Doğru Kişiyi Bulmanın Önemine Dair
Sevgi iyileştirebilir insanları. Sevgisizlik ise hasta edebilir.
Mine Esenboğa Havalimanı’nın etrafında dolaşan uçağı, içinde, kalbinin etrafında duyumsadı. Düşlerinden sıyrıldı, sol eliyle kıvırcık saçlarını toparlayıp iç içe geçen seslerle bir dua mırıldandı. Uçağın inişi onu her daim heyecanlandırmıştır. Uçaklar havalanmak, uçmak içindir; yere inmek doğalarında yoktur sanki. Zorlama bir eylemdir uçağı indirmek. Simalara bakınca yüce Allah’ın işine asilik koşanlara duyulan hayranlığı ve kıskançlığı aynı gözlerde gördü. Uçak uçurmak da neyin nesiydi? Yüce Allah kuşlar hariç kalp koyduğu her canlısını toprak üzerine bırakmıştır. Uçmak da neyin nesidir?
Çantasından aynasını çıkardı, makyajını kontrol etti.
Yüzü bayraktır insanın. Solgun, yorgun, fırtınalar yüzünden yıpranmış bir bayrak göstermek istemiyordu kimseye.
Uçmuştu, göğe çıkmıştı ve dersini almıştı: Uçmak insana özgü bir şey değildi! Ne gereği vardı kanatların?
Unutkan bir insan olmuştur daima. Hele böyle günlerde… Eşyalarını tümüyle gözden geçirdi. Yanında oturan iki erkeğe baktı göz ucuyla. Onlar sanki yüzyıllardır uçuyorlarmış gibi rahatlardı. Birisiyle biraz muhabbet etme fırsatı yakalamış, gurbetçi olduğunu, bir cenaze sebebiyle uçtuğunu, memleketine gitmeye çalıştığını öğrenmişti. Mine bu adamın “Altmış yaşı geçtiğini,” tahmin etti ve önce kendi babasını, ardından kayınbabasını hatırladı; bu adam onların aksine zamana veya rakamlara meftundu, sürekli kontrol ettiği altın bir saate sahipti. Oysa uçağın kalkışı, ilerleyişi, inişi; her şeyi planlıydı, üstelik bir aksilik de olmamıştı. Mine durağan, bu adam sabırsız, arka koltuktaki çocuklar ise umursamaz…
Uçak inişini tamamlayınca altın saatli adamla birlikte ayaklandılar. Adam onun el bagajını da indirdi yukarıdaki açılır kapanır bölmelerden. Diğer adam, onlardan önce davranmış, kabin bagajı olmadığı için uçak iner inmez acele adımlarla kapıya gitmişti.
Bir anda ayaklanan, canlanan, gerinen insanlara baktı Mine. Bir çocuğun sızlanışlarını duyunca sıkıldığını, inmek istediğini, toprakla tekrar buluşmak istediğini fark etti. Acele etse iyi olurdu. Fakat cenazesi olan adamın yavaşlığı onun koridora çıkmasını engelliyordu. Yolculuk boyunca sürekli saatine bakan adam gitmiş, yerine hareket etmek istemeyen bir adam gelmişti. Sanki zaman bu adamı yenmişti.
Pırlanta bilekliğine takıldı gözü Mine’nin. Evet, bugün ölüyordu, ölmesi gerekiyordu, bugün onu bir taksici gömmüş ve selasını okumuştu, şansına Türk’tü taksici, onu bir pilot gökyüzüne gömmek istemişti; pırlanta bilekliği, semanın üstündeki yaşamda ona kapılar açacaktı, ışıltı düşkünü huriler onun etrafına doluşacaklardı, ondan kocasını anlatmasını isteyeceklerdi. Bu pırlanta bileklik “evlilik yıl dönümü” hediyesiydi. Geçen zaman içinde onun bileğiyle bütünleşmişti. Onu bileğinden yakalayıp evlilikte tutmuştu. Sekiz yıl kadar…
O an karar verdi: Bu bileklikten ivedilikle vedalaşmalıydı-kurtulmalıydı.
Peki, diğer hediyeler, eşyalar…
Küçük adımlarla uçaktan ayrılan insanlara takılırken soluk alamadığını hissetti. Sanki insanların arasında değil de evdeki eşyaların arasındaydı. Evdeki eşyalar canlanıp peşine takılmışlardı. En vahşisi ise marşlar söyleyen buzdolabı gözüküyordu, yatay konumdaydı bu korkutucu gri alet, dört ayağı vardı; bir ayağını üzerini süsleyen magnetler, ikinci ayağını desenli kavanozlar, üçüncü ayağını kocasının düşkün olduğu sos kapları, dördüncü ayağını ise ilaç kutuları oluşturuyordu. Farklı duygular diyarında Mine neden buzdolabını hatırlamıştı? Resim çizmeye düşkündü çocukken, aslında evi terk etmeden önce önüne bir boya kutusu yerleştirip bu koca cihazı gelişigüzel boyamak isterdi; kocası eve gelince o özene bezene seçtiği aleti görsün de karısına ne yaşattığını desenlerin arasında bulmaya çalışsın diye…
Düzen takıntısı vardı kocasının. Mine çok uzakta olmasına rağmen aynı düzenin içindeydi sanki, uçak dönüp dolaşıp onu aynı düzenin içine bırakmıştı; sirkeli karışımlarla temizlenen raflar, muntazam dizilen kavanozlar, suyu akabilir diye acayip kaplarda saklanan yarım karpuzlar…
Mine anlamaya çalıştı:
Niçin bu kadar ciddiye almışlardı yaşamı?
Mine anlamaya çalıştı:
Uçaktan ayrılırken havalimanı binasındaki peronlara bağlanan portatif tünellerin içinden yürümeyi severdi. Merdivenler yardımıyla direk asfalt zemine yapılan inişleri ise hiç ama hiç sevmezdi. Şans ya, bu sefer sevmediği şey başına gelmişti. Kendisini bir anda kocaman uçağın gölgesinde, telaşlı bir insan kümesinin içinde buldu. Bakışları daracık merdivenleri inen insanlarda kaldı, “Hadi…” diye mırıldandı sabırsızlıkla. Uçak ne kadar büyükse insanlar da o kadar küçüktü. Pratik düşünüldüğünde bu da bir inişti ama kesinlikle toprağa kavuşmak değildi. Aksine ürkütücüydü. Sanki uçak içindeki pisliği kıçından boşaltmıştı. Otobüs benzeri bir kara taşıtı yanaştı iri tekerlekleriyle. Küçük ördekler gibi doluştu herkes içine. Hep beraber aynı doğrultuda, hiç konuşmadan, itiraz etmeyi bile düşünmeden doldurmuşlardı bu modern taşıtı. Gecenin hissedilen serinliği kişileri gerçekliğe çekerken Mine saatine baktı. Uçak kusursuz bir zamanlamayla inişini tamamlamıştı. Başka zamanlarda olsa bir şükür duası okurdu içinden Mine. Fakat bugün… Acelesi yoktu. Az daha dolaşabilirlerdi gökte, hatta kaybolabilirlerdi. Yine de okudu duasını. Bir de arkadaşı tarafından belletilen ve manası sabra isabet eden bir dua ekledi şifa bütünlüğüne. Böylesi zamanlarda, yani ne yapacağını bilemezken ve kendisini küçücük hissederken…
Cenazesi olan adamı valiz beklerken yanında gördü. Adama “Tekrar başınız sağ olsun, nereye gidiyorsunuz acaba?” diye sordu. Adamdan önce gitmişti mezarlığa! Oysa böyle şahsi sorular sormak, tanımadığı insanlarla konuşmak hiç meşrebine uygun davranışlar değildi.
Adam “Konya,” dedi, o da o an mezarlıktaydı sanki, sesi kısık, hüzünlü, çaresiz: “Komşumuzun oğlu. Çocukken arkadaşımdı.”
Mine şaşırdı: Taa uzak diyarlardan, bir çocukluk arkadaşı için, epey bir paraya bilet alıp Türkiye’ye cenazeye gelmek!
Peki, o ne için dönmüştü ülkesine?
