mahcubiyet ve haysiyet
Dünyanın gelişimlerini imrenerek takip ettiği bir ülkeden, Norveç’ten seslenir yazar okuruna. Sesini de epey uzaklara ulaştırmayı başarmıştır. Sade, etkileyici ve sorular sorduran bir üsluba sahiptir. Bu romanında da yetişkin bir adamın yaşamını, bunalımlarını ve mutluluklarını anlatmayı seçmiştir. Oldukça anlaşılır bir kurguya sahiptir Mahcubiyet ve Haysiyet. Bu iki sözcük de çağrışımlara gebedir. Gündelik yaşamın içinde, gündelik yaşamın biraz da kıyısında bir öğretmenin güne başlamasıyla roman açılır. Öğretmenimiz eşiyle birlikte kahvaltı yapıyordur. Durgun bir evlilik ve yaşam, ilk cümlelerle beraber hemen sezdirilir.
S 7: … yıllar boyu yan yana yaşadığı ve bunun sonucu olarak da derin bir karşılıklı aidiyet hissettiği kadına jest olarak yapardı bunu, gerçi artık bu derin duygudan geriye bölük pörçük bir şeyler kalmıştı ama olsun
Birinci ağızdan anlatım, temel niteliği olan samimiyetle devam eder. Öğretmenliğe dönük tespitler baskındır. Bunlar evrensel denilebilecek tespitlerdir.
S 17: Can sıkıntısı öğretmeni de etkisi altına almadan bırakmıyor. Öğretmen yirmi beş yıldır İbsen’in aynı eserlerini okutuyor, bunca zamandır sınıfta dikilip aynı sözleri istifra eder gibi tekrarlamakta olduğu duygusuna sık sık kapılmadığı söylenemez.
Anlatım, uzun paragraflarla örülmüştür. Bu biraz zorlaştırır okumayı. Norveç edebiyatının tarihteki en önemli figürlerinden birisi o günkü dersin ana kahramanıdır: Henrik Ibsen. Anlatıcımız, lise son sınıftaki öğrencilerine Ibsen’in Yaban Ördeği isimli eserini yorumluyor, onlardan da katkı bekliyordur. Karşısında ise kayıtsız bir güruh vardır. Karakterimiz -dünyadaki birçok öğretmen gibi- içerlenmeden devam eder anlatısına. Öğrencilerini anlayabiliyordur aslında. Şu hususu güzel açıklar Dag Solstad: Öğretmenlik, bir yerde çaresizce savunmaktır devlet otoritesinin düzenlediği eğitim içeriğini.
S 28: Duymamış gibi yapıyordu çünkü bu genç ve kendini haklı gören iç çekmeden korkuyordu.
Öğretmenimiz, sıkıcı dersinin sonuna gelmiştir; alkol nedeniyle geceden kalma baş ağrısı ve hissettiği hafif gerginlikle öğretmenler odasına girer. Oradaki sohbete de dâhil olmayıp umutsuz adımlarını dışarıya sürükler. O günkü dersleri bitmiştir. Açık havaya çıktığında yağmurun başladığını görür. Şemsiyesini açmak ister. Fakat açılmaz şemsiye. Yağan yağmur, öğrenciler, okul, kapalı hava… Bir de üstüne bir türlü açılmayan şemsiye! Sinirlerine yenilip öğrencilerin önünde şemsiyesini kırar ve küfürler ederek oradan uzaklaşır. Kritik bir noktadadır, evine giden yola girmeyip kent merkezine doğru yola koyulur. Bir anda yirmi beş yıllık meslek hayatının sonuna ulaştığını fark eder.
S 32: Düşmüştü artık, bundan geriye dönüş yoktu, kalkmaya gönlü de yoktu, hatta gelip kaldırsalar bile kalkmayacaktı.
