DURGUNLUK
“Hay aksi…”
Şemsiyemi evde unutmuştum. Aklım onun kaldığı yerde. Vestiyerin köşesinde bir turuncu cisim… Oysa oraya bilerek koymuştum. Devamı gelmeyen bir irade daha… Kırıntılarla olacak iş değil zaten. Kabul etmişim eşikte gördüğümü, benimsemişim. Artık değişmem ben… Kafamı kaldırıyorum. Dev bir şemsiye hayal ederek… Koyu, kırgın, gaddar bulutlarla dolmuş gökyüzü. Umarım yağmaz yağmur.
Çevreme bakıyorum: Marketler, marketler, marketler… Bir gıda döngüsü… Açılmalı haz şemsiyesi… Park etmeye çalışan ve ilerleyen arabalar… Yol çizgisini önemsemeyen bir güruhun sirayet eden ciddiyetsizliği… Bir sürü insan… Küçük esnaf çoktan başlamış güne. Namazını eda etmek dışında pek bir amacı kalmayan emekli amcalar ve onların hayat arkadaşı teyzeler… Ailenin, dost ortamların, mesleğin ve küçük esnafın fırlatıp attığı bu insanları sadece seccadeleri fırlatıp atmıyordu. Onlar, sürekli tazelenen reyonları ve bayatlamış hikâyelerini birleştiriyorlardı; bir zamanlar ne de güzel elma gelirdi, karpuz da bol olurdu, limona kim para verirdi sanki, bakraçta yoğurt satan Çankırılıları peki hatırlıyor musun?
Alamadıklarını, alıp da yiyemediklerini, eski lezzetleri, kalabalıkları, enflasyon değerlerini, konserve teknolojisini… ve daha nice şeyi, gümüş kıvamına getirip basit bir dokunuşla aynalar elde ediyorlar. Bunlar, birkaç suretin aynı anda gözükebildiği sihirli aynalar… O sebeple yaşlı insanlar acelesiz… Alışveriş değil niyet, sadece dolaşmak ve şaşırmak… Şaşırmak bir insana su kadar gerekli… Ben son zamanlarda hiç şaşıramıyorum. Çünkü onca insanın kemikleriyle oluşturduğu bir müzede yaşıyorum. Beni de aralarına aldılar, önce kıyafetlerimi çıkardılar, sonra derimi soyup etimi yediler. Bir parazit gibi yayıldılar gövdeme. Son raddede beynimde büyük bir eylem başladı fakat onu da bastırdılar. Sadece kemikler… Şehirdeki ulaşım araçları kemiklerimi taşıyor sadece… Taksileri takip ediyorum. Sarı bir hareketlilik… Bir sarı algı oluşuyor insanda zamanla. Sarılık hastasına dönüşüyorsun. İşin olmasa bile bu sarı hareketliliği takip ediyorsun. Ne ilginç oysa… Bu hareketliliği görmeden nice insan geçti gitti bu topraklardan. Elimi görüyor dolmuş şoförü, duruyor; bir ayağını gaz pedalında bekletiyor, gidebilecek olmanın hazzıyla bekliyor, zamana hükmettiğini düşünüyor, sabırsız, acele ediyor.
Paramı uzatıp bir köşeye oturuyorum. Şanslıyım çünkü dolmuşa ilk duraklardan binebiliyorum. Bize düşen şans da bu; bazısının ilk durağı konaklar, hatta yalılar olabilirken… Tam da şu anda karşımdaki minik arabanın emniyet kemer ikazı ötmek üzere… Birazdan da benim içimdeki kalabalık ikazı ötecek: “Kapa gözlerini canım, dışarıya bak…”
Sadece sekiz dakika… Birbirini tanımayan insanlar eski bir dolmuşu doldurup birleşiyor. Kendimizi eski çağ denizcilerinin ters çevirdiği kaplumbağalara benzetiyorum. Açlığa, susuzluğa, gerginliğe dayanıklıyız. Ama kabuklarımızın sertliği anlamsız… Bizi ciddiye alan yok. Nicedir, kimse gelip bana “Merhaba…” demedi. Çünkü güzel, çekici, modern bir kadınım. Yüksek kira ödediğim bir muhitte oturuyorum ve kablosuz kulaklık kullanıyorum. Kullandığım pahalı rimel bir kalkan görevi üstleniyor. Pudra ise un gibi sertleşiyor yüzümde. O yüzden çevremdeki kadınların yüzünü ekmeğe benzetirim ben. Sabah saatlerinde taze, göz alıcı, hoş kokulu ve tatlıdırlar. Akşama doğru çürümeler başlar, gece ise harika bir ürün olan temizleme sularıyla arınır ve dinlenmeye geçerler. Ekmek benzetmesi belki hoş değil, bilemiyorum. Her şeye rağmen kurtulamıyorum batıl inançlardan. Tıpkı çocukluktan kalma kötü rüyalar gibi… Modern bir kadın nasıl inanır eski hikâyelere? Karanlık hiç değişmediği için mi?
