Gecenin Gerisi

Boş oda… Öyle demek geliyor içimden ama boş değil, öteberiyle dolu, niçin öyle kimse bilmiyor, nicedir yığılıyor eşyalar, gelen geçen bir şeyler istifliyor sürekli: Hangi akla hizmettir kitaplarla menemen kavanozlarının aynı kitaplıkta sergilenmesi, gardırobun üzerine battaniye hurçlarını kim koymuştu, kedi kumu paketlerini kim kitaplıkla duvar arasına nizami bir şekilde dizmişti, ütü masasının buradaki varlığı sebepli miydi, tamir aletlerinin siyah çantasını berjerin arkasına kim bırakmıştı; boyalar, kalemler, süsler bana ait, onlara itirazım yok! Çok şükür: Büyümeyi pek başaramayan aloe veralar ve onların kıskandığı yaprak güzelleri odaya biraz farklılık katıyordu.

Yedi kişilik bir aile, bir kutuya sıkışmış…   

Sarsıcı bir deneyimin şahikası, anısı: Bir adam üzerimde, etimde, içimde, tenimde, rüyamda…

 

wine, drink, alcohol-4931923.jpg
man, fog, silhouette-1292269.jpg

Yedi kişiden uzakta, büyük bir yatakta, yalnız…

Susmam gereken bir mesele hakkında konuşmamı diliyor, zorluyor beni buna. Zorla çıkan sözcüklerden medet ummayı bilemeyecek yaşta değil, küçük o daha, küçük ve yalnız. Koca adam öyle çocuk gibi… Cebindeki para büyüdükçe o çocuk kalmış, bilinçli bir durum değil ama… Para gibi bilinçsiz o da! Şaşırıyorum onu takip ettikçe: Biz yedi kişi bir kutuya sığıyorken o koca dünyaya sığmıyordu ve sürekli ağlar vaziyette teselli bekliyordu. Teselli ve kahve… Sevişmeden önce, sonra, çok sonra… Sürekli kahve demliyorum ona. Ben pek içmiyorum, selülit yapıyor diye okumuştum bir yerlerde çünkü. Hem ne gerek var bir şeyi bu kadar abartmaya. Kardeşi yok, kuzenleri hep uzakta… Sınıfından arkadaşları başka mahallelerde… En yakınıyla mesafeli, geçimsiz bir adam…

Bir menekşe sessiz ölür; özenle alınmış orkideler çabuk dökülür, bakmasını bilmezsen ölür gürültüyle ve gürültüyü duyabilene son bir şeyler anlatarak: Bunu kim almıştı sana, niçin almıştı?

 

Eskir tablolar, eser eskimez. İnsan eskir, eser eskimez. İnsan tablodaki gibi durmaz, eskir; aldatılarak eskir, aldanarak eskir, sustuğu gün eskir, eskir ve eskidiğini fark ettiği an biraz yenilenir: Sonrası nafile…

