Prenses
Alarm ötüyor. Saat: 06.30
Vedat gözlerini araladı, alarmı kapattı, günün ilk düşüncesini çözüme kavuşturup hafif kıpırdandı yatağında ve uyanmak istemediğini haykırdı cılız bir sesle. “Siktir…” dedi etrafına bakıp. Hani böyle suç işlemiş de öğretmenini bekleyen bir çocuk gibi. Büyüdü bir anda. Açtı gözlerini içtima öfkesine benzer bir öfkeyle, sanki yorganın altındaki uykusuz bir askerdi, o yüzden hırsını yorgandan çıkardı. Çocuktu, askerdi, o kadar düşünmüştü ki her şey olmuştu uykusunun ertesinde ve öncesinde. Her şey olmak ve her şeyi değiştirmek üzere yeni bir gün başlıyordu. Bir şaka vardır, heykel kılığına girmiş bir sokak sanatçısı bir anda canlanıp kovalar insanları. Öyle bir canlanma içerisindeydi Vedat. Atikti, güçlüydü ama insani değildi bu devinimi. Ondan kaçan ise bir kediydi sadece… “Pisi pisi pisi,” dedi yorganı tırnaklayarak. Kedisi bu tırnaklama hareketine mutlaka tepki verirdi.
Çıkmalıydı yatağından Vedat, kedisi de yoktu ortalıkta zaten, yüzünü yıkayıp saçlarını taramalıydı. Tabii ilk iş ocağa biraz su koymalıydı; onu öğlene kadar tok tutacak haşlanmış yumurta diyetine sadık kalmalıydı, bir bardak da çay… Dört çeşit peynir almıştı marketin şarküteri reyonundan, nedense onlar geldi aklına, peynirleri eski sevgilisinin önerisini dikkate alarak dört farklı cam kapta saklıyordu. Düşündü tebessümle: “Renklerin beni düzene sokacağını düşünen safın teki.” Sonra bu kadar uzun düşünebilmesine şaşırdı. Tek derdi sevgilisini düzmekti, öyle ki sevgilisinin en yakın arkadaşını katmak istiyordu zevk gecelerine ama bu durumun dile gelmesine imkân yoktu.
Bir kez daha tırmaladı yatağı. Fakat. Kedinin yatağa gelesi yoktu.
İkinci alarm… Saat: 06.38
Uyumuş muydu, bunu düşünüyordu, ilk uyanışın ardından geçen sekiz dakika yavaş akmıştı sanki. “Pembe tren…” dedi mırıldanarak. Pembe bir trenin içinde olduğunu hayal edip alarmı hemen kapatmadı, elini şişen cinsel organına götürdü, “Kıpırdama…” diye seslendi ona. Sesi dolaştı evin içinde, bir yerlere kadar ulaştı mutlaka… Kim alınmıştı bu sözü üzerine acaba, belki de kedisi, yani Chivas. Kaldırdı gövdesini kararlı bir hareketle. Etrafına baktı. Odası karanlıktı. Bu karanlıkta kararlılığının sönüşünü takip eden uyku isteğiyle boğuşmalıydı. Ses çıkardı bu uğurda: “Chivas… gel pisi pisi…” Yalnız insanların, en azından bir kedisi olmalıydı sabah seslenebilmek için. Hafif bir üşüme hissetti, kollarını okşadı, kedisinin gelmesini bekledi, “Ulan göt kedi…” diye seslendi. Kedi gözüktü, odanın girişindeydi, kafasını ona doğru çevirip “Bana göt deme, sensin göt,” der gibi baktı. Vedat kıskanıyordu Chivas’ı. Chivas tüm gününü uyuyarak ve gerinerek geçiriyor, yani harika bir yaşam sürüyordu. Mevcudiyeti kusursuzdu ve bunu biliyordu sanki. Gerisi sevgi sürtünmeleri… Mır mır ederek yaş mama isteme eylemleri… Dakikalar süren kum eşeleme devinimi… İpli tüm yüzeyleri tırmalayarak ev sahibine