Bu dolmuş insanları değil, geyikleri taşıyor… Kurtlar ise siyah arabalarla geziyor.
Bir ulaşım aracı daha kullanmalıyım. Yerin altına inmeliyim. Takılıyorum insanların peşine… İlk basamaklarda, açığa çıkan ortak hisse ben de kapılıyorum: Bir yere gidilecek ve bir değişim olacak… Yerin altına inebilmenin hazzı olsa gerek bu. Yer altında onlarca tünel… Bu inanılması güç bir fikir… Bir çocuksu hayale benzetirim metroları. Tarihi, anarşist bir mantığa dayanıyor bence. Yer üstü sizin, yer altı ise emekçi halkların… Kendimi yerin altında zenginlere bağlanmış hissediyorum. Kan dolaşımıyız biz onların… Daima ilerleme eğilimindeyiz. Aslında durabilmek en iyi intikam olabilir. Patronumu düşünüyorum. Girişken, akıllı bir adam… En iyi üniversitelerden birisinden mezun… Beni omuzlarımda melekler varsa onun omuzlarında cin benzeri ifritler var. Dururken bile koşuyor izlenimi bırakıyor insanda. Sanki yazgısı bir yere ulaşmak… Öyle rahat bir mizaca sahip ki, gözlerimin önünde rüşvet teklif edebiliyor, edepsizce telefonda konuşabiliyor, eşini aldatıp hiçbir şey yokmuş gibi davranabiliyor. Her şey hakkı onun. Bir kavanozda büyütülmüş, insani duygularla alakası kalmamış… Bir terzisi var mesela, sırf onun hediyeleri için ayda on kravat tasarlayan. Prensiptir bu… O terziden on kravat daima satın alınmalıdır. Her ayın yedisinde masada çok şık on tane kutu olmalıdır; saat dokuz gibi espresso içilmeli, on iki gibi meyve yenilmeli, akşama doğru ise günlük öğütülen kahve yudumlanıp puro içilmeli… Kutular masa süsü gibi durur tüm gün. Sonraki günlerde rüşvet -hediye- olarak dağılırlar sağa sola ve bazı yetişkinlerin kan dolaşımında şeker etkisi yaratırlar. Patron şeker verir ve can kazanır. En alakasız yerlerde bile aklıma gelir, bir anda düşünürüm, “Patron acaba şimdi ne yapıyor,” diye. Babamı o kadar hayal etmiyorumdur. Onu genelde arabalarıyla hayal ederim. Ben bir sayı doğru üzerinde ilerliyorum, o ise masallarda anlatılan karanlık yollarda. O yüzden onun yaşamında ödül de çok ceza da… Kefaret onun için kalp pili…
Metro, biz işe giden insanlar için müthiş bir alet. Net bir saati var. Tam saatinde beni iş yerime ulaştırabiliyor. İş yerim devasa bir kule… Zindan bence… Ama pahalı klozetler, desenli seramikler, ahşap duvarlar… Bu dokunuşlar sayesinde zindan gibi gözükmüyor. Mesela fahişelik, riyakârlık, yalancılık, hırsızlık… Ne gelirse aklınıza… Eğer paranız varsa zindanları rezidanslara, fahişeliği dostluğa, riyakârlığı profesyonelliğe, yalancılığı uyumluluğa, hırsızlığı promosyona kolayca dönüştürebilirsiniz. Ben yine de bazen bir perinin dokunuşuyla çirkinlik üreten bir sarayın böyle renkli bir kuleye dönüştüğünü hayal ederim. Tabii gerçeği biliyorum: Bu kule, patronumun arkadaşı tarafında inşa edildi. Kule inşasındaki usulsüzlükler haberlere bile çıkmıştı. Ama haberlere çıkmayan bir şey vardı: Bu usulsüzlükleri benim patronum halletmişti. Belediyedeki kaynakları sayesinde yapabilmişti bu. Yöntemi ise antik çağlardan besleniyordu: Al gülüm, ver gülüm… Bu lafı nedense çok severdi. Odasında Atatürk’ün fotoğrafı asılıydı. Sırf gösteriş… Aslında yaldızlı harflerle “Al gülüm, ver gülüm…” yazılmalıydı. Tabii hiçbir iç mimar böyle bir şey önermez. Atatürk, bayrak, hatta dini bir alıntı… Bunlar yakışır duvarlara. Gerçekler değil.
