
Sus Barbatus 3
Serinin üçüncü cildinde beklenen durum çabucak gözlenir: Mevsim değişmiştir. Üslup ise sürdürülebilir özelliğini güzellercesine serpilip gelişmiştir. İlk romanda domuz SUS BARBATUS, ikinci romanda at CENNET, üçüncü romanda ise bizi bir kertenkele karşılar: COCO. Onu Dede Sultan isimli tuhaf imam takip eder. Onları Gülali isimli yaşlı bir adam ve onun devesi DAVUT izler. (Önemsenen, hacimde yer kaplayan dördüncü hayvanımızdır.) Yaşamsal döngüyü ise evin aksi kadını Reyhan tamamlar. Dede Sultan bir eyer ustasıdır. Faruk Duman bu tip unutulmaya yüz tutmuş meslekleri de detaylıca açıklar okuru için. Bu yaşlı adamın hüneri de boncuk kullanarak deve eyeri yapmaktır.
S 28: Bundan sonra tam deli oldu. Sokaklarda yürüyen boncuklar görüyordu insan yerine. Bu boncuklar sonra toplaşıp bir araya geldikleri zaman eyer biçimini alıyor. Sonunda çevresinden püsküller sarkarak ses çıkarıp gıcırdamaya başlıyordu. Ama böyle usta işi. Böyle eşsiz bir eyer şu dünyada kimin ilgisini çekerdi? Devenin soyu tükendiğine göre.
Sus Barbatus ruhlar âlemindeki yaşantısına devam ediyordur. Olgun, bilgiç bir tavra bürümüştür Faruk Duman onu. Dünya onun için artık seyirliktir. Karışır doğaya, insanların arasına… ama görülmez, hissedilmez, duyulmaz.
S 39: Yüzünü asarak havalandı, yine önce teknenin, sonra Ç. Gölü’nün üzerinde yükselerek gökyüzüne çıktı.
Birinci romanın mühim iki karakteri solcu genç Faruk ve komutanın sevgilisi Aysel’dir. Bu iki insanı buz tutmuş Ç. Gölü yutmuştur. Sus Barbatus, bu iki insanla bu romanda buluşur. Birlikte, ruh olarak, bir naif ses olarak katılırlar romana.
S 64: Olsun dedi Aysel. Elbette olsun dedi Faruk. Denemeye değer. Böylece Sus Barbatus’un sırtına bindiler. Sus Barbatus havalandı, keyfi yerine gelmişti.
Kuşların peşinde, atların, domuzların ve solcu gençlerin peşinde… Sus Barbatus aslında bir “peşinde” romanıdır. Saplantı. Saplantı denir bu peşinde olma tutkusuna. Serinin üçüncü romanında ise Dede Sultan isimli yaşlı adam bir pınarın peşindedir. Bu pınardaki boncuklarla arkadaşının devesi Davut’a bir eyer yapma niyetindedir. Bu onun yaşamındaki son görevi olacaktır. Pınarı bulur, sahiden de görür boncukları… Roman burada mistik bir alt metin oluşturur, yazarın sık başvurduğu bir tercihtir bu. Oldukça zorlu, kanlı, baskıcı bir dönemi yer yer masalsı, yer yer gerçekçi, bazen de böyle gerçeküstü metinler oluşturarak aktarır.
S 109: Antep’teki evliya geldi gözünün önüne. Gelince, onu daha iyi göreyim diye Dede Sultan uzandı, gözlerini kapattı. – Allah senden razı olsun, dedi. Evliya güldü. Ama bir şey demedi. Elini uzattı, Dede Sultan’ın gözyaşlarını sildi, neden sonra. – Artık kalk oradan uzaklaş, dedi, o suyun sana vereceği şey bitti.
Sus Barbatus’un ana karakterlerinden birisi de Mustafa Öğretmen’dir. Solcu hareketin içinde bir adamdır. Eşi Gülşen ve kayınvalidesi Fındık ile birlikte köyde yaşamaktadır. Oğlu Faruk ve baldızı Aynur da sol harekete mensuptur, ilk iki romanda onları aktif olarak görürüz, bu romanda ise onlar tutukludur nice genç gibi. Fındık Nine ise vefat etmiştir. Ondan geride şu güzel-düşündürücü sözleri bırakmıştır yazar.
S 121: Yoksa dünya aslında düşüncemizi söylemekten korktuğumuz bir yer değil midir?