Sonrası nafile, insana bir dizeyi anımsatır… Nafile olmayan bir sonra varmış gibi düşünür insan. Ben de düşündüm. Sevgilimi, onun akrabalarını, sözlerini, yaşadığım evi düşündüm: Anne-baba, dört kardeş, bir enişte, bir küçük çocuk… Onu saymıyorum ama o da büyüyecek, hacim kaplayacak evde. Hep hır gür… Hep bir amaçsız kaos. Dondurma mı alınacak, iki kutu… Çamaşır mı yıkanacak, iki tur… Nevresimler mi değişecek, iki oda sabah, iki oda akşam… Karpuz mu alınacak, önemli değil, fark etmez boyutu, ne de olsa biter gider, akar kırmızı suyu, lavaboyu doldurur. Ekmek mi alınacak, halk ekmek mecbur, en az sekiz tane… Diyet yapmak istiyorum, tam buğday ekmek almak istiyorum, dilim dilim yemeyi planlıyorum ama daha akşam yemeği bitmeden yok oluyor her şey! Yedi kişiye tam buğdaylı ekmek mi yeter… Baklava mı yeter, yaş pasta mı yeter, ananas dilimleri mi yeter? Herkes kendi dilimliyor neyi istiyorsa. Hemen de yutuyor. Diğerleri çöpte görüyor varsa kabukları. Pek de şaşırmıyor insan. Yemişler, bitmiş işte. Kalabalık ailelerde şaşırma nedir pek bilmez insanlar. Zaten her şey pahalı! Kalabalık olunca daha da pahalı gözüküyor her şey! Ben sadece gölgeyim yaşadığım evde. Gitmek isterim. Hayal kurarım. Durmadan yürümek isterim çocuksu bir enerjiyle. Beyaz atları ve siyahi sporcuları kıskandıran bir enerjiyle… Gidemiyorum tabii ki. Evlenmeden çıkamam o evden. Evlendiğim gün belireceğim, renkleneceğim, kıymetleneceğim. Damat adayına bir prenses olarak gideceğim. Terk ettiğim evden gözü yaşlı ayrılıyorum sanacak herkes. Sancak kısmında toplanacak herkes. Uğurlayacak beni. Yük bir kişi daha azalacak. Dondurmayı en çok seven gittiği için dondurma belki de artacak. Gerçi oburluk artmaya meyillidir hep. Kalabalık aileler azalsalar bile kalabalıkmış gibi yiyip içmeye devam ederler. Ablam evlendi, gitti; pek de bir şey değişmedi harcamalarda falan. Oysa o gün, yani gelinlik giydiğim gün, ağlamamın sebebi bir kitaplığımın olacak olması, bunu ne ben fark edebileceğim o beyaz büyülü kıyafetin içinde, ne de müstakbel damat; onun zaten aklı fikri hatasız bir gün geçirmek olacak, papyonu en önemli şey gibi gözükecek o gün. O kadar çok düğün gördüm ki yaşamımda Avrupalı bir yaşıtım o kadar çok misafirliğe gitmemiştir. Babam on bir kardeş… Çoğu da komşumuz. Şehrin göbeğindeki mahalleyi kendilerine köy etmişler. Ne davulları eksik oluyor ne zurnaları… Ne cenaze arabaları eksik oluyor ne de askere uğurlanan erkekler… İnsanın eşyalarla ilişkisi varoluşuyla ilişkilidir, kimi çiçek sever mesela, kimi biblo… Ben ise hiçbir şey fark edemiyorum yatağıma uzandığımda. Çalışma masasının üzerini dolduran kitaplar bile bana ait değil sanki. Bir çağa aitler, üniversite bitince her şey kaybolacak sanki. Sanki yaşam devrimsel bir döngü! Devrim olduğunda o an ne varsa yakılıp yıkılacak.

Kitaplar, arkadaşlar, bayat çaylar, flört denemeleri, hep altında oturulan aynı ağaçlar… 

Yalan söylemeliyim anneme: Gidiyorum, mutluyum, koşulsuz bir arayış içindeyim diyebilmeliyim. Koşulsuz bir arayış dersem olmaz, o kadar da abartmamalıyım. Çocuk doğurmalıyım desem daha kolay.  


candle, hand, candlelight-335965.jpg

Birazdan zil çalacak. Öyle sessiz ki bu ev… Kedi bile çok sessiz. Asil. Duygu dolu. Biraz depresif. Uyuyor sessizce. Belki de gözlerini kapatıyor, bilinmez, kediler bilinmez…

Burası bizim eve benzemiyor. Yüksek tavanından sessizlik zincirleri uzanıyor. Zincirlerin ucu iri lambalarla kaplı… Ama ışıtmıyorlar sanki. Süs niyetli. Pahalı lambalar.  