Çalıştığım ofis, on yedinci katta… On üç ve on yedinci katlar bizim patrona ait. Bizim patron pratik işler yapıyor. Kendisine benzeyen tuhaf aletlerle rüzgârı elektriğe çeviriyor mesela. Şebeke suyunu temizleyen arıtma cihazları tasarlıyor. Otomobiller için fren mekanizmaları üretiyor. Daha nice iş… İnsanın büyüsü burada aslında… Bir aslan avcıdır. Et ve kemik peşinde koşar. Fil ise otçuldur, gezerek yiyeceğini arar. Fil et peşinde koşmaz, aslan ot yemek için kendini yormaz. Ama bizim patron acayiptir: Geçen gün kedi kumu üretecek bir tesisin çizimlerini yapıyordu. Ben ise boş vakitlerimde Netflix izliyorum. Çok seviyorum oradaki içerikleri… Bizim patron nasıl oluyorsa onlardan da haberdar. Adam kendisini bir makineden geçirmiş olabilir. Şüpheleniyorum bazen… Tıpkı çamaşır makineleri gibi bir gün beyni yanacak diye korkuyorum.
Bugün zindana biraz erken geldim. Gönüllü bir geliş ama keyifli değil, en azından seramiklerden yansıyan şu keyif dalgasına dâhil değilim. Bir arkadaşımı ziyaret etmek niyetindeyim. Bu güzeller güzeli kızcağız, kolay paranın peşinde, garip bir gençlik geçiriyor. İşi çok basit… Telefonlara bakmak… Patronları bir ofis tutmuş. Üç masa koymuş, üç de genç kadın… Bilgisayarlar ve telefonlar… Mesai başlangıcı on bir. Neredeyse öğlen… Bitişi ise iki… Yani üç saatlik bir iş… Fakat asıl iş geceleri oluyor. Bunların patronu, yemeklere kadın ekliyor. Evet, işi bu… Tıpkı haydari gibi, şakşuka gibi, şarap gibi… Beyaz, sarışın, kızıl kadınlar… Yanıltmasın: Konunun cinsellikle bir ilgisi yok. Sadece yemek yeniyor ve rol yapılıyor. Kadın eklendiği masada bir desen oluşturuyor. Kim onu kiraladıysa onun sevgilisi rolünü yapıyor veya ne istenirse onu. Hem de müthiş paralara… Amaç ise masada zengin gözükmek, misafirleri etkilemek… Bu yönteme özellikle “iş bağlama” yemeklerinde başvuruluyor. Masada haliyle iş adamları ve bürokratlar oturuyor. Bürokratlar cahil, yaşamdan kopuk, masa başı elemanlarmış benim arkadaşımın anlattığına göre. Bazıları o kadar yabaniymiş ki alımlı bir kadın karşısında yüzleri bile erekte olabiliyormuş. Hiç şüphelenmiyorlarmış sergilenen oyundan. Ne ilginç oysa… Benim arkadaşım sadece karnını doyurmanın, süslü yemekler yemenin ve pahalı hediyelerin peşinde… Bir erkek sürüsünü peşine takıp çobanlık edebilir. Erkeklerin koyun olma dürtüsü ilginçtir arkadaşıma göre. Zengin zengin adamlar, bir koyun gibi itaat etmek istiyorlar. Gece onların çayırları… Arkadaşım ise çobanları…
Birkaç dal orkide… Kâğıtlar ve kalemler… Bilgisayar, perde, abajur… Yaşam alanım bu kadarcık. Bu nesneler kendime ait. Woolf’dan esinle kendime ait nesneler diyorum. Çünkü oda bana ait değil. Evdeki oda ise farklı… O oda bana ait. Peki, ben o odaya mı aitim? Woolf “odayı” bireyselleşmenin başlangıcı olarak imgeler. Fakat çoğu günümüz kadını için oda bir hapistir. Üretmek için değil, tükenmek için girer odasına. Kapıyı ise üzerine bir adam kapatır. Ömrü boyunca odasından çıkamayan kadınlar dolaşır sokaklarda.