Adamla pek konuşmadan arkadaş olmayı başarmışlardı nasılsa. Birlikte yürüdüler çıkışa doğru ama hiç konuşmadılar. Sadece göz teması kurmuşlardı yürümeye başlamadan önce.
Adam ona el sallayan genç bir adama doğru yöneldi.
Mine bir şey diyemeden adam “Hayırlı akşamlar kızım,” dedi.
Hemen bir sigara yaktı Mine. Acele nefeslerle tüttürmeye başladı. Yasaklı bölgedeydi, sigara içmemesi gerekiyordu ama onu uyaracak kimsenin görünmeyişine güvenerek kayıtsız, şaşkın, budala bir tavır takındı. Gülümsedi sonra…
Yurtsuzluk geçişiydi insanoğlunun kurduğu bu düşsel yapı. Ne paradoks ama… Düşsel olmasına rağmen insanları yurdundan alıp başka bir yurda götürüyordu. Kurduğu hayalleri hatırladı: Uzak diyarlarda bambaşka bir yaşamının olacağını düşlemişti fakat öyle olmamıştı. Heyhat! Hey hayat. Nelere kadirdi hayat. Düşler paramparça olabiliyordu. Düşler paramparça olurken asıl zorluk ise hissedilen yurtsuzluktu. Daha kolay kırılıyordu insan. Daha kolay inciniyordu. En ufak laflar bile insanı boğabiliyordu gurbette. Uzak ve başka diyarların denizinde… Can simidi atacak bir insan evladı da yoktu, insan gurbetteyken tarih kokan sokaklardan ziyade arabesk bir şarkının içinde yürüdüğü hissediyordu. Hele Mine gibi küçük bir şehirde, annesiyle aynı sokaklarda büyüyen bir kadın için.
Telefonunu aldı eline, kişiler menüsüne girip araması gereken kişinin ismine dokundu.
Sekiz dakika sonra…
Lüks bir arabanın ona selektör yaptığını gördü. Sigarasını attı çöp kutusuna, kollarını açarak arabanın şoför koltuğundaki arkadaşına el salladı.
“Mineciğim, canım benim, hoş geldin,” dedi şoför kapısını açan arkadaşı. Duygu!
Sarılırken birbirlerine: “Sağ ol güzel arkadaşım. Hoş buldum,” dedi Mine.
Valizleri kaldırmak için oradaki bir genç adamdan yardım istedi Duygu. Mine memnuniyetle takip etti bu cengâver kişiyi. Kapandı bagaj. Hızla bindiler arabaya.
Esenboğa Havalimanı yerleşkesi, farları açık, yavaş yavaş hareket eden arabalarla doluydu. Geceyi takip etmeye devam etti Mine, oysa dönmeliydi, uyum sağlamalıydı içinde bulunduğu duruma; Ankara plakalı arabalar, telaşlı insanlar, kemiklere dek işleyen ayaz…
Her şeyi özlediğini fark etti.
Tabii sıcacıktı arabanın içi. Tertemizdi. Döşeme cilası yeni çekilmişti. Bu parlak görüntü niyeyse Mine’yi çok mutlu ederdi. Aynı şekilde kocasını da… O yüzden sık aralıklarla arabalarını temizletirlerdi. Mine arkadaşını süzdü. Gecenin üçü olmasına rağmen gayet şıktı Duygu. Dokuz yıl olmuştu görüşmeyeli. Havadan sudan ve yolculuktan konuştuktan sonra âdet olduğu üzere “Sizi de rahatsız ediyorum,” dedi Mine.
Duygu gülümseyerek cevap verirken hemen söndürülmesi gereken bir duygunun varlığını hissetti: Alçakgönüllü olma! Dostların böyle şeylere ihtiyacı yoktu: “Olur mu öyle şey… İnan bana o kadar özledim ki seni. Yani öylesine davet etmiştim seni, hani âdet yerini bulsun diye ama gelirim deyince o kadar mutlu oldum, o kadar mutlu oldum ki… sonra kızdım ama kendime! Kız neler çekiyor, sen mutlu oluyorsun gibisinden. Ama yine de ne bileyim işte, eskisi gibi, yani eskisi gibi olmasa da birlikte vakit geçirebilmek. İnanılmaz gözüktü gözüme. Yıllardır hep ben gelmek istemiştim, olmamıştı.”
Mine samimiyet zerreleriyle kuşatıldı. Bu misafirperver olmaktan öte bir histi ama… Sanki Duygu bir yoldaş, bir arkadaş, bir sırdaş özlemindeydi. Muhabbet açlığı çeken insanlara özgü bir sesle konuşuyordu onunla, öyle bir enerji yayıyordu. “Gerçekten zor günler geçiriyorum,” dedi Mine. Konuyu açma gereği hissetmişti: Konu açılsın ve bir daha hatırlanmasın istiyordu!
“Bilmez miyim canım benim. O kadar sene, emeğiniz var. Çıktınız, birlikte gittiniz. Ne de olsa gurbet… Hoş olmamış sana yaptıkları.”
“Evet! Ben de hoş davranışlar sergilemedim. Zaten pek sevemedim Almanya’yı da o garip lisanını da. Küfürleri bile oturmuyor ağza! Hele ki dert anlatırken eğilip bükülmek… O yüzden Türkiye’den bir psikologdan online destek aldım. Sağ olsun çok iyi geldi, cesaret aşıladı bana, kendimi hatırlattı. Ama biraz da tuhaf bir adamdı doğrusu. Böceklerle, örümceklerle falan ilgileniyormuş hobi olarak. Akrepleri anlattı. Öldürücü zehirlerinin mucizevi bir kokteyl olduğunu söyleyip ‘Evliliklerdeki kişiler de zamanla akrepleşir, içlerinde kokteyl bir zehir hazırlarlar, kavga başladığında ise saldırırlar,’ dedi. Yani yıllardır biriktirdiğimiz onlarca meseleyle karşı tarafı yaralarmışız.”
Duygu dikkatle dinliyordu arkadaşını:
“Sen Mineciğim… Sen ilginç insanları çeken bir mıknatıs olmuşsundur her zaman. Böyle bir psikolog bulmandan da belli… Gittin bir adama tutuldun, bir anda evlendin, sonra taa Almanya’ya gittin bir çırpıda. Hiç beklemezdim senden. Ne bileyim senin güvenli alanına düşkün olduğunu sanırdım, öyle cesur bir karar verince şaşırmıştım.”
“Diyorsun ki hak ettin bu durumu!”
“Boşanmayı mı kast ediyorsun. Asla. İnan çok üzüldüm.”
“Ama içten içe iyi ki çocukları olmamış diyorsundur.”
“Yalan söyleyemeyeceğim canım benim. Diyorum elbette onu!”
Arabanın büyük bir multimedya ekranı vardı, sesi tamamen kapatılmış olsa da son dinlenen şarkının adını görebiliyordu Mine: Bad Company! “Hoş şarkı…” diye düşünerek “Seninkiler ne yapıyor?” dedi nezaketen.
Duygu biraz sessizleşip ciddileşti. Erken yakalandığı bir sorunun kıskacında yoğun bir huzursuzluk hissetti. Zamana hükmedemediğini, acılı bir kadın karşısında bile bunu beceremediğini fark etti. Yine de uygun bir cevap verdi: “Melis artık yirmi yaşında genç kız oldu, Berkan da on dört yaşında. Yani anlayacağın iki ergenle boğuşuyorum.”
“Oh maşallah… Melis sana benzediyse afet gibi bir kız olmuştur.”
“Öyle bence. Güzel bir kız. Ama zorluyor beni onun güzelliği de gençliği de.”
Bir sigara daha çekti canı Mine’nin. Seks bir mumu yakmaktır. Alev, dişi rahmine düşüp bir büyük yangın çıkarır. Yangının sonrasında yanılgılar gelir: Çocuklarından veya çocuk sahibi olmaktan genelde şikâyetçidir ebeveynler.
“Az daha büyüsün, rahatlarsın Duygucuğum. O yaşlarda pek delidolu olur çocuklar. Kendini hatırlasana… Peki Yılmaz nasıl? İşler güçler nasıl?”
“Yılmaz iyi… İşleri de çok iyi. Ama acayip yoğun… Pek göremiyoruz kendisini.”
