Son Zamanlar Sonbahar
Ne düşünmeliydi Murat Dost?
Bir imge ve melal patlaması: Ağlamak istiyorum.
Biricik diyarımızı terk edip gitmek, uzaktaki deniz fenerini aramak, dalgalara karışmak, kıyıya vurmak… Midemde onca yabancı cisimle… Uygun tabiatıma rağmen yüzememiş olmak…
İnsanın bir derdi, bir kederi ama bir de çıkış yolu olmalı: Fotojenik kimselere inat bir umursamazlıkla geçmeli paraflaş setlerin arasına. Gülümsemeli içinden geldiği gibi. Yıllarca hayal edilmiş bir tebessümdür açığa çıkmak için yürekte bekleyen. Çürüyen mi demeli?
Duyduğum seslere odaklanıyorum: Birkaç dakikadır Fındık ile göz göz göze bakışıyoruz. Fındık bol tüylü yastık gibi bir kedi, an itibariyle huzursuz, mutsuz, hatta biraz susuz… Gözlerimi ondan ayırıp asıl meseleye dönüyorum: Yol! Koyu renkleriyle korkutuyor bizi. Koyu bir akış bu. Acaba renkli olamaz mıydı bu asfalt denen şey! Şöyle sarı, mesela yeşil, belki turuncu… Dönüp Barış abiye bakıyorum: Kendileri yol arkadaşım olur. Uyuyor bir süredir; sessizce kapadı gözlerini, aklından geçenleri ite ite yoruldu, uyudu çabucak. Sisyphos gibi uyanınca tekrar başlayacak!
Şoför ise bir süredir termosta demlediği çayını yudumlayarak ilerliyor. Sakin trafikte rahatça yol alıyoruz; sabahın ilk saatleri, “usulca” kelimesini kullanmanın en doğru zamanı…
Güneş bekletmemiş kendisini bekleyenleri. Uyanıyor insanlık bu coğrafyada, çok önce, tanrılar için heykeller bile dikilmeden önce, taş devrinde, öncesinde…
Üç insan: birisi kiralık, birisi aralık, birisi karanlık…
Şoför kiralık. Barış abinin tanıdığı, “Rahat gideriz, eşyaları da koltuklara atarız, hem Fındık da rahat eder, otobüsle, kamyonetle falan uğraşmayalım,” demişti.
Bir de hikâye anlatmıştı az önce bu tatlı dilli şoför: Geçen hafta İstanbul’dan Bergama’ya götürdüğü bir kafileden bahsetmişti. Anlattığına göre bu kafilenin amacı Berlin’e götürülen Zeus Sunağı’nın kalıntılarını görmekmiş. Fakat önceki gece kafilenin yarısı sarhoş olunca ekip ikiye bölünmüş, ardından da sabah kavga gürültü çıkmış. Oysa hepsi derli toplu insanlara benziyorlarmış. Bazıları akademisyen, bazıları öğretmenmiş. Yol boyu epey ciddiyetle bazı meseleleri tartışmışlar. Düşünüldüğünde komik bir hikâye değil ama şoför anlatınca gülmüştük hepimiz. Tüm yolcular. Zaten bu adam ne anlatsa komik olacak. Adamın dilini yol şekillendirmiştir. Aslında insanlığın içindeki şanslı kişilerdir uzun yol şoförleri: Biz her gün aynı duvarlara bakarken…
Belki de bir sonraki yolcularına bizden bahsedecek.”
Etrafıma bakınca bahsedilecek kadar komik bir yolculuk olduğunu fark ediyorum.
Yirmi yedi kişilik bir minibüsteyiz. Bazen gözüm koltuk sayısını açıklayan küçük plakaya takılıyor, muavin koltuğunun hemen üzerine asılmıştı. Aslında bu araçların kategorisi minibüs değil, midibüs – otobüsün bir küçüğü – olarak geçiyor. Yıllardır, ben de herkes gibi görürüm bu araçları. Kalabalık iş yerlerinde çalışan insanları taşırlar özellikle. Bugün ise tuhaf bir detay dikkatimi çekti: İri gövdesine küçük geliyor gibi gözüken tekerleklere sahipti bu araç.
Üç insan dışında iki kedi, iki kuş, bir de yavru bir köpek var. Her hayvan ayrı bir koltukta seyahat ediyor. Köpek dışındakiler kafeste… Köpek pek yadırgamıyor yolculuğu… Hınzır bir Jack Russell… İsmiyle de pek müsemma: Karındeşen Jack… Şaka şaka… İsmi Papa… Bu şirin köpek ırkını avcılık tutkunu bir papaz bulmuş çünkü. Irk bulmak da ne demekse… Öyle demiş Barış abiye bu köpeği veren şahıs! O da öyle söylüyor gördüklerine. Google’da doğruluyor onu! Neyse!
Barış abi “Papa için de çok iyi olacak,” demişti yola çıkmadan önceki gece. Kendisinden de çok emin. İhtiyarca bir eminlik! Barış abi sanki hac yolculuğundaydı, ısrarla “iyilikten, güzellikten, mucizelerden” bahsediyordu. Çekici bir yenilik arzusu taşıyordu içinde: Gömlekle başlamış işe… Şaşılası bir şekilde – pek özensizdir kendileri – yeni alındığı belli olan beyaz renkte keten bir gömlek giymiş. Benim üzerimde ise baskı tasarımlarıyla meşhur bir firmanın koyu gri tişörtü var. Kalp hizamda kırmızı bir balon uçuşuyor.
Cebimden bluetooth kulaklığımı çıkarıyorum. Tablet bilgisayarımdan Youtube uygulamasına giriyorum. Son zamanlarda dinlediğim şarkılardan bir liste yapmış, listenin adını da ilk aklıma gelen sözcüklerden oluşturmuştum: Son Zamanlar Sonbahar!
Ben ve Barış abi şoförün hemen arkasındaki koltuktaydık, Fındık ise hemen yanımızdaki koltukta – Barış abi “yakınımızda olmalı” diye özellikle belirtmişti – , onun arkasındaki koltukta diğer kedi Hobbit – çok güzel bir Scottish – , onun da arkasında ise iki erkek – isimleri Roma ve Kabil – muhabbet kuşu… Teypte ise genelde Orhan Gencebay çalıyor. Şoför “Barış abi sen bu şarkıyı çok seversin,” diyerek ezgisi etkileyici bir şarkıyı birkaç kez – ben de çok beğenmiştim – dinletti: Nikriz Rüyası… (Onu duyunca kulağımdaki kulaklığa dokunarak dinlediğim müziği durdurmak zorunda kalmıştım.)