Dünya savaşları çıktı. İnsanlar birbirlerine ait olduklarını hissettiler. Sonra ayrılıp yalnızlaştılar ve modernleştiler. Kendilerine ait küçük alanlara sığınıp savaş hikâyeleri okudular. Saçma buldular savaşları ve ülke sınırlarını… Kâğıt savaşları başladı. İş kâğıt için ağaç ekmeye kadar vardı. Evvela Vikingler, sonra Büyük İskender, ardından Moğollar ve Türkler… Minicik baltalarla ormanları geçip devasa ilerleyişler kat ettiler. Son noktada iş kâğıt için nazik ağaçlar üretmeye vardı, ne ilginç şey doğrusu… Orta çağdan zıplayıp bilime ulaştılar, küçücük insanlar inanılmaz buluşlara imza attılar. Evvela balta, sonra kalem… İnsanı parçalayıp yeniden çizen iki nesne… O gün bugündür nesnelerle ilişkiliyiz. İnsan, nesneleriyle birlikte içine kapandı. Tıpkı benim gibi… Kuleden aşağı bakıyorum, saçlarımı uzatıyorum ve erkekleri hayal ediyorum. Ruhumdaki balta ve içimdeki ateş sırayla çalışıyor, ateş sönünce balta devreye giriyor ve erkekleri parçalıyor. O yüzden parça parça hatırlıyorum hayatıma giren erkeklerin yüzlerini. Odamda büyük boy, İkea’dan aldığım bir ayna var. İlişkilerimi hatırlatıyor o ayna bana… Aynanın tepesinden bir fotoğraf bırakıyorum aşağı. Ne görüyorsam işte o… Erkek yüzleri… Dokunuyorum geceleri kendime. İnternetten minik oyuncaklar alıyorum bu keyifli iş için. Postada evrak olarak gözüküyorlar, garip değil mi? Sonra tercihlerinizi filtreleyip size özel önerilerde bulunan alışveriş siteleri bu ürünleri ana sayfaya asla eklemiyor. Sizi gizliyor. Sizi koruyor. Sizi utandırmıyor. Sizinle onun arasında. Ama satışların müthiş olduğunu saklamıyor. Sizi, perdelerin ardında birleştiriyor: Biliyorsunuz ki binlerce kadın aynı nesneyi kullanarak gecesine keyif katıyor. Bence normal… Eğlenceli… Keyifli… Neden utanıyoruz, pek anlamıyorum. Cinsellik-Utanç… Aradaki o çizgi annemdir benim. Ne zaman utanca sürüklensem annemi hatırlarım. Annemden mirastır bana bu utangaçlık. Ona gidip de oyuncaklarımdan bahsedemem. Nasıl ki alışveriş sitesi bu oyuncakları saklıyor, ben de aynısını yapıyorum. Aynı siteden bir de kutu aldım bu iş için. Arada bir evime ziyarete gelen annem kutunun içinde mektuplar var sanıyor. Ne romantik düşünce ama… Doğru düzgün kitap okumayan bir toplumun erkekleri mektup yazmaktan ne anlar ki? Anlaması gerektiğini hissettiğinde ise Google’a yazıyor ve örnekler buluyor. Bir de Özdemir Asaf dizesi ekliyor mektubunun sonuna. Bir keresinde bir erkek üşenmeyip siyah kâğıt, beyaz kalem almış, öyle yazmış mektubunu bana. Okuyunca hiçbir şey hissetmedim. Olağan bir yaşamın nesi anlatılabilir ki? Mektuplar, savaş insanlarının unutulmama çabasıdır. Modern dünyada ise unutulmak kaçınılmaz… O yüzden o kutuda yalnızlığımı gideren oyuncakları saklıyorum, mektupları değil. Ama giden her erkeğin ardından bir kaktüs almayı komik bulurum. Evimin her yerinde kaktüsler var. Gülüyoruz bana misafir gelen kızlarla…
