
hakkaride bir mevsim
Türk edebiyatının güzide eserlerinden birisi olan Hakkari’de Bir Mevsim kendine özgü anlatıma sahiptir. Şiirsellik denebilir bu zarif anlatıma. Bir diğer tarif de şöyle yapılabilir: Alt alta dizili kısa cümlelerle güçlü imgeler açığa çıkarma… Diyalog görülmez ilk sayfalarda. Daha çok bir insanın hatıralarını okuruz. Hakkari şehrinden Hak olarak bahseder Ferit Edgü. Orayı coğrafi “zorluklarıyla” betimler. Bir düşten bahseder.
S 20: Bir başka olasılık: Belki de Doğu’nun ünlü tılsımlarından, büyülerinden biri bu duruma getirdi beni.
Yabancılık, yabancı olma durumu, uzak ve uzakta olma durumu gibi meseleleri düşündürür bu roman bize. Sırrına erken erdiğimiz bir karakterle karşılaşırız: Kendisini kazazede sayan bir adam Hakkari’de öğretmenliğe başlamıştır. Yöre insanlarının konuştuğu dilleri ise anlamamaktadır. Bir kitapçıyla tanışır.
S 41: Evet, Süryanice dedi. Bilmezsin değil mi? Hayır, dedim. (İlk kez duyuyorum, demeye utandım.) Olağan, dedi. Handiyse biz bile unuttuk. Çocuklarımız demek istiyorum.
Karakterimiz kendisinden gemici olarak bahseder, Hakkari’de sürgündedir; valiyle olan diyaloğu ise “sürgün” olma durumunu evrenselleştirir biraz, siyasi bir gizeme dönüştürür. Geçmişini belli belirsiz hatırlıyordur karakterimiz. Öyle enikonu uzun bir şekilde ailesinden falan bahsetmez. Anın içinde, Hakkari’dedir, validen aldığı mektuplar ise geçmişine biraz ışık tutar karakterimizin. Bir dağ köyünde öğretmenlik yapacaktır, birkaç gün süren mecburi şehir konaklamasının ardından elinde epey bir erzakla köyüne döner ve daha ilk dakika rüya sonrası yaşamının ilk şokunu yaşar. Köydeki hasta, ilaç bekleyen bir çocuk ellerinde ölür.
S 76: O gece uyumadım. Uyuyamadım. Torbalar, odanın bir köşesine atılmış öylece duruyorlardı.
Ben her satırı planlanmış, bir şeyler anlatmak için zorlanan cümlelerle dolu romanlara biraz mesafeliyimdir. Öylesi şiir olmalı, olamıyorsa öykü… Roman daha sade, gündelik yaşamdan olmalı ve biraz olağan akmalı. Edgü’nün bu kült eseri hafif bir tempo kaybıyla derinleşir; iki önemli gizem belirir, birincisi ani ve benzer çocuk ölümleri, ikincisi adını bilmediğimiz, kazazede bir denizci olarak kodlanan karakterimizin uyurgezerliği, düş görme meselesi…
S 120: Olabilir hocam. Hepimiz düş görüyoruz. Sabah uyandığımızda hangisi düştü, hangisi değildi, ansımıyoruz. Olabilir hocam, belki düşü gören bendim. Ak kuş mu, kara kuş mu? diye belki düşümde ben sordum.
Kış biter, güneş ısıtır, bahar başlar. Çocuklar da karakterimiz de hızlı öğrenirler; dilleri, yaşamı, kuralları… Karakterimiz Hakkari’ye geldiği ilk gün Süryani bir kitapçıdan kitaplar almıştır, o kitapları okur kış boyunca. Öyle enikonu verilmez bu kitaplara dair içerikler… Öyle birer, ikişer cümle… Aslında şunu düşünür okur: Evet, üç yüz dört sayfa okuyoruz ama geride kalan birkaç sahne, birkaç cümle, birkaç isim…
S 238: Evet, dedim, bunu da hiç düşünmemiştim. Uykuların, uyanıklıkların, düşlerin de bir sonu olmalı. (Ölüm hariç – Bunu içimden, kendi kendime söyledim.)
Düşsel bir sonu vardır romanın. Yüksek tepelerden akan bir nehir, beyaz çiçekler, yolculuk…
Bir düş diyarıdır Hakkari.
Bir düş zamanıdır Hakkari’de geçen bir mevsim.