Şoför ev sahibi olarak öyle bir seslenmişti ki sesinde misafirini çok iyi tanıyan insanlara özgü bir kanaat gücü dolaşıyordu. Sanki birlikte gezmişlerdi Barış abinin “dipsiz” diye sıfatladığı bu dünyayı! Bu pek mümkün değildi. Barış abi dünyayı çok ama çok az gezmişti. Memleketin bile onda birini belki görmüştü, belki görmemişti. Ama haritayı çok iyi biliyordu. Çünkü haritayı inceleyecek çok vakti olmuştu. Öyle anlatıyor yani. Neyse… Zaten şoförün albenili sesinde “yeni bir şarkıyı önermenin” verdiği coşku da sezilmişti! Bilinmez! Çünkü Barış abi tepki vermemiş, gülüp geçmişti. Şarkının tam patlama noktasında “Rüyamda bir kadınla birlikteydim,” demişti gülerek. Şoföre kızmış, “Orhan Gencebay’mış…” diyerek sövüp saymıştı. Tuhaf küfürler diziyordu rüya ertesine… Tabii bu küfürleri müziğe dalmış olan şoför duymuyordu. Ben duyuyordum, gülerek duyuyordum; en güzel duyma şekli olsa gerek…
Sahiden Barış abinin hayatında hiç kadın olmuş muydu?
Barış abinin kafasında hasır bir kadın şapkası vardı, evdeki eşyalar arasından çıkmıştı.
Tam o anlarda Roma “Babacık” ve “Aşk” sözcüklerini harika bir sesle çıkarıyor, bizim yapamadığımızı yapıyor, yani Orhan Gencebay’a eşlik ediyordu. Ortamda ses yükseldiğinde kendisini daha rahat hissediyordu Roma. Kabil ise pek anlamlı sesler çıkarmayı sevmiyordu, onun çıkardığı sesleri yakalamak maharet ve dikkat istiyordu, bazen “cici kuş,” diyordu. Barış abi kuşlarını işaret ederek “Erkek kuşların öğrenme kapasitesi daha büyüktür, ama yalnız olduklarında,” demişti. Dikkatleri çabuk dağılıyormuş bu renkli kuşların. Roma, Kabil’den yaş olarak büyüktü, eve gelen ilk kuştu, iki yıl boyunca Barış abinin anlattıklarını dinlemiş, sürekli “Aşk” sözcüğüne maruz kalmıştı, rivayete göre bu bombardımanın sonucunda aşktan ve muhabbetten soğumuş, Kabil ile tanıştığında ise pek heyecanlanmamıştı; “Aşktan soğuyan insanın anlatacak pek bir şeyi olmuyor,” demişti Barış abi bu hazin duruma istinaden. Kabil ise haşarı, yaramaz, yaşam doluydu, Roma ile uğraşmaktan seslere konsantre olamıyordu. Barış abi “Batı ve Doğu” demişti kuşlarını işaret ederek! İsimlerindeki manayı da o zaman anlamış, pek de anlam verememiştim. Gerçek ise sessiz bir eve ve sessiz bir adama ses oluyordu bu kuşlar!
Tekrar dokundum kulaklığıma, müziğin akmasına izin verdim.
Barış abi uyuklamaya devam etti.
“Geri” diye düşündüm süratle bizi sollayan araçları düşünerek.
Geri-de kalmıştı:
…ve İstanbul.
Aslında Barış abi “Telefonunu artık kapat” diye buyurmuştu. Öncesinde.
Düşünüyorum, son bakışın gerisinde biriken cümlelerin yansımalarını ve parlaklığını, ne yazık oysa, o büyülü sözcüklerin yerine üretilmiş (!) birkaç yapay ses duydum sadece. “Dur” dese belki dururdum. Demedi elbette, demesini umuyordum, hayalini kuruyordum, hoş dememekle doğrusunu yaptığını hissediyorum.
Geri-de kalmıştı artık.
Birkaç dakika sadece ekranına bakıyorum yıllardır açık olan telefonun. Albüme girip onun fotoğraflarına bakmak istiyorum ama yapmıyorum. Zor tutuyorum kendimi. “İrade Kolyeme” dokunuyorum. Bu kolye bana irade sağlayacak! Gümüş malzemeye öyle bir anlam yükledim. Kapıyorum telefonu. Aslında bir tümör bu cihazlar… Tam cep hizasına yerleşen… Gerçi artık o kadar büyüdüler ki çanta gibi elimizde taşımak zorunda kalıyoruz.
Mevcut hükümet, Marmara Denizi’nin iki kıyısını bir toka ile bağlamıştı birbirine. Biz de paraya kıyıp o toka üzerinden geçtik, İznik Gölü’nün kıyısından devam edip Bursa’ya girdik. Sonrası sakin… Balıkesir’e ulaşmak üzereyiz. Belki dönebilirdik, fakat Balıkesir’den sonra dönüş yok, bunu hissedebiliyorum. İklim değiştiği an biz de değişeceğiz!
Yolculuk nedir?
Islak mendil kokusu ve patatesli böreğin parmaklarda bıraktığı lekeler mi?
Neşeli sesler, kedi, kuş ve köpek havlamaları mı?
Orhan Gencebay veya şoförün tuhaf enerjisi mi?
Yoksa huzur verici kır manzaraları mı?
Barış abinin açık saçık fıkraları, komşularına duyduğu şehvet, evli kadınlara olan saçma tutkusu mu?
Bu adamın, bu günahkâr adamın peşindeyim, niçin?
…peşindeyim, niçin: Şeytan, tasmasını bir masuma geçirmiş, kutsal topraklara doğru götürüyor.
Otobüslerin her şeyi kendine özgüdür: kokusu, koltuklarının soluk yüzeyleri, koridordaki temiz halıları, tavandaki minik lekeleri… En garibi de şoför kabininin hemen üzerindeki o kutsal haledir. Ara ara gözümüz değer o haleye! Tüm yolculular hep birlikte, istisnasız aynı duayı ederiz: Götür bizi sağ salim… Bizim temennimiz ise duaların ötesinde, daha basit: Huzur. Yani az sonra gidip bir tıra arkadan bindirse bile kızmayız şoföre. Ben epeydir özlemini çektiğim cennete, yanımdaki günahkâr adam ise doğruca cehenneme… Bu hayvancıklar ise bilemiyorum, belki kuşlar uçup bir süre daha gezebilirler, kediler kaçabilirler.
…ama benim için görkemli bir son olur bu. Doğrusu epey şaşırır beni tanıyanlar.
Barış abinin sarı renkli taşlara sahip kehribar tespihi bileğinde duruyor. Bu tespihi hapishanedeki arkadaşları yapmış. “Koğuşta vakit geçmezdi,” demişti Barış abi. “Dünyada…” demiştim: “Vakit geçiyor ama bir tane tespih bile yapamıyoruz kendimize!”