Masamı düzenleyip bilgisayarı açıyorum. İşim, grafik tasarım… Ben işin tasarım tarafındayım, grafik zaten eğitim işi. Ressam olabilecek kadar yetkinim çizime. İsteseydim eğer, ressamlıktan geçinebilecek kadar gelir elde edebilirdim. Denedim de… Üç resmim bugün başka insanların elinde… Zengin, varlıklı, ukala tipler… Onursuzca kazanılmış bir parayı sanat eserine sürtüp temizlemek istiyor bazı zenginler. O yüzden çizmiyorum artık resim. Fakat bir gün fırça beni tekrar çağıracak. O zaman çocuklar için çizeceğim bir şeyler. Hayalim, zengin bir çocukluğu merhametli bir ömre sevk edebilmek! Ne zor iş oysa… O minicik tatlı çocuklar, büyüdüklerinde nasıl hırçınlaşabiliyorlar? Beyaz adam çöktüğü Amerika’da ırkçılığı çocuklarına aşılayabildi. Kötülük çiçekleri ektiler toprağa… Beyazı yüceltip siyahı ayaklar altına aldılar. O günün beyaz adamı, bugünün mülk zengini. Para, somut değil kesinlikle… Para sahipleri hiç eğitim almasalar bile dünyanın her yerinde aynı özelliklere sahipler. Koruma dürtüsü her yerde aynı çünkü. Bence bu dürtü en tehlikeli dürtü… Her uğursuzluğun başı belki de… Zenginlerin sığındığı sığınak… Ne diyor çocuğunu hem özel okula gönderen hem de özel ders aldıran patronum: “Ona iyi bir gelecek hazırlamalıyım. Benim bir tane çocuğum var. O benim geleceğim.” Oysa, bütün çocuklar onundu. Bunu anlamıyordu. Bir gün aynı imkânlarla büyümemiş bir çocuk öfkeyle bileylediği bıçağını patronun çocuğuna saplayabilirdi. Gerçi dramlar bile paraya dönüşüyordu patronların (…ve sanatçıların) yaşamında.
İşimi çabuk bitiriyorum. Sessizlik istediğim için patronum beni bu odaya kapadı. İyi olur sanmıştım… ama iyi olmadı galiba. Kahve makinemi kendim aldım, o iyi oldu. Nitelikli çekirdekler kavuran bir firmadan kahve alıyorum. Çok sevmeme rağmen günde iki kupadan fazla içmiyorum. Çünkü kahve değerli… En sinir olduğum insan tipi günde yedi sekiz kupa içip geleceği hiç umursamayan kahve öğütücü tipler. Bir işe de yarasalar bari… Neymiş efendim dinç kalıyorlarmış. Altı üstü üç tane kâğıdı üst üste koyup biraz düşüneceksin, o kadar. Aslında her şey “pazarlama” denen illetle ilgili… Kahve de öyle, yeşil çay da öyle, buhar makineleri de öyle… Mesela küçücük bir tüp, kirli havanın ve iğrenç insanların bozduğu cildi nasıl onarabilir? Ama onardığını söylüyorlar… Ben de kullanıyorum. Hatta dün aldım birkaç krem… Dolabımda ne kadar krem var bilmiyorum. Geçen gün oturup düşündüm, ayıkladım kremleri, son kullanma tarihi geçenleri bir torbaya doldurdum. Meğerse çokluk beni mutlu ediyormuş. Dolap biraz boşalınca kötü hissettim. Hissesi değer kaybeden patronum gibi camdan dışarı baktım ve daldım gittim bir süre. Patronuma bir resim hediye edeceğim. Konusu ise yüzsüzlük olacak… Ama ona “Çok yönlü bir üstadın yansımasını çizdim,” diyeceğim. Salak, inanacak yüksek ihtimal… Yüz yıl sonra başka salaklar bu inancı daha da büyütecekler. Olacak bir resim bir milyon dolar… Patronum cebi dâhil, her boşluğu doldurma eğilimindedir. Resimler, vazolar, biblolar, heykelcikler… Aslında sanatla hiç ilgisi olmayan bir adam… Müzeyi talan eden bir maymun aslında… Tek farkla maymun müthiş eğleniyor bizim patron ise ciddi, ağırbaşlı, vakur…
Telefonumdan evdeki robot süpürgeyi çalıştırıyorum. Bir de sesleniyorum ona: “Ben gelene kadar temizle bakalım her yeri. Canım kızım benim.”