Sevgilim uyukluyor. Zille uyanacak, kapıyı açacak, pizzayı alacak, yemek yiyeceğiz, sonrasında müzik dinleyip biraz sohbet edeceğiz. Gece yaklaşınca ben evime döneceğim, gürültüye… Bu ev, sevgilimin abisine ait… Abisi yurt dışında bir süreliğine… Kedi de abisinin kedisi. Kediye sevgilim bakıyor. Bu evi de kullanıyor, kendi evini de, arkadaşlarının evini de… Zengin göçebe diye sesleniyorum ona bazen. Ben gittikten sonra pencerenin önünde oturup kahve içerek yirmi kat yukarıdan şehri izliyor. Nedense şehirlere tepeden bakmak keyifli… Bana öyle geliyor. Bu evi mi seviyorum, sevişmeyi mi, sevgilimi mi, kediyi mi, yoksa zengin bir adamla birlikte gezmeyi mi? Bilemiyorum pek. Hepsini ayrı seviyorum. Görgüsüz bir adamın gün içinde beş farklı saati değiştirerek kullanması gibi… Bu adamı sevgilim anlatmıştı geçen gün. Bir abisiymiş. Arabasının torpidosunda iki tane saat kutusu duruyormuş. Her gün o kutuları alıp eve çıkarıyormuş, tıpkı benim sırt çantamı taşıdığım gibi… Ne ilginç hayatlar var. Zaman geçmiyor bazen bu evde. Sevgilim ya vitamin eksikliğinden ya da gizli depresyondan çok uykusu geliyor, hele seviştikten sonra… Benim de geliyor bazen ama direniyorum ve bu değerli yalnızlığı kaçırmak istemiyorum. Hiç kıpırdamadan bakıyorum etrafıma. Her şey o kadar düzenli ki sevgilim bile dağıtamıyor etrafı o hoyrat çocukluğuyla. Aslında küçük bir ev… Ev de denemez, yaşam alanı belki… Emlakçılar “Modüler” diyorlarmış bu bina tasarımına.

O kadar saçma ki… Aklıma amaçsızca Sinan Şamil Sam geliyor. Ünlü boksör. Yakın zamanda vefat etmiş. Geride hoşuma giden bazı cümleler bırakmış: “Yüz tane yumruk atıyorsun, doksan dokuz tane yiyorsun. Bir yumrukla maçı kazanıyorsun. Seni dayak yememiş sanıyorlar, kazandın sayıyorlar.” Düşünüyorum da bazı ilişkiler de böyle… Resmen bir savaş, bir dövüş… Biri kazanıyor belki ama doksan dokuz tane de yumruk yiyor. Kalbi kırılıyor, içi kanıyor, gözleri şişiyor ağlamaktan… Niye geldi aklıma bu? Çünkü aklım yakın arkadaşımda. Bir rüzgârda tutsak kalmış kelebek gibi… Atamıyor kendini dışarı, bir yere varacak güzel mi değil mi bilmiyor, tersine uçması ise rüzgârın şiddetinden ötürü mümkün değil. Bazı ilişkiler de -özellikle evlilikler- diş yitirmeye benziyor: Bir bakmışsınız ısıracak hiçbir şey kalmamış, bir avukat elinde takma dişlerle bekliyor, paranız varsa eğer bir psikolog ağzınıza ilk lokmaları koyuyor… Anneniz de koyuyor, babanız da, hatta komşularınız ve sessiz arkadaşlarınız… En yakınınız ise dökülen dişleri bir araya getirmiş, dizmiş yan yana, üzülüyor onlara bakarak ve diş aralarından iple çektiği anıları düşünüyor: “Acaba küçük meseleler insanı niçin yıkar?” İnsanı yıkan yine insan… Şu kedi değil mesela… Şu çocuk hiç değil… “Geride bir valiz kalıyor!” Öyle demişti bir tanıdığım: “Kapının önünde bir valiz.”  Belki de tanıdığım kişi, valizin şahit olduğu yaşamı anımsayarak kapamıştır kapıyı geriye. Yoksa niye hatırlasın o valizi… Tatillerini görmüştür o valiz, arabayla çıkılan yolculukları, güneşi, renkli şemsiyeleri, birlikte girilen duşları ve iç içe geçmiş kıyafetleri… Valize eşyalar girer… İnsan değil… Boşandığınız gün valize insan girer, eşyalar değil. Önemsiz olanı anlar insan. Varsa anlamak için, içinde bir arzu…