…gülmüştü bana.
Güneş doğmuş, şoför farları kapatmıştı.
Barış abi kırmızı ışıkta durduğumuz bir an dikkat kesildi, biraz doğruldu. Türkiye’nin kasabaları birbirine benzer. Sadece barınma kaygısı güdülerek yapılmış beton yapılarla doludur; bu birörnek evleri genelde doğudan göç edip çivi çaka çaka müteahhit olmuş bıçkın adamlar yapardı, yanlarında da akrabaları olurdu bu adamların. Yol kenarı kasabalar ise diğerlerine göre daha şanslıdır çünkü sınırlı olan geçim kaynakları “yolcular” sayesinde çeşitlenir. Fakat bu kasabalarda yaşayan insanların fikir genişliği gözlemeye “bal” eklemek kadardır. Barış abi “ballı gözleme” tabelasını görmüş, şoföre “Çek şuraya” demişti. Kırmızı ışıkların hemen sonrası… Midibüs yavaşça durmuştu. İki büyük ağaç… Bir büfe, bir gözleme kulübesi… Arka tarafta bir sıra ıhlamur ağacı…
Canım da hiç gözleme falan çekmiyor!
Kimsecikler yoktu o an. Belli ki gözleme falan da yoktu. Barış abi elinde bir kavanozla indi, ben de peşine takıldım. Kavanozu kasada bekleyen genç kızın önüne koydu. Kavanozun içi bozuk paralarla doluydu, “Say kızım sen bu paraları” dedi Barış abi. Bana baktı sonra, “Sen telefonu kapadın, ben de şehre ait bozuk paralardan kurtuluyorum,” der gibiydi. Kız ortaokul çağında olmalıydı; sıkılmış gibiydi bu dünyadan, kavanoza başka bir dünyanın cismi gibi bakıyordu. Hafif bir telaşa kapıldı. Açtı kavanozu. Döktü paraları. Tombul parmakları vardı. Ben onu takip ettim bir süre. Bozukluklar onar lirayı tamamladığında bir kenara ayırıyordu. O işi yaparken Barış abi de oyuncaklarla dolu rafları geziyor, ihtiyacı olmamasına rağmen temizlik malzemelerini inceliyordu. Bir ara tepedeki küçük televizyona baktı; kız “Abi yüz on lira var…” deyince “Kırk lirasıyla üç tane yarım ekmek kaşar salam yap, gerisiyle sigara ver,” dedi. Bu istek bana biraz tuhaf gözüktü. Tuhaftan ziyade samimi… Barış abi yol kenarındaki bu yıkıldı yıkılacak gibi duran büfenin ekmek arası kaşar salam yaptığını nereden biliyordu? Kız da aşinaydı böyle müşterilere belli ki, hemen bir bıçak aldı eline, dolabın gerisinde başladı peynir doğramaya. “Abi dolapta domates biber var, doğrayayım mı?” diye sordu. Barış abi güldü sadece… Kız evinde misafir ağırlar gibi kaygısız davranıyordu, kapağını açtığı eski buzdolabı eski evlere aitti, kim bilir kaç senedir bu büfede duruyordu? Biber domates de plastik bir kabın içindeydi. Kız birkaç dakika içinde, az önce para saydığı kirli elleriyle ev usulü üç tane ekmek arası yapmıştı. Şoför çoktan kurulmuştu dükkan önündeki plastik sandalyeye… Küçük bir radyoyu kurcalıyordu. Genç kızın bu küçük dükkânda radyo dinleyerek uzaklara daldığını hayal ettim bir an.
Servis bana düştü. Ufak bir tepsiyle… Oturduk şoförün yanına. Kız bir ara evdeki babasını arayıp çay istemiş olmalıydı. Babası birkaç dakika sonra Toros marka arabasıyla gözükmüştü. Elinde de bir demlik çay…
Kız hangi sigaraları içtiğimizi bağırarak sordu, sonra getirdi istediklerimizi. Paramız tam yetmemişti, üstünü ben tamamladım.
“Acaba çay taze midir?” diye düşünürken buldum kendimi. Sanki çok önemliydi. Halim yaman, halim çok ama basit!
Oysa son üç yıldır günlerimi bilgisayar başında kâğıt bardakları tüketerek geçirdim, ülkenin en büyük holdinglerinden birisine ait bir bankada “Bireysel Müşteri Hizmetleri” biriminde çalışıyor, millete kredi kilitlemekle meşgul oluyordum. Millet kredi kullandıkça ben para kazanıyordum. Bilgisayarın beyaz bir ışığı olur, böyle yüzünüze yansır, özellikle kış aylarının erken karanlığında teninize yayılır; sizi sersemleştirir, büyüler, insanlıktan uzaklaştırır. Kafanızı sağa sola çevirmeniz ise anlamsızdır, bir müşteri eninde sonunda gelecektir ve “Ben kredi kullanmak istiyorum,” diyecektir; gerisi prosedür, rakamlar, insanlıktan el ele tutuşup uzaklaşmanız… Üniversiteyi Bursa’da okumuştum, mezun olduktan sonra iki yıl boyunca bankacılık sınavlarına hazırlanmış, sonunda bir bankaya kapak atabilmiştim; elim ayağım düzgün, konuşmam ise güven vericidir. Çabucak sevildim kurumda, ciddi miktarlarda primler kazandım, önce bir araba, ardından ufak bir ev aldım kendime. Tabii biraz babam da yardım etti ev sahibi olurken… Bunları yaparken üniversitedeki arkadaşlarımdan yavaş yavaş uzaklaştım. Üniversite, bir top gibi bizi toplamış, sonra yaşamın sert duvarlarına doğru savurmuştu. İlk çarpan arkadaşlar duvarı parçalamış, biz de bu sayede epey derinlere kadar gidebilmiştik. Düştüğüm yerde yalnızdım, hoş, diyorlar ya, bir telefon kadar uzak… ama biliyorduk! Geride kalmıştı kaygısız salınımlar. Bira içip çılgınlar gibi patlamış mısır yemeler. Sürekli cinsellik düşünüp kedi köpek gibi eş aramamız. Ucuz müziklerle zıplayıp tepinmek, siyaset konuşmak, batak oynamak, kavga edip sarılmak, halı sahalara gitmek… Hepsi bir hatıra dizisine konu olmuştu. Yaşam bir döngüdür. Kritik bir noktasında iki tane yüzük vardır bu döngünün; evlenirsiniz, yani bir ayna bulursunuz kendinize, aynalar çocuk doğurur. Evlenenler değildir çocuk doğuran, aynalardır. Aynalar ise toplum denen gümüş tabakaya bata çıka oluşmuş yeni kişiliklerdir. Aşk başkasına başka bir hikâye anlatmaktır. Evlilik ise bu hikâyenin kusursuz bir yansıması olmalıdır. Saadet denen balon ise “tek kalan” kişiyi pek kabul etmek istemez. (Biz bile tek kişiye kredi bile verirken iki kere düşünürüz.) Yani evlenmediyseniz evlenen arkadaşlarınıza eskisi gibi rahatça eklemlenmeniz mümkün değildir. Sevgililer yalnız insanı çok severler, ama evliler pek sevmezler! Sonuç olarak evlenen arkadaşlarımla da iletişimim zamanla koptu gitti.