malın mülkün değersizliğini öğretme çabaları… Öyle ki kredilerin, krediler de nereden çıktı; kediler diyecektim. Kedilerin karakterleri farklı farklıydı. Misal Chivas… Eve gelen dişi misafirlere kur yapmada ev sahibinden bile daha başarılıydı. O yüzden acımıyordu Chivas’a. Ona korunaklı bir yalnızlık sunmuştu, bundan dolayı müteşekkir olmalıydı Chivas, en azından sokakta fare peşinde gezmiyor, araba altında kalma korkusu yaşamıyordu. Kedilerle ilgili bazı doğal yaşam savunucusu hassasiyet sahipleri şöyle derdi: “Onların doğal ortamı ev değil.” Vedat ise şöyle düşünürdü bu konu hakkında: Kediler belli duygulara sahipler, kızgınlık, korku, öfke gibi… Uyum sağlama gibi bilince dönük bazı özelliklere de sahipler. İnsanla kıyaslandığında istikrarsız ve çok zayıf bir bilinç düzeyi de olsa… Elbette şu soruya cevap verebilecek kadar değil düzeyleri: “Siz de insanlar gibi güvenli bir evde yaşamak ister misiniz?” Ama bilinç mevcutsa hangi insan bu soruya kesinlikle “Hayır istemezlerdi…” diye cevap verebilir ki? Başka bir ihtimal de söz konusuyken kediler hakkında kim konuşabilir?
Vedat kendi cevabını oluşturmuştu: “Milyon yıldır insanla birlikte evrimini sürdüren ve insanla mükemmel bir uyum yakalayan bu hayvanların bazıları insanlarla aynı evde yaşamayı isteyebilir, onlar gibi endüstriye uyum sağlayıp sadece kedi mamalarıyla -Chivas ev yemeklerine hiç sulanmıyordu- beslenebilir ve en önemlisi de onlar gibi sınırlı hareketi kabullenebilir.”
Tekrar uzandı. Kedileri bırakıp diğer kedileri düşündü: “Onca kadına rağmen tanıyabildin mi kadınları?”
Üçüncü alarm… Saat: 06.42
Sızlana sızlana çıktı yataktan. Gece, sadece iç çamaşırıyla uyumuştu: dar bir boxer ve ona kısa gelen bir tişört… Boxerın önündeki şişliği gördü. Çok hoşuna gidiyordu bu görüntü. Ama bir yandan da düşündürüyordu. Dilinde kalmıştı son uyku, hemen tükürdü lavaboya; elini suyun altına soktu, bir süre bekledi, yüzünü ıslatıp mutfağa geçti, ocağa su koydu. Tekrar tuvalete dönüp biraz da klozette vakit geçirdi. Kurulamadığı yüzünde gezdirdi ellerini. Günün anlamını düşününce sakinliğine şaşırdı. Uyuyabilmek için aldığı hapın kutusunu kaldırdı göz önünden. Koridorda onu bekleyen Chivas’ı görünce “Arsız kedi…” diye düşündü. Özellikle sabah saatlerinde temas istiyordu, sürtünmek, koklamak, mırıl mırıl sesler çıkarmak…
Mutfağa uğramalıydı önce. Su kaynatmak için çaydanlığı musluğun altına tuttu. Su kaynayana kadar oturdu sandalyeye. Chivas geldi, ayaklarına sürtündü; seviştiler biraz… Su kaynayınca suyun yarısını yumurta pişirmek üzere aliminyum bir kaba boşaltı. Kalan suyu ise çay demlemek için kullanacaktı.
Koridora çıktı, vestiyerin önüne çöktü, hayallere dalıp “Hey Chivas…” diye seslendi: “Bugün Canan’ın evine gideceksin, evet, o taş gibi olan hatun, eğer sevdirirsen kendini Canancık yatak odasının kapısını kapatmaz, geceleri gidip sürtünebilirsin ona, beni aratma tamam mı lan?”