Mine hemen anladı meseleyi: Bu misafirlik boyunca görülmeyen evin babasıyla ilgili soru sormayacak, meraklanmayacaktı. Böyle güzel bir kadını, iki tane çocukla beraber bırakıp nereye gidiyordu acaba Yılmaz Bey! Duygu ile üniversiteden beri arkadaştılar. Yılmaz ise yaşamlarına mezuniyetten sonra, uygun bir kısmet-yılan sıfatıyla girmişti. Çeşitli sebeplerle boşlukta olan Duygu ise sarılmıştı bu yılana!
Yolculukları Pursaklar semtini geçtikten sonra şehri çevreleyen otoyoldan devam etti. Mine şaşkınlıkla “Protokol Yolu” isimli yapay muhiti takip etti: Her yer bol ışıklı sitelerle doldurulmuştu, vakti zamanında şehrin dışı diye, hatta köy diye küçümsenen yerler kocaman semtlere dönüşmüşlerdi. Bu bir dönüşümdü. Kentsel değil ama. Rantsal. Yepyeni sitelerin inşa sistemi oldukça hatalı, çevrecilikten uzak ve uyumsuzdu; Mine çevre mühendisi olan kocası sayesinde bu konuda epey bilgi sahibiydi.
“Ya kim bilir en son ne zaman geldiniz Ankara’ya?” dedi arkadaşının şaşkın bakışlarını yakalayan Duygu.
Değişen şehre yutkunarak bakan Mine, şimdi de geçen zamanı yutkunarak özümsemeye çalışıyordu: “Biliyorsun ki bizimkiler yazlık alıp İzmir’e yerleştiler. Ankara’ya gelmek için hiç sebep olmadı.”
Duygu iyi bir şofördü, hızını arttırmıştı cesurca, “Bizim ev,” dedi: “Biraz ters bir köşede.” Duygu’nun gelinliğini hatırladı Mine: İnanılmaz bir kadın olmuştu o gün. Bir sessizlik oluştu. “Karşılaşmanın yoğunluğundan” hemen sonraya özgü öğretici bir sessizlik…
Mine kapandı bu sessizlikte. Mecburi bir kapanma olduğu için aklına evi, terk ettiği yaşamı geldi. İçine bir sıkıntı oturdu. İlginçti hisleri: Ya her şeyi çılgınca özlüyordu ya da hatırlamak dahi istemiyordu. Verdiği karara da inanamıyordu: Her şeyiyle emek verdiği yuvasını bozmuştu! Bazı insanların, ekseriyetle varlıklı insanların yuvaları çabucak tamamlanır. Ama emekçi insan bir kuş gibi didinir durur, beğendiği tabloyu almayı erteler, kahve makinesini yıllar sonra diğer eşyaların taksiti bitince alabilir, perdeler solana dek yıkanır durur. O yüzden Mine kötü hissediyordu: Belki de vazgeçmeliydi bu işten.
Gece dağılmak üzereydi, karanlığın son saatleriydi, birkaç saate güneş doğacaktı. Yol kenarındaki bahtsız ağaçlar, otoyol ışıklandırmaları yüzünden gizlenip uykuya dalamıyorlardı. Kuru, ışıksız, gri bir şehirdi Ankara. Hele bu saatlerde… Ankara’da birlikte okumuşlardı Duygu ile. Gazi Üniversitesi İktisat mezunuydular. Birlikte yurtta kalmışlardı. Bazı günler bütün gün birlikte vakit geçirirlerdi. Birlikte duşa girdikleri günler bile olmuştu. İki sevgili gibiydiler neredeyse. Mezuniyet ise bir sihir gibi ayırmıştı onları. Mine memleketine, Eskişehir’e dönmüş; Duygu, yüksek lisans için Ankara’da kalmıştı. Mine o sene, şimdilerde adını bile anmak istemediği adamla tanışmıştı. Adam mühendisti ve çok başarılıydı. Mine onun peşine takılıp Almanya’ya gitmiş, önce Almanca öğrenmiş, sonra bir Türk bankasında çalışmıştı. Evlilik öncesinde Mine “Sevgililerimizi tanıştırmalıyız,” demişti Duygu’ya. Hep beraber sade bir pastanede buluşmuşlardı. Hiç unutmuyordu Mine: Yılmaz kasıla kasıla yakın zamanda yaptığı Berlin gezisini anlatmıştı. Mine ise öykünerek dinlemişti onu. İnanmıştı ona. Mine o gün mutlu olacaklarını, hep birlikte olacaklarını, yaşama iki değil, dört kişi devam edeceklerini sanmıştı. O günlerde Almanya meselesi yoktu gündemde. Sonra o da görmüştü Berlin’i.
Duygu “Bak,” dedi: “Az önce geçtiğimiz yerler Keçiören… Artık buralara kadar geldi Keçiören. Şu evler de Etlik… Kapandı semtlerin arası. Az sonra Yenimahalle’yi geçip şehrin güney yakasına doğru gideceğiz.”
Mine bu semtlerin hepsini hatırlıyordu. Bir imgesel geçiş içindeydi ama. Sanki bir arabanın içinden değil de bir kalenin burçlarından görüyordu şehri. Tekinsiz, korkutucu, iç karartıcı bir yüksek binalar dizisi…
Binaları yürür gibi görünce “geldiğine pişman olduğunu” düşündü.
Kapadı gözlerini: Bir düş gibiydi Ankara’da olmak, boşanıyor olmak, Duygu’nun lüks arabasının içinde olmak…
“Sizinkiler de bekliyordur seni Eskişehir’e.”
Bu ses daldığı düşüncelerden uyandırdı Mine’yi, soruyu anladığını ama cevabı geciktirdiğini fark etti, o telaşla hızlı hızlı, pek de düşünmeden konuştu: “Bekliyorlar tabii… Ama seni de bekliyorlar. Beraber gitmemizi istesem, sorun olur mu, belki çocuklar da gelir. Sizi birkaç gün ağırlar bizimkiler. Özlemişsindir Suna teyzeni.”
“Ay özlemez olur muyum ya… Ne kaygısız günlerdi Mine! Kitaplardan, filmlerden, müzikten bahsedip erkekleri çekiştirmek… Saatlerce konuşmak… Yaz tatillerini birlikte, hiçbir şey yapmadan geçirmek…”
“Nasıl gülerdik ama saatlerce… Sonra Cengiz Kurtoğlu dinleyip ağlardık boş yere… Üniversite çağı, en güzel çağ galiba. Ben de çok ama çok özlüyorum. Sonrası sanki klişeler sergisinde gezmek gibi…”
Duygu elini salladı şaşırmış gibi: “Almanya’da bile öyle mi yani?”
“Öyle ya Duygu… Tabii Türkiye’deki kadar olmasa da… Sonuçta akrabalar, arkadaşlar, gittiğin evler hep Türk…”
“Doğrudur! Biz de annemi kaybettikten sonra çok zorlandık. Ahmet birlikte yaşıyordu onlarla, halen inanamıyor annemizi kaybettiğimize.”
“Ben o gün ne hissettim, biliyor musun Duygu? Büyüdüğümüzü, hatta yaşlandığımızı… Gencecik olarak hatırladığımız insanlar, bir bir düşüyorlar toprağa.”
“Öyle tabii… Aslına bakıldığında güzel bir ömre sahipti annem.”
Mine neredeyse gülecekti: “Ay tabii ya… Baban el üstünde tutuyordu onu. Börtü böcek içinde geçti ömrü. Şansına da iki tane mis gibi torunu oldu.”
“Öyle vallahi… Neyse bak sormayı unuttum. Aç mısın Mineciğim? Bizim evin orada bir çorbacı var, gececilere hizmet veriyor, içmek ister misin?”
“Çorba değil de… Kokoreççi var mı ya? İnanılmaz özledim!”
“Ay bizim yurdun oradakini hatırlıyor musun? Halen duruyor. Halen çok pis. Halen yurttaki kızlar gidiyor. Allah’ım bir yer hiç mi değişmez!”
“Oraya mı gidiyoruz yoksa?”
“Yok! Pek tekin değildir bu saatte. Bizim orada var bir yer var, oraya gidelim.”