…ben de bu yalnızlıkta!
Kripto paralara merak salmış, ekonomi bilgim ve şansım sayesinde hatırı sayılır bir para kazanmıştım. Çünkü beni bekleyen birileri yoktu, “Dur o iş risklidir, kumardır, baksana neler diyorlar,” diyen bir sevgilim, eşim, nişanlım yoktu. Annem bile “O kurtardı kendisini,” diyordu eşe dosta. Bir “gelin bekleme” halindeydi. Gelin beklenir, gelin gelince bebek beklenir, bebek gelince ikinci bebek beklenir, eğer o da gelirse bekleyecek bir şey kalmaz; bir şey dışında… Elbette ölüm! Bazı bahtsız anne babalar için aralardaki boşluk çocuk kahkahalarıyla dolmayabiliyor, direk ölüm bekleyişine geçiliyor, bizimkilere de olan o… Maalesef! Onların istediği gibi bir evlat olamadım. Oysa küçükken hep onların kucağındaydım.
Yirmi dokuz yaşıma bastığım gün, kredi borcu devam eden bir tane ev, orta karar bir araba ve bir araba daha alacak kadar nakit param vardı. Ne yapacaktım? Yurt dışına gitmeyi düşündüm epey bir. Bahis oynamaya da meraklıyım. Türkiye’deki devlet kontrollü sistem beni tatmin etmiyor, yurtdışı sitelerde oynamak ise kaçak ve güç… Alkole de düşkünüm. Arada bir birkaç kadeh viski, bazen sert likörler, bazı sofralarda ise yirmilik bir rakı… Adabınca, keyifle içmeyi çok ama çok severim. Fakat alkol de Türkiye’de inanılmaz pahalı. Spor arabalara düşkünüm, onlar da aynı şekilde… Devlet keyif verici her şeyden yüksek miktarlarda vergi alıyor, vergi sistemini kamçılaştırıyor, ceza şekline çeviriyordu. Fransa, İtalya, Almanya, kuzeydeki soğuk ülkeler… Hepsini araştırdım. Evlilik en kesin yol gözüküyordu. Formalite icabı evlilik ise benim tercih edebileceğim, pratik bir yöntemdi. Öyle birisini de bir arkadaşım vasıtasıyla buldum. Son anda, kadınla tanışıp iş imza atma raddesine gelince vazgeçtim, havalimanından çıkıp eve döndüm. Üstüne kadını Türkiye’ye getirmek için yaptığım masraf da cabası… Vazgeçmiştim. Kadından hoşlanmıştım çünkü! Önce havalimanının tuvaletine gidip elimi yüzümü yıkamış, biraz ağlamıştım. Devasa yapının içinde ne yöne gittiğimi düşünmeden öylesine yürümüştüm. Aslında uçakları görmek istemiş, ama peronlara geçememiştim; malum yolcu değildim. Birisini de beklemiyordum. Unutulmuş bir valizden farksızdım. Biri benim kafamın içindeki çek çeki çekse beni alıp uzaklara götürebilirdi. Tercihim tropikal iklimler olurdu. Kahve içmek istemiştim, fakat fiyatlarını abartı bulduğum için otoparkta bekleyen arabama yürüyüp “Avrupa” hayallerime veda etmiştim. Oysa ne çok yazı, not, hayal çiziktirmiştim sağa sola; sırf bu iş için günlük tutuyor, yaptıklarımı, yapacaklarımı, düşlerimi diziyordum alt alta. Hangi ülkede hangi market ucuzdur, hangi toplu taşıma aracı nereye gider, hangi şehrin kadınları daha güzeldir gibi onca lakırdı. Öyle ki arabamı satış ilanı için bu işle ilgilenen bir internet sitesine koymuştum, epey de bir alıcı mesajlar gönderiyordu. Hemen kaldırmıştım ilanı.
Günlüğü yakıp bir petrole fırlatmak, devasa bir yangın çıkarmak istemiştim. O hayalle on beş km boyunca araba sürmüş, kahramanlık benzeri bir hisse kapılmıştım. Tabii gerçek ise evrensel bir imge: Gözyaşları içinde araba süren genç bir adam… Son yaşadığım ilişkide başarısız bir iletişim-cinsellik deneyimim olmuştu, aklıma sürekli o geliyordu, formalite icabı evleneceğim kadınla tanışınca aynı yetersizlik hissine kapılmış, ne yapacağımı bilememiştim. Sadece kadından değil, yaşamın kendisinden, başka bir ülkeden, o ülkenin insanlarından da korkmuştum. Oysa kadının benimle uzaktan yakından alakası yoktu. Kadının paraya, benim oturma iznine ihtiyacım vardı. Kadın genç bir akademisyendi, part time çalışmak yerine böyle bir yöntemi – benden aldığı parayla geçinmeyi – daha makul bulmuştu; tabii mecburen evini de açacaktı bana, zaten kendisi bütün vaktini kütüphanelerde, üniversitede falan geçiriyordu. Arkadaşımın da yakın arkadaşıydı; duygulu, sade bir kadına benziyordu. Tam da istediğim, arzuladığım gibi… Hatta bana telefonda “Sana dil öğrenmede de yardım ederim,” demiş, nazik şeyler söylemişti. Kendisinin tek istediği şey, birçok insanın çarçur ettiği şeydi: Zaman! Okumak için, yazmak için, düşünmek için zaman… Benim de paylaşmayı en çok seveceğim şey “zaman” olabilirdi. Zaman sahiden paylaşılır mı? Siz mi zamanı paylaşırsınız, yoksa zaman mı sizi? O gün o kadından hoşlandığım için çok ama çok utanmıştım. Bu hikâyeyi Barış abiye anlattım, ama “hoşlanma…” kısmını atlayarak.