Düşündü Vedat, sanki boşluğu karalar gibi, koridordaki duvarları günlük niyetine kullanır gibi: “Chivas, iki hafta kadar başka bir evde kalacak. Alışık buna… Bu kedi, sokakta üşürken bulunduğu için diğer evcil kedilere pek benzemez. Unutmamıştı sanki hiç üşüdüğü o geceyi, bazen dalıp giderdi karanlığa bakarken, bazen korkardı karanlıktan… Birlikte sıkça çıkmıştık gece muharebelerine, anlatmıştık dertlerimizi, içimizi dökmüştük, o mırıl mırıl mırıldanırken ben şiirler okumuştum. Soktuğumun dünyasına kafa tutup tırnaklarımızı kafiyeli sloganların dizili olduğu duvarlara geçirmiştik, kimseden korkmayıp herkesten saklanmıştık, günlerce aynı odada, aynı ışığın altında sağa sola devrilmiştik, Chivas kimsesiz olduğumu bağırmıştı bana; annemi ve babamı özellikle sevmiyor, onlar geldiğinde huzursuzlanıyordu. Haklıydı belki de… Ama ne yapabilirdim ki?”
Elini önce kedisinin sonra kendi gövdesinde gezdirdi? Yakında… Çok yakında… Bu gövdede çiçekler açacaktı.
Ayaklandı, peynirleri çıkardı buzdolabından, yumurtaları soyup çayını demledi, hızlı bir kahvaltının ardından giyinip çıktı evden. Çıkmadan önce son bir baktı evine. Tertemizdi her yer. Gece epey bir uğraşıp evi toparlamış, iki koca torba çöp çıkarmış, her yerin tozunu alıp elektrikli cihazların fişlerini çıkarmıştı. Uzun bir tatile gider gibiydi.
Volkswagen Beetle marka minik arabasına binip şehrin merkezine doğru ilerlemeye başladı. Üzerinde çok renkli bir gömlek vardı. Mabel Matiz dinliyordu. Bir telefon konuşması yapması gerekiyordu:
“Alo, Canan…Cananım. Güzellik günaydını… Biraz erken oldu değil mi? Bak ne geldi aklıma… Artık eskisi gibi sabah bana erotik fotolar atmıyorsun.”
“Özledim ama Canan, gerçekten… Neyse güzelim. Chivas seni bekliyor. Tüm malzemelerini kapının önüne bıraktım. Apartmana girerken kapıcının ziline bas, o sana kediyi taşırken yardım etsin. Yoksa tuvaletini taşıyamazsın, zor olur.”
“Seni çok ama çok öpüyorum. Sürekli haberleşeceğiz merak etme. Bensizken başkalarıyla yatma, lütfen Canan, bekle beni…”
“Sevgilin değilim, doğru. Her şeyden önce doğru değilim! Ama olsun be cananım…”
“Gizemli mi konuşuyorum? Evet, öyle… İlginç bir gün olacak benim için.”
“Dinlemek için sabırsızlanıyor musun? Ben de anlatmak için sabırsızlanıyorum.”
Kapadı telefonu. Kapar kapamaz müziğin sesini açtı, camı biraz indirdi, bağırarak “Siktir kahpe…” dedi Canan’ı hatırlayarak: “Kahpe Canan… Başkası yok ki kediyi bırakacak. Yoksa sana mı kalırdım ben. Hem Chivas seni seçti. Belki de on numara göğüslere sahipsin diye. Yakında görüşeceğiz ama seninle… Senden bile daha güzel olacağım!”
Uzandı deniz kenarına…
Kalan çayı termosuna doldurmuştu. İndi arabasından deniz kenarına ulaşınca.
Arabanın önüne yaslanıp sigarasını yaktı, termosunu ağzına dayadı. Denize bakarak düşüncelere daldı. Bir simitçinin yaklaştığını fark edince canı simit çekti, karnı tok olduğu halde bir tane simit aldı. Termosunu kaputa bırakmıştı. Üzerinde kıpkırmızı geniş beden bir hırka vardı, sarındı yumuşakça. Üç yıldır bugünü bekliyordu; tam bu noktada sigarasını içecek, bu hırkayı giyecek, beyaz ayakkabılarını kuşanacaktı – son kez belki de…
Maviydi arabası. Çok tatlı bir rengi vardı.