Mine şaşkındı: Villalarla dolu lüks bir semtin, salaş olmayı deneyen ama şık detaylar yüzünden kafa karışıklığı yaşayan bir “modern şehir kokoreççisine” ulaşmışlardı.
Bir an korktu Mine ama korktuğu başına gelmedi. Saçma sapan dumanlı falan bir sunum hayal etmişti. Kırmızı bir tepside geldi kokoreçler… Cin biberler ise harikaydı.
*
Eduardo Galeano’nun anlattığına göre:
Çinli eski kadınların okuma yazma öğrenmeleri yasaktı. Köleydi onlar. Efendileri, onların okuma yazmalarını yasaklamıştı. Bir nevi mahkûmiyetle cezalandırılan Çinli kadınlar, süsleri andıran işaretlerden oluşan ve efendilerinin deşifre edemediği, kendilerine ait bir alfabe yaratmışlardı. Kadınlar, esrarengiz sözcüklerini elbiselerinin ve yelpazelerinin üzerine çiziyorlardı. Bunları kumaşa işleyen eller özgür değillerdi. Ama işaretler özgürdü.
İlk okuduğunda onu çok etkileyen bu pasajı hatırladı Mine. Duygu’nun kahve demlemesini takip ederken…
Sanki halen çizgilerle anlaşıyordu kadınlar.
Kadınlar niçin rahat değillerdi? Niçin çok konuşmalarına rağmen erkekler kadar basitçe söyleyemiyorlardı dertlerini?
Mine gece dikkat edemediği evi inceliyordu. Amerikan mutfağa sahip kocaman bir salonu vardı iki katlı evin. Alt kat açık sistemdi, yani kapılar yoktu, salon, mutfak, yemek odası her şey birbirini süslerle falan zarif bir şekilde tamamlıyordu. Rahat koltuklar, gümüş renk sandalyeler, büyük tablolar vardı. Bir kadının yaşamaktan mutlu olacağı bir evdi burası. “Eviniz harika,” dedi Mine. Bir çırpıda kaldığı odaya gidip onlar için getirdiği hediyesini sundu. Almanların pek sevdiği, el işçiliğiyle yapılmış sekiz tane seramik kupa getirmişti. Bir an böyle bir ev için hediyesinin yetersiz kaldığını hissetti ama iş işten geçmişti.
Yansımalar ise göz kamaştırıcıydı: Duygu aşırı mutlu olmuştu bu hediye karşısında. Sarıldılar birbirlerine. Mine yine de dile getirdi az önceki düşüncelerini: “Böyle bir ev için… Sanki biraz küçük kaçtı hediyelerim?”
“Ay olur mu öyle şey…” diye cevap verdi Duygu, evin mazisini anlatmaya -nedense genelde yapılırdı bu- girişti: “Biz evlenip çalışmaya başladıktan sonra ufak bir ev almıştık. Sonra Yılmaz kendi firmasını kurup işler iyi gidince burayı aldık. Burası fark ettiysen şehre çok uzak… O yüzden de uygundu fiyatı. Tabii şehrin merkezine gitmek işkenceye dönüşüyor, hele trafik olduğunda!”
“Çocukların okulu yakın mı bari?”
“Melis Bilkent’e gidiyor. Yakın sayılır. Berkan’da TED’e gidiyordu ama uzak olduğu için bu sene yakınlardaki bir okula başladı. Seni de merak ettiler aslında…”
“Artık akşama inşallah…”
“Aynen. Ben bile çok zor uyandım. Hemen uyumuşum onlar okula gittikten sonra.”
Kahve içip kek yiyorlardı.
“Gel koltuklara geçelim,” dedi Duygu.
Mine ufak bir gerilim hissediyordu arkadaşında ve anlamlandırıyordu biraz: “Canım… Yılmaz anladığım kadar yok evde. Bir sorun mu var aranızda? Hiç çekinme söyle.”
“Yok!” dedi Duygu. Neye yok dediği pek anlaşılmadı. Ama Mine onun kendisini kandıran bir kadın olduğunu hemen anladı. İki iple limana bağlı bir kadındı sonuçta. Ufuktaki doğrularla ilgilenmemesi daha yararlı ve pratikti. Bu ev, bu yaşam, bu para… Bir kadının kendisini kandırması için yeterliydi. En azından Mine hamlede bulunmuş, hassas bir konuda dürüstlük beklemiş, bu beklenti yüzünden zor bir soru sorarak misafirliğini riske atmış ama nihayetinde bu işlere bir daha burnunu sokmayacağını da güzelce belirtmişti. Sadece arkadaşının rahat olmasını istiyordu. Yoksa ona yardım edebileceğini pek sanmıyordu.
Duygu “Aslında,” diye sürdürdü konuşmasını: “Yılmaz bir geliyor, bir gelmiyor. Firmaları şehir dışına açıldı. Geziyor öyle sürekli. Alıştı da böyle gezmeye!”
Arkadaşını tanıyordu Mine. O değişmeyen kadınlardandı. Eskiden de konuşması düzgün, cümleleri kısa, sesi hep olumluydu. O kimse için ağzını bozamayacak bir kadındı.
“Eğer sana zorluk çıkarmıyorsa yapacak bir şey yok Duygu. Maalesef erkekler… Bir yerden sonra sıkılıyorlar evlerinden!”
İkisi birden ışıl ışıl gözüken eve bakıp gülümsediler.
Mine “Fare gibi hepsi,” dedi gülerek.
Mine öğleden sonra biraz daha uyudu. Koltukta bir kedi gibi kıvrılmıştı. Uyandığında arkadaşını göremedi evde. Üzerindeki turuncu örtüyü fark edince hafif bir utanç yaşadı. Galeri gibi gözüken evde, böyle çirkin çirkin uyuyan bir kadın… Banyoya koştu, elini yüzünü yıkadı iyice, ruj sürüp biraz yüzünü renklendirdi. Kıvırcık saçları için ise pek yapacak bir şey yoktu. Neyse ki sevimli gözüküyordu. Kaldığı odaya geçip üzerine rahat bir şeyler geçirdi. Sevdiği kısa paça keten pantolonunu giymişti. Bahçeye çıkmak istedi. O an evin köpeğini gördü. Müthiş güzel bir köpekti. Golden diye bilinen cinse aitti bu köpek. Evin misafirini de hemen benimsemişti, oynamak istiyordu, Mine bir terlik geçirdi ayağına, bahçeye çıktı. Bir süre sevdi köpeği, koştu onunla. Villa, bir sitenin içindeydi, yan villanın da bir köpeği vardı. Çitlerin ardında o da delirmişti. Mine bu garip köpeciklere acıyıp ikisiyle de oynamaya çalıştı.
Göğe kaldırdı kafasını: Tipik bir Ankara baharı. Gece buz gibi soğuktu. Gündüz ise gayet güzeldi hava. Yine de sırtına bir tane şal attı. Yorulduğunda uzaktaki bir sandalyeye çöküp bir sigara yaktı.
Kapıda bir ses duyduğunda sigarasını henüz söndürmüştü: “Merhabalar…”
Gencecik bir kız çocuğu…
“Melis,” dedi Mine sevinçle: “Ben Mine ablan!”
“Biliyorum abla… Hoş geldin.”
Öpüşüp sarıldılar birbirlerine.
“Annen, senin için afet demişti, haklıymış, ne kadar güzelleşmişsin.”
Melis biraz utandı, biraz gülümsedi; teşekkürlerini iletip nezaket gösterdi fakat köpek onu fena rahatsız ediyordu. İyice sevgiden çıldırmıştı, Melis ona “Carlos” diye seslenince iki ayağı üzerinde yükseldi.
Melis “Abla,” dedi: “Bu köpek çok fena bir şey ya… Acayip yılışık!”
“Ama inanılmaz sevimli maşallah…”
Mine bir süre genç kızla köpeğin sevimli oyununu izledi. Bu sahne onun ömrüne birkaç yıl katmış olabilirdi. Ardından birlikte bahçedeki sandalyelere çöktüler.
“Sigara içiyor musun? Yakmak ister misin?” diye sordu Mine.
“Hayır abla,” dedi Melis. Ama içiyordu sanki. Üstelemedi Mine.