Ayaklarımı uzatıp Fazıl Say açıyorum Spotify’dan… Fazla ses vermiyorum. Sigara tellendirmek istiyorum ama izin vermiyorlar, illa balkona çıkıp mevcut dumana eklenmem gerekiyor. Yapacağım mecbur… Ama biraz sonra…
Gözüm İnstagram’da… Arkadaşlarım sürekli kendilerini paylaşıyorlar. Beğeni savaşlarına bir sürü kalp ekleyip devam ediyorum gezintime. “Handmade” kodlamasıyla satışa çıkan ürünler görüyorum bir anda. Sırf bir ünlü kadın giydi diye moda olan hırkaları inceliyorum. Birkaç sene önce giysek bu ürünü komik bulurdu herkes… Ama bugün inanılması güç bir paraya satılıyor. Yünden altı yedi kare yapıp onları gelişigüzel birleştirmişler, bu kadar… Sosyal medya, diyalektik bir süreç geçirdi; asıl amaç -iletişim ve paylaşım- önemsenirken, amacı farklılaştıran ilginç bir sonuç ortaya çıktı: Takipçisi -tanıdığı değil- çok olan insanlar reklam yapmaya, bu işten para kazanmaya başladılar. Gün boyu ellerinde telefon, ürün tanıtıp duruyorlar. Dolayısıyla sosyal medya, reklam medyaya dönüştü. Sosyallik de bu bağlamda değişti, reklam rüzgârları farklı profiller oluşturdu. Sıradan rutinler bile moda oluyor, reklam için potansiyel oluşturuyorlardı. Mesela bir arkadaşım sabah çok erken kalkıp hikâye paylaşıyor. Didaktik bir paylaşım sürecine giriyor günün ilk ışıklarıyla birlikte: Neymiş efendim, uykuda geçen vakit ölümmüş, günü verimli geçirmek istiyorsanız sabah erken kalkmalıymışsınız, güne limonlu suyla başlamalıymışsınız, vesaire. Bu rutin, gerçekten bu kadar önemli mi? Karanlıkta yataktan çıkmışsın ve ilk aklına gelen şey, hikâye paylaşıp hayallere dalmak. Birilerinin kendisiyle ilgilendiğini sanması… Rutinlere dair çözümlemeler biraz da kişisel gelişim uzmanlarıyla ilgili. Babaannemin rutini, insanı başarıya götüren şey olmuş. Başarı yönlendirmeleri bence bir kompleks… Başarı basit aslında, sevdiğin işi tutkuyla yapmak… Sinirlenip profilime giriyorum. Farklı ortamlarda çekilmiş kareler arasında geçmişi hatırlıyorum. Pek sevmememe rağmen üç kez kayağa gitmişim. Teknelere binmişim. Paris’te dolaşmışım. Latte içmişim. Ellerimle kalp yapmışım. Güneş gözlüklerimi ön plana çıkarmışım. Sarı renklerle gözükmüşüm birkaç fotoğrafta… Her an… Her beğeni… Her renk… Haykırmak istiyorum: “Bu kim?”