Aydınlanıyordu şehir. Arabalar dökülmeye henüz başlamıştı. Bazı taksiciler ise son turlarını atıyorlardı. Benzinliklerden yayılan koku an be an artarken milyonlarca işçi binlerce fabrikaya girip birbirleri için bir şeylerin üretimini sağlayacaklardı. Bugün Barkın’ı affetmeleri gerekiyordu. O kendisini değiştirecekti bugün. Kendisini üretecekti bugün. Bu üretimde ona yardımcı olacak kişiyi düşündü. Acaba uyanmış mıydı? Yüksek olasılık, okula göndermek üzere çocuklarını uyandırmaya çalışan karısını dinliyordu. Kahvaltı sofralarında iştahlı mıydı? Yoksa mesleği gereği ellerine yüklenen hız yaşamına da mı sirayet etmişti? Televizyonları açık oluyor muydu sabahları? Hangi reçeli seviyordu mesela?
“Hadi bakalım Vedat. Yürü. Başlasın yolculuk.”
Bindi arabasına, yan koltuktaki küçük çantasını okşadı.
Bazı geceler makyaj yapıp sokaklara çıkar, tekin olmayan caddeler dahil, birçok yeri, yeni bir kimlikle keşfetmek isterdi: Bu yeni kimlik farklıydı! Vedat’ın yapmadıklarını yapmaya özen gösterirdi; diskolara gider, kalabalıklara karışır, kendince çılgınlıklar yapardı. Buna kurumsal dilde oryantasyon deniyordu, yani alışma, hoş, bu havalı terimin içeriğinde bir öğretici bulunurdu, bir de öğrenci. Öğrenci evet, ama öğretici? Vedat tüm insanlığı kendisine öğretici bellemişti. Oryantasyon tamamlanmıştı: Artık hazırdı.
Yarım saatlik yolculuğun ardından ulaştı istediği yere.
Uzandı beyaz örtülerle kaplanmış yatağa. Öncesini hiç takip etmedi. Bir şey düşünmek istemiyordu, eli, erkeklik organına gitti, okşadı biraz; ondan nefret ediyordu bir bakıma, onun hüküm sürmesinden, hoyratlığından, çekiciliğinden… Ondan vazgeçmek bir düştü, bir gündüz düşüydü, öyle görmüştü kendisini, uzun saçlarla, takma kirpiklerle, protez tırnaklarla… Aklına münasebetsiz bir sahne geldi: Kar yağışını izlerken Canan’ın kollarını pencereye dayıyordu. Onu romantik sözlerle kandırıyordu. Yalancılık ve romantizm iç içe geçmişti tarihin belli bir zamanında, o gün bugündür bu iki şeyi ayırmak mümkün değildi. Öyle ki bu iki şey “pastel tonlar” kavramını yaratarak sade dekorasyonlarda tercih edilir olmuşlardı. Ey pastel tonlarında evlerini donatanlar, yalanların üstüne konduğunuzu biliyor musunuz? Aman tanrım… Doktor geldi. Gülümsüyordu. Sanki az önce cinsel bir münasebeti sonlandırmış gibi rahattı, bir an düşündü Vedat: “Acaba sen de değiştirdiğin onca insanla birlikte böyle bir değişimi düşlüyor musun? Ne anlatıyorsun dostlarına, ailene, akrabalarına?”
“Değiştirdim…” diyecek miydi Vedat söz konusu olduğunda.
Uykusu geliyordu doktorun, başkası olsa bunu fark etmezdi belki ama Vedat uykuyla ilgili o kadar çok şey düşünmüştü ki, o kadar çok uykusuz geceler geçirmişti ki, mevcut durumu tahlilde zorlanmıyordu, ama doktor elinden geldiğince canlı bir sesle “Merhaba…” deyince itaate zorladı kendisini: “Merhabalar doktor bey!”
“Senin için ilginç bir gün olacak Vedatcığım.”
“Ulan…” diyerek öfkelendi Vedat çünkü yeni tıraş olmuş doktor sinirlerini bozmuştu. Erkekliği özletecek kalitede bir losyon kokusu yayılıyordu yüzünden. Sanki bile isteye yapıyordu tüm bunları!