Niçin sevgilim yanımda yatıyorken valizleri ve ayrılıkları düşünüyorum?            

 Yorgundum. Niye? Koştum gürültüye… Uyudum gürültüde. Fazla uyumuşum, zil çalmış, duymamışım, birkaç kez tekrarlanana dek… Amcamlar gelmiş, alakasız bir neşeyle ve çat kapı! Dört kişi… Ettik, on bir kişi. Saate bakıyorum, gece on bir. Amcamlar köyden geliyorlarmış, öteberi bir şeyler getirmişler, salon ışığının parladığını görünce uğramışlar. “Madem uyunmayacak bir de çay içeriz,” deyip serildiler salona. Geceyi ederler, ederiz hep birlikte… Ne de olsa emeklilik hayatı. Babam emekli değil ama geç gidiyor işe, pek karışan edeni yok. Neyse ki kimse uyandırmıyor beni. Farkındalar mı bilinmez zaten… “En az dört torba…” diye düşünüyorum alakasız. Çay. Annem bir süredir demliğe poşet çay atıyor, temizliği kolay diye… Bu kadar kişiye dört tane ancak yeter. Bu çay işi israfı aslında… Dedikoduların harf israfı olması gibi… Ama su değerli! Kalkıp içmeyin demek istiyorum ama o güç yok bende. Yorgana büzülüyorum iyice. Bir an önce uyumazsam tuvalete gidenlerin klozet gürültüsü yüzünden hiç uyuyamayacağım, biliyorum. Uyuyamazsam çıkamam da yataktan, ayıp olur. Ya şu anda çıkmalıyım yataktan, salona gidip selam verip ödevlerimi bahane ederek geri odama dönmeliyim ya da uyumalıyım. En kötüsü düşünmek çünkü, bu gece… Canım düşünmeyi, döne dolaşa düşünmeyi hiç istemiyor. Aklım sevgilime gidiyor… Elinin kokusunu duyabiliyorum tenimde. Önceleri korkardım eve gelirken… Artık korkmuyorum. Evdeki sigara kokusu her şeyi baskılıyor çünkü. Hem babam hem abim hem eniştem… Günde dört paket sigara tükeniyor bu evde. Deniz taşları biriktirmiştim vazoda… Gece karanlıkta uyuyamadığım için lamba aldı abim bana. Kırmızı bir ışık yayıyor. Vazonun hemen yanına koyduk lambayı. Yayılan ışık taşları güzel gösteriyor. Anı denen boşluk inliyor habis sedada… Sonrası nafile… Gözüm yine öteberiye takılıyor. Annem yeni bir şey eklemiş: Bir avize… Akrabalar ev değiştirirken fazlalığa düşmüş, annem de pek ihtiyacımız olmadığı halde tutmuş getirmiş; biliyorum bu hikâyeyi, geçen anlatmıştı. Demek avize buydu. Öyle duruyordu kenarda. Parlaması gerekirken… Eniştem yarın, en geç sonraki gün, annemle didişe asar bu avizeyi uygun bir odaya. Belki bu odaya… Sorabilirler bana. Önemli değil. Fark etmez tavanda ne olduğu.   

Kim var gecenin gerisinde? 

Gecenin gerisine kim sığınmış? 

Sevgilim uyuduktan sonra, kedisi bir alüminyum folyo topun peşindeyken… 

Kim yaklaşmış gecenin gerisine?