“Sizi ben biraz hatırlıyorum,” diye seslendi Melis kucağına çıkmaya çalışan köpeği durdurmaya çalışarak: “O zaman küçüktüm tabii.”
Mine hatırladı o günü: “Tatildeydiniz. Antalya’da. Sen güneşten kavrulmuştun. Çok sevimliydin ama…”
“Sağ ol abla… Sen de çok güzel gözüküyorsun. Saçlarınız çok güzel. Bu arada geçmiş olsun. Annem anlattı biraz. Umarım böylesi daha iyi olur senin için. Neyse ben gidip üzerimi değiştireyim. Annem de markete gitmiş. Bir şey lazımsa arayabilirsin onu.”
Aslında deodorant lazımdı Mine’ye, unutmuştu valize atmaya. Ama dile getirmedi bu durumu. “Yok canım bir şeye ihtiyacım,” dedi nazikçe. Melis hızlı adımlarla odasına koştu.
Olmayan şeyleri düşününce…
Bir sosyal medya hesabı olmalı, eski tanıdıklarına ulaşmalıydı, ne gerek vardı yıllardır sürdürdüğü, kocasının bile anlamlandıramadığı itirazcı tutuma: Bir an Duygu ile ortak arkadaşlarından birisini ve onun inanılması güç bir kabiliyetle sergilediği sol tiyatroyu hatırladı. O arkadaşları yaşam sürmüyor, sanki bir oyun oynuyordu. Rolü ise itiraz etmekti. Her şeye ama… Tüm suçlu ise kapitalizmdi. Acaba şimdi neredeydi, ne işle uğraşıyordu, halen sol siyasete devam ediyor muydu?
Duygu, oğluyla birlikte girdi eve.
Mine vahim bir şaşkınlık yaşadı: Berkan ne annesi gibi servi boylu ne babası gibi yakışıklıydı. Şişmanca bir çocuktu. Obezite riski bile söz konusu olabilirdi. Jinekomasti denilen durumdan muzdaripti: Yani göğüsleri olağandan büyüktü. Büyümekteydi belli ki. Her an, tıpkı arsız bitkiler gibi, kaktüsler gibi, muhakkak ki can acıtarak…
“Hoş geldiniz,” dedi çocuk.
Misafirliğin sevilmediği bir yaştaydı Berkan, ne bir alanı benimseyecek kadar büyümüştü ne de istemediği kişiyi ağlaya zırlaya bulunduğu alandan uzaklaştıracak kadar küçüktü. Ve evlerinde ilk sırlarını saklamaya başlamıştı.
Mine gülümsedi Berkan’a: “Hoş bulduk Berkancığım.”
…o kadar!
Melis güzel, göz alıcı, alımlı; hatta inanılmaz…
Berkan tombul, hafif aksak, özgüvensiz; maalesef içe kapanık…
Akşam için yemeği birlikte hazırladılar. Mine hemen benimsemişti evi. Yaşadığı ağır sıkıntılara rağmen güler yüzlü olmaya çalışıyor, enerjisini yüksek tutmak istiyordu.
…oturdular sofraya!
Berkan biraz daha rahatlamış gözüküyordu. Kimsenin kendisine yaklaşmasını istemeyen bir tavrı vardı fakat itici bir çocuk değildi. Aksine çok güzel bir tebessüme sahipti. Melis ise ateşli bir mizacı olduğunu çabuk sezdiriyordu. Mine onun dışarıda sorunsuz, sosyal, yapıcı olduğunu tahmin ediyordu fakat kendi evinde…
Duygu iyi bir öğrenci olmuştur. İyi bir arkadaş olmuştur. İyi de bir sevgili olmuştur. Fakat annelik… Sanki annelik ona göre değildi. Ördek mi balık mı kuş mu doğurduğunu bilmiyordu; çocukları yüzecek miydi, yüzeyde mi kalacaktı, yoksa uçacaklar mıydı? Bu her annenin cevap vermesi gereken bir sorudur. Çoğu anne cevap aramayı bile tercih etmez. Duygu aramış gibiydi ve yorulmuştu bu cevabı ararken! Çoğu anne cevap aramayı okul rehberlik öğretmenlerine bırakır. Onların cevaplarını ise pek duymak istemezler. Duygu, oğlunun yanında okuldaki bir öğretmeni eleştiriyordu. Eğitime dönük eleştiriler Alman
ebeveynlerde pek yoktu, devletlerine güveniyorlardı, üstelik yetersiz
buldukları noktaları aile içi düzenlemelerle kapatıyorlardı. Sanki bir sihir
olmuş, patlayan bir bomba, ülkedeki sızlanma kültürünü yok etmişti.
Tabağındakileri bitirir bitirmez Berkan ayrıldı onlardan.
Üç kadeh koydu masaya Duygu.
Mine içtikleri şarabın içinde kendisini gördü. Nehirde yüzünü gören erkek kendisini çok beğenmişti, peki, niçin bir kadın nehirde kendisini görmemişti, kadının kendisini beğenme hakkı yok muydu, o yüzden Mine yıllar önce şarapta kendisini görme hareketi başlatmıştı. “Hadi kızlar…” dedi bir anda canlanarak: “Şimdi kadehlerin içine bakıp ‘ne kadar güzel olduğunuzu’ görme zamanı.”
Melis şaşkın şaşkın bakıyordu bir anda çıkıp yatıya gelen misafirlerine… Mine ona hemen Narkissos’un hikâyesini anlattı. Bu hikâye ilginç bir şekilde Melis’in dikkatini çekmişti. “Sevdiysen,” dedi Mine: “Böyle birkaç hikâye daha biliyorum.”
Bir süre sonra oyun başladı: Melis şarabının içine bakıp “Allah’ım ben ne güzel bir kadınım, beni her gören bana âşık olacak,” dedi. Hemen uyum sağlamıştı oyuna!
Sıra Duygu’daydı. Baktı şarabının içine: “Ay ay ay… Bu gördüğüm en güzel kadın olabilir. Bence fevkalade, masalsı bir güzellik… Ben Sindirella’yım.”
“İyi ki aramızda erkek yok…” dedi Mine kadehini kaldırarak: “Onların bulanık suda bile gözüken şişmiş egolarından sıkıldım artık.”
“Kafası kırık bu kadının…” diye düşündü Melis; güldü ve kadehini kaldırarak katıldı annesinin arkadaşına. Tam o anda annesinin gülümsüyor olması nedense sinirine dokundu. Neymiş efendim, Sindirella… Obsesif Sindirella… Seni modern ikona…
Berkan’ı düşünüyordu o anlarda Mine: Bu çocuğa birisi “Çirkin olmak önemli değil,” demeli ve yüzleştirmeliydi gerçeklerle. Mine sinir olmaya başlamıştı arkadaşına. Sıra ondaydı. Bardağına bakıp “Ey hiçbir erkeğe layık olmayan ulu dişi! Güzelliğin için özgürleşmelisin. O kadar güzelsin ki…” dedi. Bu sözleri önceden düşünmüştü zaten. Peki, gerçekte neyi görüyordu kadehin içine baktığında? Gördüğü şey hep aynıydı, istisnasız, hep aynı figür: Çocuk doğuramayan evli bir kadın!
Önce tercih etmemişlerdi. Sonra istemişlerdi. Fakat çocukları olmamıştı.
*
Günler geçmiş, Mine bu çatı altında dört gece daha uyumuştu. Alışmıştı sanki bu eve, benimsemiş, genç bir kızla hemhal olmuş, ergen bir erkeği gözetim altına almıştı. Huyu kurusun: Düşmüş, çamur içinde debelenen, bataklıkta yaşıyor hissi yaşayan herkese kendisini yakın hissediyor, yardım etmek, el uzatmak, derdine derman olmak istiyordu.
Nedense insanları da çamur içinde görüyordu ve ilk insanın çamurdan yaratıldığını düşünüyordu. Birkaç gün sonra Melis’e ait şu cümleyi duyacaktı Mine: “Anne sizin nesliniz nedense yardım edecek birisini arıyor ısrarla! Siz kendinize yardım edin önce!”