İçimi acayip bir sıkıntı kaplıyor. Vazgeçiyorum sigara içmekten… Aklıma yine şemsiyem geliyor. Ardından şemsiye gibi açılıp kapanabilen o adam… Zamansız birisi miyim ben? Gözlüyorum etrafı: el dokuma bir kilim, saatler, biblolar, kocaman bir televizyon. Spor yapmış bir erkek… Çıplak ve ruhsuz… Pişmiş sushi kokusu… Kadehteki şarabı titreten bir klima serinliği… Yaklaşıp uzaklaşan düşünce dalgaları… Taşkın olması muhtemel değil… Yıllarca sürecek bir gizlilik… Duracağım böylece. Saatlerce. Adam başka kadınlarla gözümün önünde birlikte olacak. Kaçının dikkatini çekeceğim acaba? Televizyonda Netflix açık, romantik bir filmden bir kare… Az önce o filmdeydim ben de. Şimdi değilim. Bir sesle irkildim, o zengin adamın evindeki vazo olmadığımı ayrımsadım: “Uyan güzellik… İşi ne yaptın, bitirebildin mi?”
Hemen kendime geldim: “Evet canım. Bitti. Gel de bak.”
Yaptığım tasarımı arkadaşıma gösteriyorum. Beğeniyor hemen… Kız arkadaşların tipik bir saplantısıdır bu detaysız beğeni. O yüzden onun beğenisini dikkate almıyorum. Teşekkür ediyorum yine de. Onu oturması için ikna ediyorum. Bana arabada sevişirken yakaladığı arkadaşlarımızı anlatıyor. Epey gülüyoruz buna… Konu gecenin kör saatinde mesajlar atan müdürümüze geliyor. Kaltak Ördek lakabını taktığım o suratsız yalaka insana… Yalakalık arsız çiçekler gibi çok çabuk büyür. Bu kadın da patrona yaranmak için öyle saçma işler yüklüyor ki bizlere artık onu ciddiye alamıyoruz. Verimlilik böyle bir şey olmasa gerek. Gerçi ülkece verimsiziz… Verimli topraklarda yaşayan verimsiz bir halk… Verimlilik için devasa binalar ve o binaların içinde kaçınılmaz kayboluş… Kayboluşun içinden çıkan tuhaf müdürler… Gün boyu kaynanasına küfür edip ruj süren bir müdüre sahibiz mesela. İş hayatı gördüğüm kadarıyla üç direk üzerinde duruyor: erkek-kadın-kaynana… Erkek müdürler daha rahattır, nihai hedefleri genç çalışanlarıyla yatmaktır. Kurumun büyüklüğüyle ilişkili olarak bu hedefe bir şekilde ulaşırlar. Kadınlar ise hedefsizdir. Patronun koyduğu hedef neyse ona bürünürler. Güdümlü füzeleri bulan adam bence kadın müdürleri hayal etmiştir. Tabii uzak iklimlerde daha iyi yöneticiler olduğu söyleniyor. Henüz genç olduğum daha tanışamadım onlarla. Vaktini araba ilan sitelerinde geçiren bir arkadaşımdan mesaj alıyorum: “Akşam, sana hamburger ısmarlayayım mı?”
“Ismarla…” diyorum biraz sevinçle. Son günlerde hissettiğim yalnızlığa biraz iyi gelecek bu arkadaş. Vakit gelince arkadaşımla buluşmak için Çin yemekleri yapan bir mekâna gidiyorum. Biraz pahalıdır ama severim bu mekânı… Güya hamburger yiyecektik. Değiştirdik kararımızı. Seçimlerim sadelikten yana oldu. Sohbet akıcı, keyifli, basitti. Gözüm arada bir etrafa takılıyordu. İstisnasız her masadan bir el yükseliyor, fotoğraf çekiyordu. Ahlaksızlık bu… İnsan ilişkileri bir ödevdir, gereklidir, bireye ve topluma iyi gelir. Fakat ilişkilere eklenen bu fotoğraf çekme arzusu çıkarcılık kokuyor, “Neden bu mekân…” diye düşünüyor, cevaba basitçe ulaşıyorum: “Çünkü pahalı… havalı… farklı… Sosyal medyada paylaşmak için uygun bir yer.”