Kumral tenli bir adamım. Saçlarım genelde uzun ve dağınık durur. Fizik olarak kilo alamayan bir yapım vardır. Gözlerim ise ela renklidir. Lise yaşamım boyunca voleybol oynadım, üniversitede fitness ile uğraştım. Fakat sonra durdum. Bir tren gibi ilerlemiş, son durağa varıp geri dönmem gerekirken son durakta durmuştum. Bozulmuştum sanki. Psikiyatrist ise basitçe “…depresyon! Bu yaşadığın şey depresyon! Ağır bir depresyon,” demişti. Sebebini ise bulamamıştık. Şahsi araştırmalarıma göre genetik olabilirmiş! Tabii bilinmez! Fakat şu bir gerçek: Teşhis konunca insan rahatlıyor, hafifliyor: Ben depresyondaymışım demiştim iş yerindeki güzel göğüslere sahip çalışma arkadaşıma. O da gülüp “Kim değil ki?” demişti. (Oysa göğüslerini benimle paylaşsa ikimiz de çıkabilirdik depresyondan.)
Bir hafta sonu arabaya binmiş, İstanbul’un tarihi semtlerinden birisi olan Fatih’e gitmiştim. Öylesine, biraz hava alırım, kafam dağılır gibisinden… Gece geç saatlere kripto paraları agresif bir yatırımcı tavrıyla takip etmiş, kısa süreli işlemler açıp kapatmış, bir miktar da zarar etmiştim. Sabah olunca insan gibi değildim, midem ağrıyordu, sanki hiç uyumamıştım. Aklıma da nedense “Fatih” sözcüğü düşmüştü. Kahvaltı yapacak keyfim de yoktu, apar topar çıkmıştım evden, bir pastanede sandviç yiyerek kahvaltımı etmiş, ardından bir akaryakıt istasyonunda kahve içmiştim. İstasyon yetkilileri mola veren müşterileri için cam kenarına ahşap bir sıra ve yüksek sandalyeler koyup şık bir ambiyans yaratmışlardı. Manzara için yapılacak bir şey yoktu: Kahve ve akaryakıt pompaları… Yalnız yolcular içindi bu düşünce… Bilhassa iş icabı tüm gününü arabasında geçirenler için… İnsanları, özellikle erkekleri gözlemiştim orada… Telaşlı, gergin, bir an önce zıplamak isteyen çocukları anımsatıyorlardı. Hayat pahalılığının en sert yansımalarından birisiydi akaryakıt fiyatları. Belki de o yüzden gergindi insanlar… Renkli ışıklarla süslenen istasyonların cafcaflı rafları bile bu gerginliği dağıtamıyordu. O an petrol istasyonlarının girişini “gerginlik eşiği” olarak hayal etmiştim. Çıkışında ise ihtivası koyu renkler olan bir gökkuşağı oluşuyordu. Tam bir paradoks: Arabalarına tapan erkekler ve onları geren aşırı yüksek akaryakıt fiyatları!
İki binli yıllarla birlikte ülkedeki binalar uzamış, çocukların boy ortalaması binalara paralel olarak artmış, milli gelir mevcut iktidar partisinin övünç kaynağına dönüşmüştü. Ülke değişiyordu: Bunun örneklerinden birisi de uzayan binaların alt kısmında kurulan gri-para yaşamdı. Beyaz yakalılar bir araya geldiklerinde yerli ürün olan “çay” değil ithal olan ürün “kahve” içiyorlardı, yeni nesil işletmeler bu tercihi profesyonel ekipmanlarla desteklemiş, ortaya şaşılası büyüklükte bir kahve sektörü çıkmıştı.
Ben de severim kahve tüketmeyi…
O gün o benzinlikte kahvemi içerken bir hayal kurmuştum, bu hayal vasıtasıyla köşeyi dönebilirdim belki de. Geniş bir benzinliğin içine “Kahve İstasyonu” adlı bir mekân açacaktım. Üç tür kahve öne çıkacaktı: Benzin-Dizel-Lpg… Bir espri! Benzin, süt, krema ve kahvenin birleştiği Macchiato; Dizel seçeneği ise su eklenmiş espresso kahveyi, yani Amerikano’yu temsil edecekti. Lpg ise en uygun fiyatlı seçenekti, yani filtre kahve…
“İnsan zengin olmak istiyor. Bankalar yeni bir strateji kurdular sosyal medyadaki gelişimle birlikte. Paylaşımı fazla olan zenginlere kredi verirken daha esnek davranıyorlar. Bu manidar. Çünkü onların yaydığı ‘zengin olma arzusu’ bankalara sürekli yeni müşteriler kazandırıyor.”
Fatih’i her İstanbullu gibi ben de az çok bilirim. Fatih demek zaten İstanbul demektir. Ülkedeki birçok değer bu ilçenin sınırları içindedir. Yedikule Zindanları’ndan başlayıp Samatya, Bozdoğan Kemeri derken soluğu Molla Zeyrek Camii’nde almıştım. Tarihi Bizans’a dayanan yapıyı özellikle severim. Şansıma da kalabalık değildi camii.
Evvela caminin etrafındaki sokaklarda turladım. Her şeyiyle eski bir baharatçıya girip zerdeçal satın aldım. Dua kitapları, tesettür giyim dükkanları, artık milyoncu olarak anılan ışıltılı derinlikler… Hani masallarda heybesinden ihtiyacı olan her şeyi çıkaran büyücüler vardır, işte bu dükkânlar da öyle sihirlidir. Bazen çalışanlar bile unuturlar ne satıp ne satmadıklarını.
İşte bu camiinin bahçesinde otururken tanışmıştım Barış abi ile.
Bana “Selamlar,” deyip yanıma oturmak için izin istemişti. Gözlerimin içine bakmıştı bir süre. Rahatsızlık hissetmiş, şehirdeki konuşma tutkunu yaşlılardan birisiyle karşılaştığımı düşünmüştüm. Zaten hiç havamda değildim. “Arkadaş olabilir miyiz, birkaç bir şey biliyorum, anlatmam gerekebilir,” demişti. Ben insanlara “Yok” diyemem pek, gerek de olmaz zaten… İnsanlar benim için kredi kullanması gereken canlılardır sadece. Hele o günlerde iyice uzaklaşmıştım onlardan. Ellili yaşlarının deminde olan bu tuhaf adam o yüzden biraz şaşırtmıştı beni. Samimi duruyor, bakışları insanın merak duygusunu kamçılıyordu. Şunu söyleyince biraz ürkmüştüm ama: “Sen de suç işleyecek, günaha bulanacak bir hava seziyorum!”
…bir tarihi camide söylenmeyecek sözdü!
