayan Seçil, kardeşi Emine ile hasta yatağında konuşur. Aslında bu konuşma kısa, basit, duygulu olmalıdır. Fakat Seçil öyle uzun konuşur ki insan onu sahnede sanır. Anlattığı olayla o kadar abartı detaylar verir ki akıcılık sekteye uğrar.
Nüveyre Öğretmen roman ilerledikçe iyice belirginleşir. Silik izler kalınlaşır, kötücül huyları açığa çıkar. İlginç bir seçimdir sık sık cumhuriyetin nitelik ve erdemlerinden bahseden bu karakter. Sanki yazar bize insandan çok bir robotu anlatır. Henüz genç cumhuriyete dönük sert bir eleştiridir Nüveyre Öğretmen. Katı kurallarla yaşayan ve sınıf ayrımı gözeten; aydın sınıfı kendi doğrularıyla oluşturmaya çalışan, modern fakat özgür olmayan bir toplum düşleyen…
S 298: “Bitti işte anne. Siz öğretmenlerimizin sınıflarda bizlere öğrettiğiniz insan sevgisini gerekince nasıl göstereceğiz? Seveceğimiz insanı da mı siz ayırıp, bulup getireceksiniz bize yoksa?”
Emine, bugünle geçmişi, geçmişle masalları birleştiren bir bellek kuşudur. Kuş, uçar harfler arasında, harflere ruh katar. Estetikleşir cümleler. Özellikle de işkence sahnelerinin anlatımında. Öyle bir uçurur ki yazar bu kuşu, kuş dünyanın her yerine ulaşır.
S 331: “Ayak bilekleri kıyılmada. Devindikçe bel kemiğini eriten elektrik akımıyla her yanı paralanıyor. Saçları takıldığı noktadan boynunu gerdikçe parça parça kopuyor. Ona edilen küfürleri bir süre sonra duymaz oluyor. İçindeki yanma damarlarını arta arta zorluyor. Yüreğinin göğüs kafesinden fırlayıp çıkacağını, etten kemikten örülü o kapalılığın o itişe artık engel olamayacağını düşünüyor. Koca bir yarılmadan oluşan bağırışıyla açılıyor gırtlağı. Sesi bu değil. Herhangi bir bilinmezden salınan alabildiğine bozuk nesnelerden varolacak bir çığlık. Sesin böylesini bir insan gırtlağından elde etmek başarısını göstermiş olanlar susmuş.
Roman son dönemece yaklaştıkça devrimci akış o denli yoğunlaşır ki okur unutur diğer karakterleri. Güçlenir cümleler… Asıl amaç iyice belirginleşir. Belirginleştikçe romancının içindeki ateşin yükseldiğini hemen anlarız. Öyle sanıyorum ki Firuzan bu cümleleri yüksek bir duyarlılıkla yazmış, yazıdan en çok keyfi bu kısımda almıştır. İçinde acı birikintileri olan bu kısım özellikle diyalogların niteliğiyle parlar. Çok önemli bir kuşağı yitirdiğimizi hissederiz günümüz insanıyla Kırk Yedi’lileri kıyaslayınca. Mesela Anadolu kültürüyle çağdaş medeniyeti harmanlamayı başarmış bu nesil Türkçe’yi büyük bir dikkatle kullanıyordur. İki devrimci sevgilinin arasındaki naif sohbeti incelemek yeterlidir bu dikkati görmek için.
S 353: Omzuna uzanıp oradan saçlarına erişen Zülkadir’in parmak uçlarını öpüvermişti Şerife.
“Evleniriz ha, demişti Zülkadir. Yapacaklarımız bitsin. Evlilik dedimse, ne demek istiyorum, biliyorsun. Bizim Nedim gibi burjuva işidir, girişilmez diye karşı koymayı gereksiz buluyorum. Çünkü, bilir misin Şerife, bu aşırı direnmede de evliliği olduğundan güçlü sayma var. Dur yahu, kıvıramadım. Baba ben bu konuşmaları nasıl becereceğim?”
“Ben anlıyorum. Biz yaşamımızı gereken dürüstlükle, açıklıkla yürütecek kişileriz. Birbirimizi eksilterek değil, destekleyip gönüllendirerek yaşayacağız. Nedim’in demeleri başka demeler. Yapılan evlilikler, yapan insanların özelliğiyle değer taşıyor demek ister o.”
“Yaşayasın sen e mi? Hah bunu demek istiyordum.”
Roman, bazen sapar, günlük yaşama sızar, kuşaklar arası çatışmaları ve fikir birlikteliklerini yansıtır. Bir devrimci olan Şerife, Osmanlı’nın yıkılışına tanıklık eden dedesinin sözlerine kulak vermiştir.
S 354: “Ölüleri sevmek daha kolay geliyordu insanların çoğuna. Bu yaşama tembelleri için canlılık ürkütücüydü. Dedeciği ne demişti ölümünden bir ay önce.
” Yüzüm çok mu kırıştı Şerife, yavrum, nursuz pirsiz bir ihtiyar mı oldum gözüm? Aynada kendimi pek seçemiyorum artık.”
“Yok dedeciğim hem kırışsa ne olacak?”
“Derdimi ayan edemedim, siz karıncayı incitmemişsinizdir. Nur pir dediğiniz de anca sizde olur.”
“İncitmek elzemmiş Şerife yavrum. Bu dünyada, gözüm efendim, dünyalı gibi ömür sürmek elzemmiş. Ahret ilahi bir ney sesidir. Onunla güzellenip hayatı unutmamayı ayağımız çukurdayken öğrendik.”
İşkence betimleri gittikçe dallanır, dallar içimize doğru uzanır. Sıkı sıkı tutunan tüm yapraklar maalesef içimize dökülür.