Sus Barbatus anlattığı siyasi atmosferin ötesinde bir kır-doğa romanıdır. Suyun, toprağın, ağacın romanı… Sesin ve sessizliğin romanı… Serinin üçüncü romanı da temelini kırdaki yaşam üzerine inşa eder. Metnin böyle ilerleyeceğini hayal eden okur yavaş şehre doğru gidince şaşırır. Roman iki karaktere odaklanarak tempo kazanır: Mustafa Öğretmen ve bir çocuk: Kemal. Kemal karakteriyle birlikte “tren”, “istasyon”, “Doğu Ekspresi” gibi görüntüler betimlenir. Kemal, özellikle tren yolcularına yiyecek satan bir çocuktur. Küçük bir sepetin içinde salatalık gibi hızlı yenebilecek şeyler satar, harçlığını çıkarıp ailesine destek olmaya çalışır. Mustafa Öğretmen ise karısı Gülşen’in deyimiyle aklının bir kısmını yitirmiş gibidir.
Bir Not: Bir hikâye bütün eser boyunca parça parça anlatılır. Bu hikâye padişahın siste başlarını kaybeden “başsız askerlerle” ilgilidir. Metne yedirilmiştir. Küçük harfle başlar hikâyeyi oluşturan alt metin… Bir tüm paragraf şeklindedir, helva kıvamındadır.
Romanda açılışı yapan, zaman zaman kısa metinlerle kendisini gösteren Coco isimli bir kertenkele vardır. Süleymancık (Bir kertenkele türü) der metnin bir yerinde yazar. Ne maksatla romandadır diye soracak olursanız cevap farklı farklı tezahür edecektir. Basit bir cevap olarak doğayı okuruz onun minik gözlerinden. Coco meraklı ve korkak bir hayvandır. Önce Dede Sultan’ın boncuk çantasına, sonra devrimci Murat’ın cebine girmiştir-düşmüştür. Oradan Toprak’ın çantasına… Bir macera içindedir bu hayvancık. Tesadüfler onu hapisteki bir devrimcinin, Aynur’un avucuna kadar götürür. Coco’nun romandaki belirsiz varlığı hoş bir tebessüme dönüşür.
246: Aynur. Aynur yakaladı onu, avucunun içine aldı, Coco başını korkuyla kaldırıp kızı izledi uzun uzun. Yutkunup duruyordu. Gözleri irileşmiş, bu lacivert, yalımlı gözlerin çevresinde parlak beyaz halkalar oluşmuştu. Aynur kertenkeleyi öyle sevdi ki, görüşü de, Toprak’la enişteyi de, hapishanenin kalabalığıyla gürültüsünü de unuttu.
İlk roman bitimsiz bir kış, sonraki roman hoş kokuların yayıldığı bahar, bu roman ise yaz mevsimidir. Yaz, hareketin arttığı bir mevsimdir. Fakat ilginç bir şekilde karakterler bu romanda sık hastalanır. Romanın iki “saf” insanı okuma serüvenini hoş seslerle devam ettirir: Dede Sultan ve Kemal. Anadolu’da saflığı belirgin, zihinsel yetileri zayıf, ilgilenilmediği için de kıyıda köşede kalmış zararsız insanlar vardır. Bu insanların bazıları bir konuda ilginç bir beceriyle uzmanlaşabilir. Konuya duydukları ilgiden olsa gerek… Konuşma tarzları, ağızları, kıyafetleri ve her şeyi yaşadıkları yörenin özelliklerini taşır. Başka yer de pek görmezler zaten… Dede Sultan biraz öyledir. Kemal ise çocuksu bir saflık taşır içinde. Meraklı çocuklara özgü bir ışıltıdır onunkisi. Büyüdükçe söneceğini tahmin edebildiğimiz bir ışıltı. O bir çukura düşmüş, farkında olmadan hapishaneye çıkabilecek bir geçit keşfetmiştir. Bunu da devrimci Çetin abisi ile paylaşmıştır. Aynur’u kurtarma planının fitili de o kuyuda Kemal sayesinde yanmıştır. Dede Sultan ise eyer yaptığı devesiyle mecburi bir yolculuğa çıkmıştır. Devenin sahibi olan dostu Gülali ölmüş, Gülali’nin oğlu da deveyi kesme ve cenazeye gelenlere yedirme kararı almıştır. Dede Sultan karşı – adamı yaralayarak – koymuştur ona. Devenin sırtına binip Antep’e, rüyasında gördüğü ulu zata doğru hac benzeri bir ilginç yolculuk başlatmıştır.