Çıkarıyorum kulaklıklarımı. Mola zamanı! Bir akaryakıt istasyonuna girmek üzereyiz. Barış abi, fitili iç düşüncelerle alevlenmiş bir dinamiti andırıyor. Benimse aklıma bazı görüntüler düşüyor: Yunan mitolojisinde Tanrı Hermes vardır. Kendileri yüce tanrı Zeus’un oğullarından birisidir. Hermes bir gün Apollon’un ineklerini çalar, günaha karışır. Hiç de gocunmaz. Apollon ise küplere biner, bu yaramaz oğlan çocuğunu alıp Zeus’un ayaklarının dibine fırlatır. Hermes öyle sevimli ve kurnazdır ki eğlence düşkünü babası Zeus’u lir çalarak etkilemeyi başarır. Bu sayede affedilir. Üstüne “haberci tanrı” olarak çalışmaya başlar. Giyer ayağına sihirli sandaletlerini, alır eline yılanların oynaştığı asasını, karışır insanların arasına. Ticareti geliştirir, hırsızlara yardım eder, zamanla “kurnazlık tanrısı” olarak nam salar! Fakat kimse onun sevimli görüntüsüne kıyıp da açıkça “Sen nasıl işlerle uğraşıyorsun?” diye soramaz.
Bu yolculukta Barış abi Hermes’e benziyor! Tanrı ama kusurlu bir tanrı sanki…
Apollon acıması olmayan – Barış abi onu küfürlerle anıyor – avukat…
Zeus ise ülkedeki adalet sistemi!
Sustu Orhan Gencebay. Söndü motor gürültüsü. İndi şoför toprağa, sol ayağını kaldırıp ciddiyetle salladı. Fındık, ağzını tehdit hissettiğinde açtığı gibi açtı, nefes alamayacak gibi davranmaya başladı. Barış abi elini kafesin içine sokup çıkardı onu. Biraz sevdi. Sonra saldı. Fındık koltukların arasına girip başladı gezinmeye. Sonra saklandı bir kuytuya…
“Abi bu kediye inşallah bir şey olmaz.”
“Olmaz… Fındık çok akıllıdır. O yüzden korkuyor. Sen merak etme…”
Köpeği, yani Papa’yı indirdik aşağı… Doğruca çimenlik alana gidip tuvaletini yaptı. Barış abi sigarasını tüttürerek dolaştırdı onu istasyonda. Acayip hareketli bir hayvandı. Nerede bulunursa bulunsun etrafı tanıyormuş gibi davranıyordu bu köpek. Henüz yavru olduğu için yerinde duramıyor, komutlara da pek uymuyordu. Neyse ki tuvalet eğitimi alacak kadar büyümüştü. Ben yine de tuvaletini otobüsün içine yapar diye acayip tedirgin oluyorum. Bir sigara yakıp ters yönde biraz ilerledim. Baba oğul beni istemediklerini açıkça belli etmişlerdi. Sigara içerek onları izledim.
Bu yolculuk, bu tuhaflık nereye varacaktı?
Barış abi ile dost olmuştuk. Camide tanıştıktan iki hafta sonra onun yanına taşınmıştım. “Oğlum,” demişti bana gözleri alev alevken: “Senin bir maceraya ihtiyacın var.”
Ardından şu teklifle çıkagelmişti: “Bana 300.000 TL para ver. Sonra beni takip et.”
Çıkarıp vermiştim. Arabamı satmıştım. Banka hesabımdaki bir miktar parayı da eklemiştim. Benden üç yüz bini aldıktan sonra şahsımın çok merak ettiği bir konuyu da açıklığa kavuşturmuş, “Ben hırsızlıktan hapis yattım,” demişti. Ben şaşırınca “Kadın pazarlama” işinden de ikinci kez hapis yattım,” demişti.
Bir hırsız ve pezevenkti Barış abi; inanamıyordum…
Bir hafta boyunca ses seda çıkmamıştı kendisinden. Ben ise irade gösterip aramamıştım onu… Nedense güvenmiştim. Tabii içi içimi yiyerek, tırnaklarımla beynimi oyarak, uykusuz gözlerle beklemiştim. Bir gün iş yerime gelmişti, tüm o pespaye kıyafetleriyle…
“Hazır mısın bakalım?” diye sormuştu.
O gün istifa dilekçemi vermiştim.
Benim eve gitmiştik. Yadırgar gözlerle bakıp “Burası kalsın böyle…” demiş, “Sadece üç kutu hakkın var,” diyerek toz olmuştu. Üç kutuyu gidip Koçtaş’tan bizzat almış, o gece hemen doldurmuştum. Doğrusu dolduracağım eşyaları önce yemek masasına yaymıştım. O an üç kutu derinliğiyle çok gözükmüştü gözüme. Fakat eşyalar sığmamıştı kutulara. Darlık hissetmiştim tıka basa dolan kutulara bakınca. “Keşke…” diye düşünmüştüm: “Hiç istemese… Bu seçimi bana bırakmasa!” Şu soru baskınlaşmıştı: Geride kalan eşyalardan hangileri gerekli olacak? Aklıma cevap olarak Robinson Cruose gelmişti. Ona neler lazım olmuştu ıssız adadaki yaşamını kurması için? Fakat sıkılmıştım sonra. Eşyaları toparlarken masadaki adres yazılı kâğıdı fark etmiştim. Son bir toparlanıp, fişleri falan çekip hızlıca çıkmıştım evden. Buzlukta kalan birkaç parça yiyeceği apartman görevlisine vermiştim. O da bana eşya taşırken yardım etmişti. Eve de ben yokken göz kulak olacaktı. Büyük bir taksi istemiştim duraktan.
Kâğıdı taksiciye uzatmıştım. Adres, varoş bir mahalledeki bir tüpgaz bayii idi. Bayiinin önünde şu an içinde bulunduğumuz minibüs duruyordu.
Soru sormak yasak değildi ama makbul eylem gibi de gözükmüyordu, dostların sorusu pek olmaz der gibi bakıyorlardı etraftaki hayvanlar. Dolandırılıyor olabilirdim. Şoför de tekin birisine benzemiyordu. Belki de organlarımı çalacaklardı. Aklıma bir dönem epey yankı uyandıran, Tuncel Kurtiz’in “Ramiz Dayı” ismiyle oynadığı Ezel dizisi geliyor. Benim dayım da bu adam mıydı? Gerçi Barış abinin özlü söz söyleme gibi bir alışkanlığı yoktu; insanları çok iyi tanıyormuş gibi de davranmıyordu, aksine meraklı bir yaşlıydı. Ona bakınca hem meraklı hem sessiz bir adam görüyordum, bu da doğrusu zor edinilecek iki özellikti. Bu adam içini kendi elleriyle oymuştu.
Yönümüzü İzmir olarak tarif etmiş, fazla detay vermemişti Barış abi. Oradan sonrası… Belki de sınır ötesi, Yunanistan… Belki sınır… Belki sınır öncesi… Tekrar yola koyulduğumuzda çenemi ön taraftaki tutacakların üzerine dayadım, “Barış abi,” diye seslendim.
Kafasını çevirip bana baktı: “Ne var aslan parçası…”
O esnada tırtıkladığı tuzlu fıstıkların olduğu paketi uzattı.