…ah bu doktor!
Yıllarca aldığı eğitimin sonunda kişiyi alıp bambaşka birisine dönüştürüyordu. O bir insan-tanrıydı Vedat’a göre. Antik çağa bu önlükle ve mevcut becerileriyle gidebilse bambaşka bir yaşamı olabilirdi. Şimdi ise akşamları şehri turladığı bir Jaguar’ı vardı, o kadar; siktiriboktan bir zenginlik sadece.
“Vedat…” diye seslendi samimi bir sesle: “Süreci ben yöneteceğim. Daima buralardayım. Konuşmuştuk detaylı zaten… Önce Ürolog Fehmi Bey girecekler ameliyata. Kendileri hazırlanıyor. Ayrıca deneyimli bir grup hemşire…”
“Sus artık…”
Uyuyacağım birazdan. Gömleğimi görüyorum. Chivas’ı düşünüyorum. Onu düşünmek hep rahatlatmıştır beni. Dişçide de onu düşünürüm. “Salak hayvan…” deyip gülümsüyorum içimden. Vazgeçme eşiğine yaklaştığımı hissedince çarşafa geçiriyorum ellerimi, doktoruma “Yatağa yattıktan sonra kaldırma beni oradan,” demiştim; uyuyor bana, sokuyor şırıngayı koluma. Gerisi sonsuz bir uyku sanki… Sahi, bu anestezi sırf insanı korkunç bir uykuya sokabildiği için bile bir mucize değil miydi?
Yürümek, adımları sıklaştırmak, kararsızlık ve ilk fısıldanış:
“…değilim bedenimden. Değiştirmek istiyorum. Mevcut bir yanlışı düzeltmek istiyorum. Belki bir ihmal! Belki bir devrim!”
Karşısında zayıf bir gövde, kalın gözlükler, zarif objeler… Derisini ayna benzeri bir zırhla kaplamış sanki. Vedat “Karşımda bir ayna insan var…” diye düşünmüştü: “Aynanın içinden çıkmış lanetli insanlardan birisi sadece.”
Sormuştu ona ayna insan: “Ne zamandır böyle düşünüyorsun?”
“Lise yıllarımdan beri doktor hanım. İlk ne zaman başladı, bilemem. Aslında kadınlarla birlikte olabiliyorum, onları arzuluyorum.”
“Onlarda bir şey arıyor olabilir misin?”
“Evet, ormandaki bir gerçeği…”
“Doğanın bir itirazı olarak görüyorsun içinde bulunduğun durumu, yanlış mı anlıyorum?”
“Evet. Tıpkı ürkek bir geyik gibi… Rüya siyahı bir yaşamım var. Birini arıyorum o bulantıda.”
“Kimi aradığını bilmiyorsun değil mi?”
“Bilmiyorum.”
“Ama bir yansıma… görüntü… şekil?”
“Evet, şaka amaçlı takılmış rengârenk bir başörtü…”
“Hımm… Biraz daha detaylandırır mısın?”
“Başörtü işte…”
“Kim takıyordu?”
“Ben…”
“Birisi senden başörtüsü takmanı mı istedi?”
“Kuzenlerim…”
“Ne hissettin takınca?”
“Hafiflik… ve bir çığlık.”
“Anlıyorum Vedat Bey.”
Güldü Vedat, mırıldandı bakışlarını seslerden uzaklaştırarak: “Bey?”
Aslında ne hoş bir ironi… Ben zaten bu terapiye ‘Bey’ olmadığımı, olamadığımı kanıtlamak için girmedim mi?” Yükseltti biraz sesini: “Sessizlik ve zaman… Sessizlik olunca genişliyor sanki zaman?”
“Evet, burası sessiz bir yer. Terapinin bir amacı da danışan insanları sessizlikle tanıştırmak… Düşünsene, ne çok gürültü var yaşamımızda.”
“Galiba büyükşehirlerde yaşadığımız için.”
“Öyle Vedat. Fakat gürültünün bir sebebi de cep telefonları. En ufak boşlukları bile doldurduğu için… Modern insan ancak uyku öncesinde sessiz kalabiliyor.”