Cesur bir çıkışla yola koyulan karakterimizin kararlı adımları esaslı bir kaygının göbeğine doğru ilerler: Geçim kaygısı! Çok belirgin bir duygu uyandırır bu roman: Durgunluk. Elias -karakterimiz- edebiyat ve felsefe bilgisi olan modern bir İskandinav insanıdır; sıra dışı sayılabilecek – bizim gibi ülkeler göz önüne alındığında – bir evlilik yapmış, ölçülü bir babalık yürütmüş, içinde bulunduğu koşulları daima gerçekçi bir bakışla değerlendirmiştir. Güzellik, estetik, yalnızlık… Bir modern bireyde birleşecek yakıcı üçlüdür. Elias bu üçgenin içinde ona hiç “seni seviyorum” diye seslenmeyen eşine bakıyor, bu durumu avutucu sebeplerle açıklıyordur. Başka kimsesi yoktur sanki, ne bir akrabasından bahseder, ne okulda bir arkadaşından… İşten sonra evine gidiyor, birçok modern yalnız gibi gazete okuyup ülkesine üzülüyordur. Başkaları için kavga sebebi olacak birçok şeye ağırbaşlı çözümler getirip huzurunu asla bozmuyordur. Ne bir macerası vardır ne de bir çöküşü…
S 80: Akşamları salonda elinde bira bardağı ve akvavit kadehiyle tek başına oturuyordu Elias Rukla. Son yıllarda sık sık böyle yapıyordu. İçkiye düşkünlüğü giderek artmıştı. Eva yattıktan sonra o hâlâ oturuyor olurdu. Bu ona huzur veren bir alışkanlık haline gelmişti, bira akvavit içerek geçireceği kendine ait saatlere ihtiyacı vardı. Zira hem anlayamadığı, hem de içine sindiremediği bir şeyler oluyordu Elias’a. Toplumun işleyişinin dışında kalmış olma duygusu içinde giderek artıyordu.
Şu iki husus romanda dikkat çeker:
- Elias, altmışlı yıllarda öğrencilik yapmış, doksanlı yılları da bir lisede öğretmen olarak görmüştür. O yıllarda televizyon ve gazete etkindir. Fakat Elias, medyadan şikâyetçidir.
S 83: Toplumda geleceğin habercisi konumunda olanlar, onunla hiç ilgilenmiyorlardı sanki. Aksine, böyle yapmaktan zevk alıyormuşçasına, başlarını bilhassa başka tarafa çeviriyorlardı. Elias Rukla görünmez olmuştu adeta, bu da ona acı veriyordu. Lanet olsun, diye düşündü Elias, ben sağlıklı kararlar alabilen, eğitimli, toplumsal olaylara ilgi gösteren bir bireyim. Üstelik çok kitap okudum. Değişimin başını çeken insanlar bana niçin artık hiç ilgi duymuyor, niçin selam göndermiyorlar?
- Dışarıdan bakıldığında dünyanın en zengin ülkelerinden birisi olan Norveç’te yaşam sanıldığı kadar kolay değildir. Elias okuru öğretmenler odasına götürür.
S 88: Her halleriyle borç batağına saplanmış birer köle izlenimi yaratıyorlardı. Her sabah kuşluk vaktinde, borç batağına saplanmış kırk elli adet köle Fagerborg Lisesi öğretmenler odasında oturuyor, evden getirdikleri sandviçleri atıştırırken boş boş konuşuyorlardı.
Bilinçli yalnızlık? Doyum? Depresyon?
Bir döngü sunar bize yazar Elias karakteri üzerinden. Yetişkin bir adam dost edinmekte zorlanıyordur.
S 94: Ah, Elias Rukla konuşacak birinin varlığını nasıl da delice özlüyordu. Özellikle de Jakob Aalls Sokağı’ndaki dairenin salonunda, akşamları Eva yattıktan sonra elinde bira bardağı ve akvavit kadehiyle tek başına oturup düşünürken. Düşüncelere dalıyor ve okuyordu.