“Abi bunların yanında bira güzel gider değil mi?”
“Giderdi tabii… Canın çektiyse alırız yol üzerinde!”
“Abi sadece ikimiz mi olacağız?”
“Evet. Sadece ikimiz…”
“Baya kalabalık desene…”
“Maalesef öyle. Neyse ki Fındık var. Papa var. Roma ve Kabil var.”
“Kabil sessiz, sayma onu!”
“Babür Şah’ı tanır mısın sen?”
“Yok abi, tanımam…”
“Ulan neler biliyorsun, sadece tuşlara basarak ne biçim paralar kazanıyorsun, ama Babür Şah’ı mı bilmiyorsun?”
“Bilmiyorum. O da bizimle birlikte mi olacak? Kim ki o? Şah mı kaldı dünyada?”
“Kabil’in kalbindeki adamdır-yaradır Babür Şah. Afganistan, Pakistan, hatta Hindistan’ı fetheden bir kraldır. Düşün at sırtında kilometrelerce yol giden bir imparator… Babür Devleti’nin şanlı imparatoru…”
“Desene seviyor yolda olmayı diye…”
“Bilemem o kadarını. Romantikleşme hemen… Fakat kendisi hem kılıcı hem kalemi aynı maharette kullanan birisi. Çağatay Türkçesiyle Babürnâme isimli devasa bir eser yazmıştır.”
“Seni pek o kısmı ilgilendirmiyor sanki…”
“Doğru. Bu adam hülyaya dalışlarıyla meşhurdur, öyle rivayet edilir, şarap düşkünüdür, ayrıca majun, yani uyuşturucu…”
“Ben de mi öyle olayım istiyorsun Barış Abi?”
“Ne olacağımız belirsiz… Ben Babür’den etkilendim, karanlıkta bile dayanma gücü buldum içimde, hülyalara dalmaktan vazgeçmedim. Sen ise aydınlıkta bile hülyaya dalamıyorsun.”
Doğruydu bu…
Bir korku duyuyorum: Acaba İzmir’de uyuşturucu mu yetiştirecektik?
Yaşamım rakamlardan, koca monitörlerden ibaretti. Bir anda otuz yaşıma ulaşmıştım, bir anda… Babür onca işin gücün içinde hülyaya dalacak vakti bulurken ben bulamamıştım. Fakat aklım Barış abiye verdiğim paradaydı. Ben iflah olmazdım.
“Kabil’in Babür demesi için çok uğraştım… ama demedi namussuz!”
Güldüm bu söylenene.
Bir hırsız Babür hayranıydı: Bu adam kimden neyi çalmıştı?
Ayağa kalkıyorum, otobüsün içinde geziyorum. Koltuklara kolileri, valizleri yığmıştık. Bir evi taşıyoruz aslında. Fakat gittiğimiz yerde bizi neyin beklediğini bilmiyoruz. Barış abinin düş ülkesine gidiyoruz, bundan eminim artık.
Kuşlarla uğraştım biraz, onlarla konuşmaya çalıştım. Roma gerilmişti, ses çıkarmadan oturuyordu. Kabil ise uyur gibiydi.
Bir duvar saati dikkatimi çekti, durmuştu. Yaprakları coşmuş bir çiçek vardı, adını az önce öğrenmiştim: Yaprak güzeli! Bu çiçeğin yaprakları esnek bir üçgen şeklindeydi. Üç renk belirgindi; dış çizgisi koyu bir yeşil oluşturuyor, göbeği ise sarı sarı parlıyordu. Her yaprak bir umut patlamasıydı sanki!
Geri dönmeyi, beni Barış abiye bağlayan paradan da vazgeçmeyi düşündüm. Namuslu bir adamsa geri verirdi zaten. Değilse bu yolculuk daha büyük belalara çıkacak demekti. Bir an “Şu sakin sakin duran adamı sarsmak fena olmaz,” diye düşünüp kibirli düşüncelere daldım!
“Desene Kabil düştük bir cendereye.”
Kimseye söylememiştim bu yolculuğa çıktığımı. Anneme geçerli bahaneler sunarak “İşten ayrıldım, Mersin’deki arkadaşımın yanına gidiyorum, biraz tatil yapacağım,” demiştim. Annem pek umursamamıştı. Ne de olsa onun gözünde ben hayatını yoluna koymuş bir adamdım, “Bulursun işini sen…” deyip bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sordu.
Barış abinin bende sezdiği hava neydi? Sahiden de suça mı bulanacaktım? Falcı mıydı bu adam? Yoksa büyücü mü? Melek mi şeytan mı? Kefaretini ödediği suçlarından arınabilmiş miydi gerçekten? Bir günahkâr temiz bir sayfa açabilir miydi kendisine?
Koltuğuma döndüğümde Barış abinin bana baktığını gördüm:
“Geri dönmeyi mi düşünüyorsun genç adam?”
“Evet…”
Doğayı kast ediyordu: “Oğlum görmüyor musun şu güzellikleri…”
Düşündüm, görmüyordum ama yalan söyledim: “Görüyorum tabii!”
“Sen beni yargılıyorsun… doğru mu? Ruh mahkemesi kurmuşsun kafanın içine.”
“Hayır. Yani evet.”
“Sence ben sana yalan söylemiş olamaz mıyım? Hapis konusunda, suç konusunda…”
Bu pek ihtimal vermediğim bir şeydi: “Olabilirsin!”
“Ama söylemedim. Doğruydu söylediklerim.”
“Peki, niçin abi? Niçin anlatmıyorsun?”
“Gizem paradan daha değerli çünkü Murat Dost!”
Bu adam benim ismimi sıcacık bir sesle telaffuz ediyordu. Babamın hayalindeki isim “Murat” imiş. Annem yanına “Dost” ismini de eklemiş. İsmim olmuş Murat Dost…
“Nasıl yani…” diye sordum merakla.
“Sen bilirsin renkli çocuk… Lunaparklarda böyle gemiler vardır, bir sağa bir sola gider gelir, yükselir sürekli. İşte sen de şu anda öylesin “para ve gizem” arasında gidip geliyorsun. Hem paranı hem beni merak ediyorsun.”
Yalan en şık olan seçenek – genelde öyledir – gibi gözüküyordu: “Para umurumda değil!”
Gülüyordu Barış abi: “Ben de bir şeyi çok merak etmiştim?”
“Neyi merak etmiştin abi?”
“Hapishaneyi mesela…”
Akıl sır erdiremedim. Bir insan niçin hapishaneyi merak ederdi. Merak oku nasıl olur da bu kadar uzağa düşerdi? Merak ülkesi nasıl olur da bu kadar uzakta olabilirdi? İnsan gökyüzünü merak ederdi, duvarların ardını değil. Girip bir odaya kendisini kapatsa… bu yeterli olmaz mıydı?