Evin salon dışında dört odası vardı, o, alt kattaki küçük odada kalıyordu. Köşede kalmış, minik bir odaydı. Berkan’ın eski yatağı ve özel yaptırılmış bir yüklük vardı. Bu yüklük ütü masası ve vileda dâhil tüm temizlik malzemelerini alacak şekilde yaptırılmıştı. Bu sayede bir evi dağınık gösteren hiçbir şey ortalıkta gözükmüyordu. Onun dışında aile bu dolabı fazla ceketleri, ayakkabıları, montları, kayak ekipmanlarını falan depolamak için kullanıyordu. Dört kişi, dört dert, dört yük… Ama fark edebiliyordu, asıl yüklük, bu evdeki her şeyi içinde biriktiren kişi maalesef arkadaşıydı. Gözleri sürekli çocuklarının üzerinde gezinen huzursuz ve tedirgin bir kadındı. Bugün birlikte biraz şehirde dolaşacaklardı. Başlangıç adımları için Anıtkabir’i seçmişlerdi. Giyinip süslendiler, bindiler arabaya. Bu sefer başka bir arabaya binmişlerdi. Duygu “Bu araba Melis’in,” dedi sakince: “Bendeki araba yakıtı fazla tüketiyor.”
Bu tip hassasiyetler memnun ederdi Mine’yi. İçinde bulundukları araba minik modellerdendi. Şehir içi kullanım için oldukça uygundu.
“Melis,” dedi Duygu, anneliğine hak görüp farklı bir özgünlük kattığı o tuhaf ve yorgun sesiyle, genelde bu sesi şikâyet cümlelerini başlatmak için kullanıyordu: “Beni çok yoruyor. Sen de fark ettin mi?”
“Artık yetişkin bir kadın görüyorum ben baktığımda!”
“…ama öyle değil!”
“Niçin, nasıl sıkıntılar var, somutlaştırır mısın biraz?”
Duygu da bunu bekliyordu: “Şöyle ki… Babasıyla hiç anlaşamıyor. Beni ise suiistimal ediyor. Babasından çok fazla para alıyor. Bana karşı kendisini zayıf, daima bir şeylere ihtiyaç duyan bir genç kız gibi gösteriyor.”
“Alışveriş gibi mi?”
“Evet mesela… Üniversite onun için süslenip püslenip gezmekten ibaret.”
“İyi değil mi dersleri? Bilkent zor bir okul bildiğim kadarıyla!”
“Şu anda birinci sınıfta… Hazırlığı rahat geçti. Zaten iyiydi İngilizcesi. Fakat bölümdeki başlangıcı feci… Hiç doğru düzgün ders çalışmıyor.”
“Kalacak desene bu sene. Yılmaz ne diyor bu duruma?”
“İlginç bir yerden yakalıyor meseleyi. Bir sene boşuna para ödedik gibisinden… Melis bunu umursuyor mu, asla!”
“Belki de bilerek yapıyordur!”
“Öyle zaten. Ondan eminim. Israrla sevgisiz büyütüldüğünü söylüyor kendisine. Oysa bu çok da doğru değil! Çocukları oyuncak ayıcıklar gibi sürekli sevilecek şeyler sanıyor!”
“Kendinle kıyaslama canım benim. Hata olur bu. Senin annen biraz mesafeli bir kadındı. Sen ona rağmen pek hissetmedin sevgisizlik! Melis belki de…”
Duygu kesti arkadaşının lafını: “Bırak lütfen… Şımarık bir insan o. Babasına çekmiş.”
…aslında doğruydu! Arkadaşı doğru söylüyordu. Mine pek bir şey diyemedi. İnsanların doğuştan getirdiği bazı kalıtımsal davranışları olduğunu düşünüyordu. Eğitim, ilgi, ortam bir yere kadardı. Sahiden de aynı evde, aynı annenin kolları altında büyüyen iki çocuk birbirinden çok farklıydı.
Duygu da bunu destekler gibi konuştu: “Melis ile uğraşmaktan, yok psikoloğuydu, yok sporuydu, yok özel dersiydi. O kadar yoruldum ki… Her şey onu güldürebiliyor, her şey onu ağlatabiliyor. Ama aslına bakarsan bir şeyi umursadığı yok. Annemi kaybedince anladım biraz da. Pek de etkilemedi bu ölüm onu. Normalmiş ölmesi… Hastaymış zaten… falan filan! Onunla uğraşmaktan Berkan’a enerjim kalmadı diyebilirim.”
“Onun da beden algısı düşük değil mi?”
“Sorma Mine… Anlamadım, göremedim. Bir anda şişmeye başladı çocuk. Dayılarıma çekmiş, aynı onlar gibi…”
Mine “Şişmanlık çok zor bir mesele değil…” dedi: “Ama şişman olduğu için çirkin olduğunu düşünmek, işte, bu zor bir mesele. Çirkinlik algısı… Bunu aşması için mutlaka destek alması gerekiyor.”
“Alıyor,” dedi Duygu: “İki senedir bir uzmanla görüşüyor. Tabii diyetisyenle de.”
“Sence faydası!”
“Var tabii ama somutlaşmıyor bir türlü… Ay ne bileyim ya! Sıktım seni de!”
Bu muhabbeti bitiren durum, Anıtkabir’e varmış olmalarıydı. Duygu arabayı park etti. Başladılar kabir içinde yürümeye…
Mine şaşırdı bir an: Unutmuştu burayı!
Onların kaldığı yurt, Anıtkabir’in aşağısında, üniversitelere ve metro istasyonuna yakın bir konumdaydı. Duygu “Dönüşte uğrayalım yurdun oraya,” dedi arkadaşının ne tarafa doğru baktığını görünce. Anıtkabir’den çıktıktan sonra aşağıya Beşevler Metrosu’na doğru yürüdüler. Kaldıkları yurdu görünce durup etrafı incelediler. Üstünkörü kotarılmış mimari bakım dışında pek bir şey değişmemişti. Yurdun sahiplerini merak ettiler, onlarla ilgilen kadını; fakat girip sormaya lüzum görmediler. Ellerinde ders kitaplarıyla yürüyen bir öğrenci grubunu gördüklerinde geçmişi anmaya başladılar ve yarım saat boyunca hiç susmadılar. Yoruldular konuşmaktan… Yurt önündeki duruşları ve anımsamaları çok sürmemişti; dönüşü yine yürüyerek başlatıp Milli Kütüphane yönünde devam ettiler. Anıtkabir ve Milli Kütüphane arasındaki ağaçlı yol belki de Ankara’daki bütün öğrencilerin zevkle yürüdüğü ortak rotaydı.
“Biliyor musun?” dedi Duygu karşısından gelen genç kızları görünce: “Melis arkadaşlarıyla pek buralara gelmiyor!”
“Ya nereye gidiyor?”
“Gösteririm sana eve dönünce. ODTÜ’nün karşısına denk düşecek şekilde yol boyunca devasa rezidanslar dikildi. Onların altındaki mekânlarda takılıyorlar.”
“Gördüm arabadayken… Çok normal ama! Yeni cazibe merkezleri diye boşuna demiyorlar.”
“Öyle tabii… Ama hiç hayal edemedik böyle bir şehri!”
“Evet. Ben de şaşkınım biraz. Sanki bizim büyük dediğimiz bütün yapılar küçücük kalmışlar şehirde. Evler ise birer kovuk olmuş.”
“Hele Berkan… O bu taraflara hiç gelmiyor. Hep evin, okulun etrafında… Çocuk Kızılay’da nasıl bir yaşam olduğunu bile bilmiyor. Ulus’u hiç görmedi belki de. İşte belki tiyatroyu, eski meclisi falan… Metroya bile geçen sene bindi ilk kez. Ben şaşırır sandım. Pek şaşırmadı. Bir bilgisayar oyununda sanmış olmalı kendini.”
Yorulduklarında “Buralarda bir çikolatacı varmış, oraya gidelim,” dedi Duygu. Sora sora üçüncü cadde üzerinde buldular çikolatacıyı. Küçücük, ahşap döşemelere sahip sıcak bir mekândı. Birer sufle ve çay sipariş ettiler. Mine iştahlı bir şekilde tatlısını yiyen arkadaşına baktı: krem rengi bir kaban giymişti, içinde boğazlı, göğüs kısmında dekoltesi olan bir kazak vardı. Göğüsleri ise halen dikkat çekiciydiler. Geniş omuzlara, yuvarlak hatlara, güçlü ellere sahipti. Ombresi yeni yapılmış kısa saçları küt kesilmişti. Yüzü bir yemiş gibi dolgundu. Zayıf güzellik imajına inat nostaljik bir güzellik örneğiydi.