“Doğru söylüyorsunuz doktor hanım.”
“Sen önemser misin Vedat, uykunun hemen öncesindeki evreyi.”
“Evet. Pek aram yok uykuyla! Öncesini, sonrasını, her şeyini önemserim yani.”
“Kadınları sen söyledin, peki erkekler, onlarla da mı uyudun mu hiç?”
“Hayır. İstedim tabii. Ama cesaret edemedim.”
“Anlıyorum. İstekler üzerine düşünmek düşüncelerin en karmaşığıdır.”
“Öyle olabilir, evet doktor hanım. Sahiden de karmaşık…”
“Ama yaşam da basittir biraz. Beklenenin, düşlenenin aksine…”
“Öyle galiba…”
“O yüzden aldığın bu kararın sorumluluklarını taşı üzerinde ve korkma hiç. Genelde geleceğe dönük korkuların geleceğe tesiri sınırlı kalır. O an vardır sadece. O an bir karar alırsın, mesela geçmişteki korkularını hiç hatırlamayıp bir yol oluşturursun kendine, birisiyle tanışmak için adım atarsın, bir işe girersin, birisiyle konuşmaya karar versin. Kararı uygulaman genelde iyi hissettirir.”
Her şey, sekiz ay önce başlamıştı, hiç unutmuyordu Vedat, günlerden perşembeydi, Google’a girip şu sözcükleri dizmişti yan yana: “Cinsiyet Değiştirme Ameliyatı…”
Evvela plastik cerrahiye dönük bir reklam silsilesi karşılamıştı onu. Bazı doktorların kişisel internet sitelerine girip çıkmıştı. Çoğu aynı detayları anlatıyordu. Bir sonraki gün, yani cuma günü, soluğu özel bir hastanede aldı, bu konuyla ilgili çalışmalar yapan bir ürologla görüştü. Sıçrayış da o zaman başladı. Hani kayakla atlama sporcularının o görkemli atlayışı… Gökte süzülüp bembeyaz bir cennete bakmak… Ağaçlar, büyük ağaçlar ve rengârenk montlar görmek… İşte o ürologla görüşürken öyle bir hisse kapılmıştı Vedat.
Evvela hukuki bir süreç başlatmalı, mahkemeye başvurmalıydı, hemen evraklarını hazırladı, düştü yollara. Mahkeme, devlet hastanesinden alınması koşuluyla psikiyatrik bir rapor istedi. Her hastane vermiyordu bu raporu, gerekli yerler gezildi, doktor olarak ismi hoş bir kadın seçildi, ilk randevu alındı. Kadın olursa daha rahat konuşabileceğini düşündü Vedat, aldığı kararı kimseye açmamış, yeni bir yaşamın ilk fitilini özgürce ve bir insana bile danışmadan yakmak istemişti. Peki, sonra… Yeni kimliğiyle önce gidip kedisini alacak, ardından yollara düşüp hiç bilmediği bir şehirde, hayalindeki yaşama başlayacaktı. Artık Vedat olmayacaktı. İsmine henüz karar vermemişti. Bazen sırf espri olsun diye kadın kıyafetleri giyinip kendisine “Hürrem,” diye seslenirdi. Gözünün önünde “bağımlı” kadınlardan oluşan zengin bir harem gelirdi sık sık. Şaka gerçeğe dönüşebilirdi, Hürrem hoş ve kışkırtıcı gözüküyordu.
Otuz yaşındaydı, iyi bir üniversiteden mezundu, yirmi dört yaşından beri çalışıyordu, tutumlu bir insandı, epey bir para biriktirmişti sanki içine gireceği girdabı seziyormuş gibi. Maalesef bu ameliyat için çok ciddi bir para gerekiyordu, neredeyse orta-lüks bir araba kadar… O parayla Anadolu’nun ücra bir kasabasında ev bile alınabilirdi.