Deliydi bu adam!
Yalan söylüyordu. Beni kandırmaya çalışıyordu. Hemen inanmayacaktım.
“Geriye dönüp bakınca… temizlemeye mi çalışıyorsun kendini?”
“Hayır Murat Dost… Öyle değil. İşin biraz da romantik kısmı tabii, yani hapishaneyi merak falan… İlk suçum hırsızlıktı. Uzaktan tanıdığımız varlıklı bir ailenin evine girmiştim. Evin hanımının mücevherlerine sahip olmak istemiştim. Kocası dolandırıcıydı, o mücevherler onların hakkı değildi. Başarabileceğimi düşündüm. Sırf meraktan!”
“Başaramadın tabii…”
“Aynen… Aslında günlerce plan yapmıştım. Ama adam beni yakaladı. Hissetmiş söylediğine göre.”
“Bir hırsız diğer hırsızı yakaladı yani.”
Gülmeye başlamıştı Barış abi: “Öyle oldu… Babam bile affetmedi beni. Düştüm hapse… Neyse ki hakim bana acıdı da uzun bir ceza vermedi.”
“Kaç yıl abi?”
“Beş… Üçüncü yılda af çıktı zaten.”
“Peki, kadın pazarlama… O nasıl iş öyle?”
“Hapisten çıkınca kimsenin yüzüne bakamadım. Daha doğrusu kimse benim yüzüme bakmadı. Annem gizli gizli para gönderirdi bana… tabii yetmezdi. Öyle gezindim durdum, basit işlere girip çıktım. Tam her şey normalleşiyor, insanların benim hakkımdaki düşünceleri yumuşuyordu ki bir kadına vuruldum. Tabii hapisteyken kadın hülyalarını biraz fazla abartmışım. Aklım fikrim onlardaydı. Tabii o yaşta insan çok arzuluyor. Bir kadına vuruldum. O yolda giden bir kadına yani… Girdim, karıştım aralarına, ilginç ve dürüst bir dünyadır hayat kadınlarının dünyası. Bu kadınları pazarlayan bir adamla tanıştım, neşeli bir tipti, arkadaş olduk, bu sayede sevdiğim kadına da yakın olabiliyordum. O günlerde polis baskını oldu. Adam beni sattı, suçu üstüme yıktı. Benim sevdiğim kadın doğruları haykırdı ama kimse dinlemedi onu. O suçtan da altı yıl yattım.”
“Neyse ki abi merak ettiğin yerleri görmüşsün.”
Ciddi miydi değil miydi pek anlaşılmıyordu Barış abi: “Evet, evet… Niyetim Sabahattin Ali olmaktı.”
“Abi sen benziyorsun vallahi ona…”
“Bilmem benziyor muyum?”
“Benziyorsun… benziyorsun bence. Gözlerin, yüz hattın, bakışların… Tabii kitap kapağında gördüğümüz kadarıyla!”
“Tabii o halkı için, doğru bildikleri için, doğruların peşinde olduğu için girdi duvarların ardına… Bizimkisi biraz kısa yoldan. Doğrular vardı içinde, ama kırıntılar…”
“Ne gördün peki hapishanede?”
“Mahpus diyorlar orada… Daha yumuşak sanki… Aslında bir şey görmedim. İnsanları gördüm işte, onları dinledim. Şunu öğrendim ama: İnsanın ilacı insan değil. Öyle olsa insanları yan yana tıkmazlar bir yere… Öyle olsa düşmez kimse oraya. Düştüğünde de muhakkak iyileşir!”
“İlginç tiplerle falan da tanıştın mı? Kabadayılarla falan…”
“Tanıştım tabii. Ama tanıştığım yüz insandan doksanı akılsız tipler… Düşündüğün gibi suç dünyası akıllı insanlarla dolu değil. Aksine saman alevi gibi gençler. Ama hayalperest tipler. Sanki onların zihninde şöyle bir duvar yükselmiş: Ben tutsak edilsem bile hayallerle avunurum! Yani pek de dert etmiyorlardı duvarların arasında olmayı. Hemen neşelenecek bir şeyler buluyorlardı.”
“Yani diyorsun ki suçsuzum ben.”
“Suç değil mesele… Suçluluk!”
Saat öğleden sonra üç gibi sac tava yedik bir kamyon parkında. Acayip lezzetli bir yemekti. İzmir’e saat beş gibi girdik. Otoyoldan hiç ayrılmadan havalimanı istikametine saptık. Havalimanı İzmir’in güneyindeydi, bunu biliyordum, Menderes ilçesine sapıp içinden geçtik. Gerisi muammaydı benim için. Tabelalardan görüyordum: Kuşadası, Seferihisar, Selçuk, Özdere… Belki daha ötesi… Birkaç kez bankadaki arkadaşlarla birlikte Alaçatı’ya gelmiştik. Bir kere de üniversitedeki arkadaşlarla öylesine gezip tozmak için İzmir merkeze.
Menderes ilçesini bitirmeden köy yollarına girdik. Tabelalardan anladığım kadarıyla Seferihisar’a çıkıyordu yol. Tahmin ettiğimden daha güzeldi yollar. Rahatça ilerliyordu midibüs. Zeytin bahçeleri içinde küçük köyler gördük. Mandalina yetiştiriliyordu bölgede. Küçük zeytinyağı fabrikaları vardı. Dağlıktı arazi. Bazı yerlerde açık yeşil muhteşem ağaç kümeleri gözüküyordu.
Kocaman bir zeytin bahçesinin önünde Barış Abi “Geldik…” diye bağırdı.
Bir kadın bekliyordu onları. Kim görse bu kadını akrabası sanırdı, öyle bir maneviyat ışığına sahipti. Hem onları bekliyordu hem de sanki bu eşsiz coğrafyayı. Ama bir yandan da onlarla ilgisiz gözüküyordu. Kucağında adaçayı demetlerinden koca bir bohça vardı.
Barış abiye hitaben “Abi hoş geldin,” diye seslendi gülümseyerek. Sıkıca sarıldılar birbirlerine. Ben bir adım geride bahçeye, etrafa bakıyor, derin nefesler alıyordum.
Barış abi bana döndü ve gülümsedi:
“Burası Murat Dost, Papa’yı eğiteceğin yer… Papa da seni eğitecek! İyi bir dinleyici olursan birçok gerçeği duyacaksın ondan! Çağır bakalım onu.”
Bir saat sonra:
Bir anda kendimi kocaman bir zeytin ağacının altında sevimli bir köpeğe bakarken buldum. Beklenti dolu gözlerle bakıyordu bana. Nedense bir anda ağlamaya başladım.