İki arkadaş akşam yemeğini de dışarıda yemişlerdi. Yemek için, yenilenip çok şık bir ambiyansa bürünen Atakule’yi tercih etmişti Duygu. Mine kaygısız adımlarla gezerken arkadaşının da kendisiyle aynı şeyi düşünüp düşünmediğini merak ediyordu: Bir zamanlar her şeyin fiyatını dert ederlerdi kendilerine çünkü harçlıkları sınırlıydı, çoğu zaman bir yemeği ortaklaşa yerlerdi. Şimdi ise şehirdeki her mekânda doyasıya yemek yiyebilirlerdi.
…sustu! Arabeske kaçacak bu meseleyi dile getirmedi Mine. Yemek boyunca sustu aslında. Sustu ve şehri tepeden seyretti.
Eve geç saatte döndüler.
Çocuklar akşam yemeğini dışarıdan söylemişlerdi. Parasını anneleri ödemişti. Bazen evin yakınındaki pahalı bir hamburgerciden yemek söylüyorlardı, bu lüks kaçamağın sponsoru elbette Duygu’ydu. Eve girdiklerinde Berkan’ı salondaki koltukta uyur buldular. Melis ise odasında, kardeşinden habersizdi.
Televizyon açıktı, Youtube uygulamasında bir videonun sesleri duyuluyordu. Duygu’nun canı sıkıldı biraz: “Çoğu akşam bu videoları izliyor. Ne olduğunu anladın mı Mine? Oynadıkları oyunlarla ilgili… Oyunu iyi oynayan bir adamın kayıt altına alınmış videosunu izliyor. Oturup ciddi ciddi, heyecanlanarak izliyor. Sanki kendi oynuyormuş gibi.”
Duygu uyandırdı oğlunu, odasına yolladı. Kızına ise hiç ilişmedi. Melis de onlara gelip bir selam verme gereği bile hissetmedi.
Mine, Berkan için aldığı hediyeyi bıraktı masanın üzerine: Ona tür olarak “manga” diye adlandırılan ithal kitaplardan almıştı.
Yemekte şarap içmek istemişlerdi ama Duygu araba süreceği için vazgeçmişlerdi bu istekten. Aynı isteği evde de sürdürdüler. Duygu telefonla evin yakınlarındaki bir tekel bayiden şarap istedi. Ödemeyi bin bir ısrar sonucu Mine yaptı.
Şarap kesmedi onları, Yılmaz’ın viskisinden de birer kadeh içtiler. Salonda, rahat koltuklarda, loş ışığın altında oturuyorlardı. Mine bir kez daha arkadaşının soluk güzelliğine takıldı. Böyle bir kadını, böyle bir koltukta, böyle bir ışığın altında hangi erkek istemezdi ki?
Hiç ummadığı bir şey oldu Mine’nin: Arkadaşı ağlıyordu. Hafifçe ağlıyordu. Ama bir yandan da sarhoş gözüküyordu.
Tam o anlarda birçok meseleyle ve çağrışımla beraber Mine kocasını düşünüyordu. Arkadaşını ağlar görünce o da duygulanmıştı. Bir an öpmek istedi Duygu’yu ama cesaret edemedi. Duygu “O adam seni dövdü mü?” diye sorunca gerilim hissetti. Oysa arkadaşı çocuksu bir merakla sormuştu. Kendi ağlama sebebini gizlemek veya ötelemek istediği çok açıktı. Ağlarken bile misafirini, çevresindeki insanları düşünüyordu.
Öpme isteğinden ötürü utanca kapılıp konudan uzaklaşan Mine biraz düşündü cevabı zor olmayan soruyu: “Birkaç kez… ama ne bileyim… çok da mesele etmedim!”
“Sen ha… Sen ki erkek dövmüş kızsın,” dedi Duygu, hem ağlayıp hem gülüyordu: “Hatırladın mı Murat’tı adı. Çocuğu pataklamıştın baya. Sırf dedikodunu çıkardı diye.”
“Salaktı ya o Murat… Hatırladım tabii…”
“Salak dediğin adam hiç ummazsın, önce bir kamu bankasında müdür, sonra milletvekili oldu.”
“O zaman gidip bir de makamında dövmek lazım.”
“Kız Mine… Halen çok güldürüyorsun beni. Boşanmışsın, şiddete maruz kalmışsın, bambaşka bir ülkede esir gibi yaşamışsın… ama halen güldürüyorsun beni!”
Yaşamındaki tuhaflıklara anlam arayarak gülüyordu Mine: “Ya ben hiçbir şeyin farkında olamıyorum galiba.”
“Bilemiyorum ki canım benim… Sen hep dışa dönük bir kız olmuştun. Senin gibi kızlar genelde hayal kırıklığı yaşar!”
Duygu aslında sakındığı, olmak istemediği, kıskansa bile kaçtığı bir kadınlığı betimlemişti.
Mine “Öyle galiba…” demekle yetindi.
Yeni ve son kadehlerle birlikte “Mine…” dedi Duygu.
“Efendim canım benim.”
“Bakıyorum da… Sen sanki benden çok daha iyi bir anne olabilirmişsin. Ağzımda da alkol var ama… Ne bileyim işte! Kime nasip olacağı hiç belli olmuyor.”
“Öyle düşünme. Sen hem çok güzelsin hem de çok iyi bir annesin.”
“Siz tüp bebek de denediniz değil mi? İstanbul’da… O günlerde de yanına gelmek istedim ama kayınvaliden falan… Ne bileyim, olmadı işte.”
“Aynen… Onların baskısıyla denedik zaten. Ben nasıldır bilmem, rahmimin çocuk tutmayacağını onunla seviştiğimiz ilk gece anladım. Hissettim yani.”
“Üzülmüşsündür ama çok…”
“Evet… Normal… Ama kayınvalidemin sürekli telkinlerde bulunması acayip sinirimi bozmuştu. Sanki olsa bile ona inat yapmayacaktım.”
“Ay inanırım bu söylediğine. İnatçı kızsındır.”
Mine tüm gövdesini minderlere bırakmıştı. Kafasını bile yaslamıştı. Misafir olduğu evin yüksek tavanına bakıyordu. Bir piramitti bu ev. “Duygu…” dedi sakince: “Eskisi gibi küfür edebilir miyim? Geldiğimden beri tutuyorum kendimi… Allah’ım bu ev o kadar şık ki… küfür bile edemiyorum!”
“Yılmaz ediyor, Berkan ve Melis de öyle… Sen de edebilirsin!”
“Bırak artık şunları canım benim. Kurtul bu gece onlardan. Hadi birlikte ediyoruz küfür… Biliyorum sen eskiden de edemezdin! Ama, lütfen!”
Gülmeye başlamışlardı birbirlerine bakıp. “Ne söylememiz gerekiyor?” diye sordu Duygu. Mine “Önce kime küfür edeceğimizi seçelim,” dedi ve bir öneride bulundu: “Yılmaz’dan, o ukala heriften başlayıp benimkine, sonra birkaç eski erkeğe…”
“Yılmaz’la uğraşmayı bırak Mine! Ayıp. Çok ayıp.”
“Ukala değil mi?”
“…öyle galiba. Neyse ne desem acaba… Şerefsiz… Şerefsiz… Oldu mu ki?”
“Kız sen onlara küfür mü diyorsun? Ben başlıyorum: Yılmaz su katılmamış ukala bir orospu çocuğudur.”
Duygu şok içinde kalmıştı, ama sadece bir süre, sonra aynı küfrü o da etti. Ettikçe gülüyordu. Mine başlıyor, o devam ettiriyordu. Çocuklar duysa çok ama çok şaşırırlardı. Hele Melis görse… Arkadaşlarının bile gıptayla takip ettiği annesini, küfür ederken, hem de dolu dolu, devasa küfürler ederken…
Kahkahalar – şaraplar – küfürler…
Kim rahatlamazdı ki böyle bir gecede.