Şu soru ise dile getirilmesi yasak bir meyvenin ürünü: “Bu mekâna gelmek için mi buluştunuz, yoksa keyifli vakit geçirmek için mi? Ne için güzel giyindiniz mesela…”
İki farklı yaşam var artık… Sosyal medya bir bilimkurgu gerçeği gibi yaşamımızda… Gerçeklikten kaçıp oraya sığınıyoruz. Yaşam görünen ve gizlenenden oluşur. Görünen her şeydir. Gizlenen ise deneyimlerle ilgilidir. İki farklı yaşam olduğuna göre iki farklı görünen ve gizlenen de vardır. Bu mekânın gizleneni şu anda farklı, sosyal medyada farklıdır. Adım gibi eminim ki köşede sevgilisiyle oturan kadın mekândayken aşka dair bir deneyim, sosyal medyada ise kaygı benzeri bir deneyim yaşıyor. Şu sorularla hemhâl: “Acaba beni beğenecekler mi, şu anda kim evinde pijamalarıyla otururken bana bakıp iç çekiyor, zengin görünümüm kimi etkiliyor, kim bana bakıp burada olmak istiyor…”
Hazların egemen olduğu bir topluluk… Haz buğusunun gerisinde ise politika yapıcıların gergin atmosferi… Kaçış bir haz öznesi olduğunda, ardından muhakkak ki yorgunluk beliriyor. Bu yorgunlukla başa çıkmak çok zor… Daha çok haz, daha çok haz, daha çok haz… Arı, bir dolaşım öznesidir, özündeki mucizeden bihaberdir, iş ve verim odaklıdır, cesurdur, risk almaktan korkmaz. Bu özellikler, buradaki tüm insanlar için geçerlidir, toplumun üretken tabakasının büyük çoğunluğu burada çünkü. Ne yazık ki paranın egemen olduğu bir toplumda bazı bireyler için üretkenlik ellerindeki parayla ilgili. Hiç okuma yazma bilmeseler bile üretkendir onlar. Çünkü onlar sayesinde uçuşan banka arıları konacak çiçek bulabiliyorlar. Bu ise tabii bir yanılgıya sebebiyet veriyor, mesela karşımızdaki adam ısrarla bana bakıp beni elde edebileceğini sanıyor. Üretkenliği üreme dürtüsüyle ilgili sadece… Oysa bu tipler ilgimi çekmiyor. Eskiden çekiyordu. Özellikle lise ve üniversite çağlarımda… Zenginleri romanlardan öğrenmiştim. Onların evlerini romanlarda okumuştum. Gerçekler ise berbattı: Hoyratlık, hodbinlik, tekillik… Evet, yadsınamaz, muhteşem kıyafetlerin altında biçimli gövdelere sahipler ama dünyayla ilgileri yok. Ortak aklın en alt kademesine kadar düşebilen zengin erkeklerle uyudum. Buradaki çoğu insan, miras yoluyla zengin oluyor. Onlar domatesin toprakta değil, markette yetiştiğini sanan bir mantığa sahipler. Tabiatı olmadan büyüyebilmişler. Sonradan edindikleri para çok önemli olan bir bilinci hemen yok etmiş: Tarih! Var olan çağa ilginç deneyimlerle eklemlenmişler. Reklamların esaretine kapılıp bir sehpa almak için on sekiz farklı mağazayı gezmişler. Kader olgusu ise sarınabilecekleri en basit seçenek… Her şeyi ama her şeyi açıklayabilir. Peki, gizli olanı kader penceresinden bakarak görebilir miyiz? Ben sanmıyorum… Göremedikleri ortada zaten! Şu soruyla haykırmak istiyorum: “Sergilemek de mi kaderiniz?”
Arkadaşımın sorusuyla irkiliyorum:
“Çekelim mi bir fotoğraf? Bir kızı kıskandırmam gerekiyor da.”
Çekelim diyorum ve gülümsüyorum. Beni kıskanacak bahtsız kızı hayal ediyorum.
Soru sorma sırası bende:
“Durgunlar ıslanmasın diye üretilen bir şemsiye var mıdır sence?”