VİRÜS
Sapmaya mecbur kalmadan ilerlemenin imkânı yok muydu? Ceren, hareketsiz bir böcek gördü yerde, canlı olmak için hareket etmene gerek yok der gibiydi bu böcek. Zor zamanlar yaşanıyordu. Herkesin böcekleştiği, maskeyle dolaştığı günler…
Gürültü olurdu eskiden, yok; insanlar, arabalar, simitçiler…
Istırap meyvesinden ısırmış tüm insanlar, evlerindeler.
Düşünmeden ilerlemecilik peşinde koşmak, koşmak değildir, olsa olsa hızlı yürümektir.
Hareketli, tanrısal bir yuva burası: Hastane…
Üzgün bir kalabalık, birbirini tanımadan bir bayrak altında toplanmış, eve dönmeye çalışıyor.
Kapının önüne çıkma isteği duydum. Ovada bir iz, bir leke gibi ilerledim. Kapı az ötemde, önü ise uçsuz bucaksız… Bir adım sadece… Derin bir nefes aldım. Derin nefeslerin maziyle bir ilgisi var, kanıtlayamadığım… Şairler belki kanıtlar diye bekliyorum. Şairlerin gece ile aşkı, aşk ile derdi, dert ile çareyi ilişkilendirmişlerdir. Onlara imrenmemek elde değil, hele de ovadaysanız. Bir köy, bir insan, bir gece… Mazinin temiz havasına duyulan bir özlem ile gökyüzüne bakıyorum. Ne kötü baht ki akraba bir adam, az öteye, toplasan on adım kadar uzağa devlet destekli modern bir hayvan ahırı açmış. Ahırdan ziyade yol kenarı bir motele benziyor. O yüzden rüzgâra hayvansı kokular karışıyor. Kirleniyor rüzgâr… Az ötede temizlenecek-tekrar. Alışığız biraz da. Mazi kalabalık, mazi çok insan… Mazide bir çocuktum sadece. Ovanın sıcağında esmer esmer gezen bir hayal dünyasıydım. Bu ova çocuklarını gurbete göndermiş. Görünmez bir tren kalkıyor bu ovadan her yaz. Sihir dünyasına yakışır, süslü bir tren. Şanslı gençler o trene binip İskandinav ülkelerine göç ediyor. Evvela göç, bugün dönüş. Basit bir dönüş. Birkaç saatlik bir değişim sadece. Hazin son yaklaşıyor… Son: Bu ovaların gurbet olması! Ovanın çocukları artık unuttu buraları. Babaanneler de ölünce kalmadı buranın beti bereketi, izi bucağı… Burada bir kucak vardı eskiden. Töz denilebilirdi o kucağa. Sarıp sarmalayan. Çekip kendisine, fısıldayan… Uzaklardan gelene bile esirgemeyen kendisini. Düşünüyorum, eski yazlarda bu evlere sığmazdı kalabalıklar. Dedemin belki elli torunu vardır. Bunların çocukları da birleşince ova olur sana çocuk dolu bir kova. Çocuk en neşeli şey… Çocuklarını kaybetmiş ovalarda daha çok toprak kayması yaşanır. Direnç çocuklarla olur çünkü. Toprak kayması biraz bilimsel, biraz da duygusaldır. Bu ova ölecek. Kaçınılmaz. Aile içi kavgalar son bulacak. Ovada ilk ölen kerpiç evler olmuştu. Yerlerine süslü taşlardan büyük evler yapıldı. Yarış oldu insanlar arasında ev dikmek. Oysa bir ay sadece… O da balkonda, anca… Ovanın çocuklarının hasret gidermesi için bir ay vardı sadece. Mühlet derlerdi ona eski dilde. Gelir geçen bir zaman… Bir valiz kadar, anca… Altı yedi gömleklik bir geçiş, anca… İnsanca yaşamak vuslatla ilgili: Sarılanlar, âşık olanlar, düğünler ve halaylar… Değişmez-di ova pek… Şimdi suyu azalıyor, toprağı çürüyor, yerin altındaki nehir tanrıları çekip gidiyor. Kaçak kuyularla delik deşik olmuş her yer. Herkes