Mine baktı arkadaşına, tam gözlerinin içine, onu oradaki derin bir çukurda yakaladı:
“…gördüğüm bu ev… Soft renkler… Işıltılı avizen… Bahçedeki köpeğin… Harika gözüken mobilyaların… Fakat ardından gelen soluk ışık… Yalnızlık hissi. Oğlunun sessizliği. Neler oldu size? Görüyorum ki çok uzun zamandır susuyorsun. Konuş. Beni bu eve gelen bir çiçek gibi düşün. Ne de olsa solacağım. İzin ver de fazla sulandığım için çürüsün köküm. Dört gün sonra beni uğurlayacaksın. Anlat, dök içini… Sana bir yardımım dokunur mu bilmem. Sen yine de konuş biraz.”
Duygu yaşamı boyunca romantik bir insan olmamıştı. Basit yaşamıştı. Cinselliği, ilişkileri, kararları hep basitti. Korkardı karmaşadan, karışık insanlardan… Kocasıyla ilişkisi porno filmleri andırıyordu: Kocası bir anda sahneye çıkıyor, onu çabucak tavlıyor, çabucak tatmin edip çabucak ama haykırarak uzaklaşıyordu. Tuhaftır, zamanla kocası da porno film yıldızı sanmaya başlamıştı kendisini. Belki de o yüzden başka kadınları aramaya başlamıştı neon ışıklarla aydınlanan yaşamında! Duygu şiir gibi konuşan arkadaşına baktı kıskançlıkla. Ne güzel cümleler kurmuştu. Belli ki önceden, belki de o ilk akşam birlikte yemeklerinde düşünmüştü bu cümleleri. Kendisi öyle konuşabilecek miydi acaba?
“En zoru da… En zor şey ne biliyor musun Mine? Karar vermenin hep bana düşmesi. Ne yapsam, ne etsem olmayacak gibi… Ormanda okla vurulmuş bir geyik hayal et, bulmuşsun onu, hala yaşıyor, ya dönüp yoluna devam edeceksin, ya oku çıkaracaksın, ya geyiği öldüreceksin… Hepsi de birbirinden zor kararlar. İşte öyle… Oğlum o yaralı geyik gibi…”
“Daha vermedin mi karar… Ne oldu ki?”
“Yakın zamanda Mine. Berkan’ın günlüğünü okudum. Psikoloğu tutmasını istemiş. Aslında yaptığım çok ayıp! Neyse ne işte… Neyden bahsediyor biliyor musun? Arkadaşları porno filmler izleyip mastürbasyon yaptıklarından bahsetmiş. Hep böyle şeyler konuşuyorlarmış. Birbirlerine fotoğraflar falan atıyorlarmış. Galiba Berkan da izlemeye başladı. Ama işin garibi şu sonuca ulaşmış: Şişman olduğu için bir kadınla birlikte olamayacağını düşünüyor. Bu konuda epey içini dökmüş. Beğenilmekten öte bir durum. O şimdiden, daha bu yaşta, iktidarsızlık gibi mücadelesi güç bir durumu yaşıyor. Kim bilir kaç sene sürecek bu durum? Onu iyice yiyip bitirecek belki de!”
“Cidden çok zor bir durum Duygu… Bu bir depresyon günlüğü… Farkında mısın? Şaşırdım çok. Hisli bir çocuk olduğu belli ama… Aslında ilk cinsellik deneyiminden önce hepimiz yaşamaz mıyız o gerilimi? Ama o gün geldiğinde, olur biter her şey!”
“Sen öyle sanıyorsun Mine. Olur biter sanıyorsun. Olup da bitmeyen onca insan var. Oğlum dedikten sonra araştırdım. Bir sürü yazı okudum. İktidarsızlık erkeklerde yaygın görülüyor ve psikolojik sonuçları çok fena olabiliyor.”
“Mutlaka… mutlaka öyledir. Nedense bu sorunu senin seks makinesi kocan halledebilir, içimden öyle geçiyor.”
İma edileni anlamasına rağmen hiç oralı olmadı Duygu: “Oğlum onu da söylemiş, babasının geceleri başka kadınların peşinden koştuğunu yazmış. Bunu okuyunca o kadar kötü oldum, o kadar kötü oldum ki… Ben sanıyorum ki, yani öyle diyorum içimden, öyle görüyorum, Berkan sadece kendisiyle ilgilenen, bencil, hatta kör bir çocuk… Oysa görüyor her şeyi! Ablasındaki rahatlığı, mutluluğu, kavga ederken bile keyifli gözükmesini kıskanıyormuş mesela.”
“Doğrusu Melis gibi bir kardeş… kimseye vermesin Allah… kız tanrıça gibi…”
“Öyle, öfkesi de kavgası da… Ay o başka âlem ya, beni kahırdan yok edecek bir gün.”
“Ne oldu ki…”
“O da kardeşinin tam tersi. Tavşan gibi sürekli sevişiyor bence!”
“Gerçekten mi?”
“Evet, yaşamını haz üzerine kodlamış. Artık anlıyorum bunu. Çocukken bile öyleydi! Voleybolcu bir çocukla tanıştılar geçen sene. Onunla başladılar diye düşünüyorum. O çocuk da annesiyle yaşıyor, babaları yok evde. Anne de işte. Melis hep onlarda!”
“…ooo! Tabii sen bir şey deyince de hemen kavga çıkarıyor.”
“Hem de nasıl. Ama başka bir şey daha var ya!”
“Ne oldu?”
“Ben kendimi çektim, ilgisiz gözüktüm. Onu cesaretlendirdim hatta. Ne kadar ileri gidebileceğini merak ediyordum. Bu âdet görmedi, zamanı gelince görmedi yani. Saf işte, o detayı düşünememiş, ben kullanılması gereken pedlerin sayısından anladım gerçeği. Dedim her kadının başına gelebilir. Ama yiyorum evde kendi kendimi…”
“Sonra ne oldu peki?”
“Bir anda ben okul gezisine katılıyorum dedi. Babası da hemen destekledi onu. Parasını falan çıkardı.”
“Sen tabii kuduruyorsun evde.”
“Aynen öyle… Sonra okula gittim, biraz araştırdım, gezi olduğunu fakat Melis’in katılmadığını öğrendim. Sevgilisiyle romantik bir tatile çıkmış olabilirler diye düşünüp çocuğun evine gittim. Çocuğu da eve girip çıkarken gördüm. Hep de yalnız. Ama arabasına binip gidiyordu bir yerlere. Takip edemedim, yani cesaret edemedim, zaten acayip hızlı kullanıyor arabasını.”
“Hamilelikten mi şüpheleniyorsun?”
“Evet. Kürtaj olmuş olmasından! Öyle bir şeyi tek başına yaşamasından öyle korkuyorum ki… İşin ilginci de kaygısız görüntüsü. Gerçi içine kapansa da çok ama çok üzüleceğim. Ne olursa olsun duygusal bir yüktür kürtaj.”
“Öyledir tabii… Ama şunu merak ediyorum Duygu: Sen kendini mi suçluyorsun?”
Duygu! Yüksek lisans yaptığı bir alanda çalışmayı bırakmış, evine kapanmış, iki çocuğuyla ömür sürdüren bir kadın. Çocuklarını kitaplara uygun yetiştirmeye çalışmış, denemiş bunu. Üstüne titremiş ikisinin de. İkisine de âşık olmuş. İkisine de saplantı derecesinde sevgi beslemiş. Ama asıl saplantısı nezaket! Öyle görünme çabaları… Peki, şimdi? İki çocuğu da zor günler geçiriyor.
Duygu “Elbette kendimi suçluyorum,” dedi.
Mine biraz rahatlar gibi oldu: “Ama hepsinin bir tesadüf olma ihtimali var Duygu. Bunu hiç düşündün mü? Artık büyüdü bu çocuklar ve yaşam onları bekliyor azgın dalgalarla.”
“Biz,” dedi Duygu: “Hiç böyle hayal etmemiştik!”
Bir ortak his: Kaybetme…
Peki, bu çocuklar kazanabilecekler miydi?
Yaşamlarında doğru kişileri bulabilecekler miydi?