S 399: Coşkusundan, gayretinden, inancından gözü yaşarıyordu. Devesinin örkeni elinde, çukurlara girip çıktıkça durup olan biteni anlamaya çalışıyor, sonra o çatılmış kalın kaşları, gri ışıklı parlak gözleriyle gülümsüyor, sonra yönünü yeniden tayin ederek yoluna gidiyordu.
Bu son roman çok kişili, bununla birlikte kişilikli bir eserdir. Mücadele vardır romanda. Birileri devrimle, birileri doğa ile, birileri de iç dünyasıyla mücadele içindedir. Şehirdeki devrimsel devinim heyecanla devam ederken ve hapisteki gençler için yaşam güçleşirken okur askeri baskıya dair izleri takip eder. Dede Sultan ise devesi Davut ile birlikte orman içinde ilerliyordur. Mücadelesini bir mağarada sürdüren -aktif isim- Halil hastadır, ona yörede yaşayan Hâkim isimli bir insan bakmaktadır. Hâkim yaralanır, onu Dede Sultan bulur. İnsanların bir araya gelişi bazen insana dair en güzel duyguyu açığa çıkarır: Merhamet. Bu üç insan üzerinden merhamet duygusunu ele alır yazar.
S 462: Yaşam gibi, sonsuz bir hikâye anlatmak. Bir anlamda, yaşamla yarışmak. Zaten, böyle değil midir? Hikâyenin amacı, yaşamla yarışmak değil midir?
Dede Sultan’ın bir türlü başlayamayan yolculuğu, bir kalma-gitme soruşturmasına dönmüştür. Sonunda Dede Sultan kol kanat gerdiği Halil ve Hakim’in iyileştiğini görünce devesi Davut’a “hadi” der. Koyulurlar yola. Fakat Dede Sultan’ı yolda bir şey sokar, ısırır.
S 521: O zaman tuhaf bir şey oldu. DAVUT, hışırtılar çıkararak, bodur ağaçları, böğürtlen öbeklerini ezerek, geçti, kovuğun başına kadar geldi, Dede Sultan’ın içinde kıvrıldığı kovuğu kapatıp koruyacak biçimde buraya çöküp yattı.
Romanlarda alt metin diye adlandırılan “ara” hikâyeler vardır. Yardımcı oyunculara aittir bu hikâyeler genelde. Başarılı bir öykü yazarı olan Faruk Duman için böylesi hikâyeler yazmak zor olmasa gerek. Belki kendini zorunda hissetmiştir. Malum kalem oynamak ister daima. Ara hikâye fazlalığı romana hem katman hem de derinlik katar, katabilir. Katamadığında ayrıksı-zorlama durur. Bu romanın ara hikâyelerinden birisi çocuk karakter Kemal’e aittir. Onun yaşamını, düşlerini, düştüğü çukurla ilgili hayallerini okuruz. (Aynur hapishaneden kazdıkları tünel sayesinde kurtulmuştur. Dostlarıyla karşılaşmıştır yer altında. Doğrusu ilginç bir tesadüftür. Tabiri caizse ölüler diyarından yeryüzüne çıkmışlardır.)
S 526: Yine kaşları çatık öyle. Bana baksana, diye kendi kendine seslenip duruyordu. Bana bak, zindanı bir kere ben bulduğuma göre. Bunu gidip de yalnızca o kızla oğlanı buradan çıkartalım diye bulmadım ya. Akılsız bunlar, akılsız, kızla oğlan kurtulsun, ne güzel. Ama sonra, sonra ne yapacağız, definemizi aramaya devam edeceğiz. Öyle değil mi?
Israrla bir ressam gibi yaşam gücünü, enerjisini, hayat doluluğu çizer Faruk Duman. Bunu devrimcilere yakıştırır. Ölümü ise asla ötelemez. Çoğu devrimci genç yaşta öldüğü için belki de. Her romanında birileri erken veda eder yaşama. Trajedi ise dozundadır. Ölüm de yaşam da bir yolculuk gibi anlatılmıştır. Üçüncü romanı Coco açmıştır, Coco kapatır. Devrimciler çok önemli bir başarı elde ederek şehirde büyük bir miting düzenlemeyi başarırlar. Hapisten kaçan Aynur ise yolda Dede Sultan ve devesi Davut ile karşılaşır. (Masal atmosferi seride bir kez daha oluşur.)