Eli istemsizce orasına gitti, yoktu artık… Evet, tarihteki nice kule gibi o da yıkılmış, hükmü kalmamıştı artık. Onun bedenindeki Habil ile Kabil’in kavgası son bulmuştu artık. Tıp bu iki kardeşi de gömmüştü derinlere. Erkekliğimin yerine bir güneş yerleştirmişti doktorlar. Pişman mıydı, bilemiyordu. Geri dönmesi güç bir yolculuktaydı, yelkenleri şişirmişti ve kocamandı deniz. Pusulası ise bir doktordu sadece. Kimse yoktu etrafında… Ne acı! Keşke bir arkadaşını tutabilseydi yanında. Gerçi bu da doğrusu ilginç bir refakat şekli olurdu: Düne kadar Vedat isimli bir dostun refakatçisi iken bugün başka birisinin… Telefonunu kapatmıştı, kendisini yüzük taşıyıcısı Frodo gibi hissediyordu, zorlu yolculuğunun sonunda her şey değişecekti. Sim kartını o yolculuğun sonunda ateşten bir derinliğe bırakmak isteyecekti. Muhakkak ki görünmez güçler saldıracaktı ona. Dövüşecekti onlarla Vedat. Değerli bir uzvunu kurban verdiğini hatırlayıp vazgeçmeyecekti kararından. Atacaktı sim kartı. Sim kart, taşıdığı yüzlerce insanla birlikte kaybolacaktı. (Yaşamında tabii bir de Smeagol olacaktı: Yüzüğün peşinde gezinen geçmişi böyle ağır acılar çeken bir görüntüye bürünecek ve sim kartının peşine düşecekti! Düşünürdü Vedat bazen: Acaba Smeagol, Sauron’un kendisi mi diye…) Aklında belirsiz bir harita vardı; markette, sokakta, parklarda gezen bir kadın vardı; tabii hakir bakışlar, meraklı yüzler, yadırgayıcı insanlar vardı. Peki, hayal ettiği işi yapabilecek miydi yeni yaşamında? Para kazanmak için insanlarla konuşması gerekecekti. Hazır mıydı buna?
Birkaç gün sonra ses tellerinden ameliyat olacak, eski sesini kaybedecekti, belki de binlerce kez tekrarladığı o sözcükler ise doktorun bıçağıyla parçalara ayrılacaktı: “Merhaba ben Vedat…” En ilginci de bu olsa gerek!
Ailesi için bir mektup yazmıştı. İki erkek kardeşi vardı, onlar aileye yeterdi, kimse Vedat’ın yokluğunu hissetmezdi, zaten nicedir uzak bir şehirde yapayalnızdı, ümit kesilmişti ondan, tüm ısrarlara rağmen evlenmeyen lanetli bir yaratıktı annesinin gözünde, korkak, lanetli, atık malzemelerin olduğu bir çukurda yaşamaya layık bir yaratık…
Mektupta geçirdiği ameliyatı detaylıca anlatmıştı. Annesini özellikle huzursuz etmek istiyordu. Yavaş bir insandı daima Vedat, erkek değildi, kadın da değildi, iki tür için de biraz yavaş adımlar atıyor, yavaş yaşıyor, yavaş yaşlanıyordu. Siliniyordu sanki… İş yerinde bile görünmeden geçebiliyordu harflerin ve rakamların arasından. Bir tanrısı vardı gökte. Onunla konuşuyor, doğru yol için ondan işaretler bekliyor, irade dileniyor, çözüm olarak farklı kadınları yatağına davet ediyordu. Özgür, hazları için yaşayan, zevkin doruklarında gezinen kadınları kıskançlıkla izliyordu. Kıskançlığın en ağırı da bu olsa gerek: Bir bedene ve ruha sahipken başka bir bedeni ve ruhu kıskanmak!
Tuvallerde gerçeği arayan kayıplar gibiydi, bulamıyordu bir türlü aradığını, huzura eremiyor, rahat bir nefes alıp sokaklarda gezemiyordu. Ya ölümdü çözüm ya değişim… Bu yataktan cesur bir kadın olarak kalkacaktı, bundan emindi sadece, silahı ise hikâyesi olacaktı. Göğüslerine dokundu. Gülümsedi.
O, iki tane ejderha yumurtası dışında hiçbir şeyi olmayan bir prensesti artık.