kendisini, tarlasını kurtarma derdinde. Bugün doyma derdinde. Yarını pek de umursayan yok. Bundan on yıl önce her evde bir genç vardı. Her genç rüzgârdı ova için. Eserlerdi bir uçtan bir uca… Bu gençlerin hepsi o sihirli trenle gurbete göçtüler. Gurbet zengin, paralı, düzenli… en önemlisi de tarihi yapılarla dolu… ama bu ovanın çocukları için tarih pek ilgi çekici bir şey değil. Para kazanmak, kazanılan parayı biriktirip köye göndermek daha önemli… Alışmalıydılar uzağa. Uzağa alışmak en zorudur çünkü. Yakını yıpratmak, uzağa alışmak, az ötedekini parçalamak aşina olduğumuz beşer durumlar… Buz rüzgârlarına alışmak gerekiyordu önce. Birkaç saatlik sönük güneşe… Belediye otobüslerine… Zeytinli ekmeklere… Kırmızı ışıklardaki tevekküle… Gökteki uçaklara ve yer altındaki trenlere… Uçsuz ama soğuk denize… Şimdi ova daha da ıssız. İçe kapanık. Dünya bir virüsle mücadele ediyor. Uçaklar bıraktı uçmayı. Halklar uzak kaldı birbirinden. Doktorlar ise “birbirinizden uzak durun” deyip kızıyorlar. Haklılar. En çok onlar ölüyorlar, en çok… Artık İtalya da ölüyor, Avrupa da ölüyor. Bu ovanın çocukları da gelemiyor. Kaldılar gurbette. Teknoloji sayesinde görüntülerini, seslerini ulaştırabiliyorlar; sadece gülüşlerini… Haberler, binlerce insanın ölümünden bahsediyor. Binlerce genç insanın… Küçücük bir virüs, mucize gibi; insanlar peynir paketlerini bile çamaşır suyuyla yıkıyor. Ova daha sakin, korkusuz, imamın deyimiyle teslimiyete bürünmüş: Ne de olsa vakti gelen her şey yok olacak. Tabii yine de büyük ağıtlarla uğurlanıyor virüs yüzünden ilk ölenler. Günlerce sürüyor maskeli yas geçişi. Gerçi kimisi umursuyor, kimisi umursamıyor: Toprak işte, bir avuç kadar kazılsa bile yeter, ölü konuyor içine, imam duasını okuyup evine gidiyor. Tarhana kaynıyor aynı anda birkaç evde, şifa niyetine, öyle de inanılıyor şifalı olduğuna. İnsanlar uzak durmalı inadına… Herkes evinde olmalı. Çaydanlıklar küçülmeli. Ağızlara maskeler takılmalı. Maskeler söz dinlemeli. Bir günlük maskeler sözcüklerle dolmalı. Dolunay var gökte. Belki öyle, belki değil. Ölüyor bu ova. Ova ölürken aslında virüs aşısı bekleyen insanlarına da kırgın ölüyor. Çünkü ovayı dinleselerdi. Sihir bu. Trenden her geçen gün bir vagon daha eksiliyor. Kanun bu: Popüler kalemler siler geçmişi… Bir kalem yazı aracı değil midir? Nasıl siler geçmiş gibi güçlü bir şeyi? Bunu öğrenmek için bu ovaya gelmeli insan. Gurbetçilerin gözlerine ve kimliklerine bakmalı. Ama bu ülkede gurbetçilerin sadece paralarına bakılır. Kaybolan vagonlarına değil. Her vagonda kaybolmuş çocuklarına değil. Bu ovanın çocukları bugün başka yerlerde, bazıları ise suçun içinde, gettolarda… Para bir alev çemberine benzer toplumlar için. Bu alev tıpkı en dipteki alev gibidir. Her şeyin sebebidir. Artık dönmeliyim. Biraz üşüdüm. Biraz da okumam gerekiyor uyumadan önce.
Ceren’in üstü açılmış, örtmeli üstünü. Yorulmuş epey, tüm gün hastanedeydi. Korkuyor virüs kapmış olmaktan. Elleri dezenfektan yüzünde kupkuru olmuş.
Öpmeli ama…
Neyse kalmak lazım sağlıcakla…