S 375: “İnsanın sevgiyle, onurla sakındığı vücut, duygu gizlerine girmeye, parçalamaya utanmazca çalışanların hiçliğini öteki Emine’ye saptamak isterce bir aldırmazlık devinimi yapmaya davranıyor. Oysa isteğine kolu uymuyor. Yüreğinin içinden köklenen karşı koymayı ancak baş silkişiyle belirtiyor. Sonra düşüncesinden o çok sevdiği dizeler peş peşe akıp gidiyor.”
Maziye dönüş sahnelerinden birisini okurken farklı bir düşünceye kapıldım: Kırk Yedi’liler olarak adlandırılan devrimci kuşak, devrim fikirlerini üretirken Cumhuriyet ve demokrasinin şekillendirdiği bireyleri de ciddi olarak eleştirmektedirler. Yani aydın sınıf davranışları genç insanları devrim fikrine yöneltiyordur. Genç bireyler tarih boyunca “yaşadığı dünyayı değiştirme” eğiliminde olmuşlar, bu sayede demokrasi gibi üst bir fikre ulaşmışlardır. Demokrasi genç bireylerin ürünüdür. Birey belli bir yaşı geçtikten sonra var olan sisteme dahil olur, benimser, köklenir keyifle… Emine, daha çocukken, evlerine sığınmış besleme çocuk Kiraz’ı gözleyerek ailesine dönük eleştiriler biriktirmiştir içinde. Bu onu devrimci kimliğe sokan ilk izlerdir, yazar bunu ısrarla anlatmaya çalışır okuruna. Aile, bir ara Erzurum’da farklı, daha modern bir eve taşınır. Kiraz bu evde kızamık hastalığına yakalanır. Emine, annesinin ve babasının tutumunu üzüntüyle gözler.
S 422: Sokaklara atılıveren yoksulları, onları kolaylıkla atıverenleri, bu atılışların olağanlığını annesine bakmaktan sakınarak düşünmüştü Emine. Sandık odası benzeri bir yere tıkılıp iyileşmesi için üstelik ilaç da alınan, yoksul kimsesiz bir çocuğun durumunun şanslılığına verilmesini düşünmüştü. Bu şans denen şeyin de annesi Nüveyre öğretmenin iyilik severliğinde simgelediği gece, koyu bir uykuya dalmıştı Emine.
Uzun sayılabilecek bir işkence anlatısının ardından Emine, tutsaklıktan kurtulmuş, sosyal yaşama geri dönmüştür. Tabii işkence izlerini ruhunda taşıyarak… İşkence, tutsaklıktaki “suçluyu onarma” işlemini bozuyor, suçlu sayılan kişi dışarıya çıktığında ödediği kefareti suçla ilişkisiz buluyor, hastalanıyordur. İşkence topluma hasta bireyler kazandırıyordur. Bu gerçekçi aşamada Firuzan zaman zaman romantizmin eşsiz lezzetleriyle buluşturur okuru ve devrimcilerin estetik hassasiyetlerine de bir selam çakar.
S 461: Birbirlerinin sırtlarında ellerini gezdirirlerken bu dokunuşların çarpıntılı atlamalarından şaşkınlaşıp bilinen sevginin ötesine taşan büyük bağlılıkların, beğenmelerin boylanıverişini, sıvamıştı yüreklerini. Yeni bir kadınla yeni bir erkeğe eski deneycilerin ürettiği aşk öğretileri yeterli değildi. Onlar arasız başka kuralların yaşadığı nazlatmaları yeni kuşaklara sevdadır diye aktarmışlardı.
Baskın soru şu olur: “Neyi doğru yapmadık?”
S 499: Kurban’a anlatmaya giriştiği konuların kopukluğunu o gidince daha açıklıkla gördü. Halktan kişilerle sandıklarınca ortak bir dil kurulamamıştı. Bunun kanıtlanmasını Kurban’la yaşamıştı. Bulunacaktı elbet bir iletişim, bir anlatım yolu. Gerçeğin özüne neler pahasına olursa olsun sahiplenecek insan bilinci arasız gelişmedeydi. Sağduyuyu, haklılığı deneyden geçirmenin onurlu uzun köprüsündeydiler.
Not:
Dilin olanaklarını güçlü bir istençle zorlayan Firuzan, romanın sonuna dek aynı ritimle yazmayı başarmıştır. Uzun cümleleri tek okumalıktır bazen, ikinci kez okuduğunuzda bazı hatalar görürsünüz sanki. Bir tıkanma mesela… Bu hata olarak yorumlanmamalı bana göre, şiirsel ritme bir örnek belki, belki de aşırı zorlanmış bir usun zamansız atmosferi… Yani yazar içinde yaşamıştır romanı, içini anlatmak istemiştir. Başkalarını anlatmak daha kolaydır, içini dökmek ise zor. Hele ki estetik kaygılarla…
Bazen okurken düşüncelere dalarız, okumayı bırakmayız ama. Kurgu ve atmosfer okuru düşüncelere sürükler. Romana tekrar döndüğünüzde bir şeyleri “kaçırmış” hissinden çok, özümsenmiş görüntülerle karşılaşırsınız. Fakat Firuzan, geri dönüşlerde sizi sessizlikle baş başa bırakır. Tekrar okursunuz geçtiğiniz yerleri, sırf gürültüyü duyabilmek için, şaşırırsınız sanki o cümleleri hiç okumamış gibi.
Dolayısıyla bu eser dikkatle okunmalıdır.
Zaman ayırın bu esere. Gürültüler, kaygılar girmesin o zaman dilimine. Uykunuz bile pek olmasın. Dışarıda olmayın.
Duygularınızı alın yanınıza…
Devrimci duygularınızı…