Bir Kedi – Süslü
Bugün, evimde bir misafir var: Arkadaşımın kedisi Süslü!
Arkadaşım, akrabasının cenazesi için acil memleketine gitmek zorunda kaldı. Süslü’yü de bana bıraktı. Süslü ile tanışıyoruz önceden.
Akşam yemeği için hemen mutfağa geçmek gerek. Dün, et çıkarmıştım buzluktan… Öğlen o ete zeytinyağı sürüp süt dolu bir tabağa koymuştum.
Çıkarıyorum eti dolaptan. Birkaç diş sarımsak soyuyorum.
Etin altına lezzet olsun diye közlenmiş patlıcan konservesi satın almıştım.
Bir kadeh rakı, belki iki, keyfime göre.
Evvela biraz tavayı ısıtmak, kızdırmak gerek…
O esnada sarımsakları doğruyorum. Tuz öğütücüyü elime alıp biraz sarımsakların üzerine tuz serpiyorum.
Her şeyi kendi isteğime göre dizmişim, sırf bu özgürlük hissi bile mutlu ediyor beni; ne yalan söyleyeyim annemi pek özlemiyorum!
Gözüm mutfağın kapısına takılıyor. Süslü gelmiş. Ama nasıl kurumlanarak… Sanki insanoğlu her şeyini, hatta evrimini bile ona borçluymuş gibi. Sanki insana en çok yaraşırmış gibi. İnsanın yol göstericisi, kurtarıcısıymış gibi. Sevsinler seni, kokoş… Hafif kabartmış sırtını, sürtünüyor kapıya. Yalnızlığı bilen ama pek de sevmeyen bir kedi Süslü. İnsan dostu evin neresindeyse o da orada. Seriliyor yere. Belki bir ihtimal sevilir diye… Sevilmese de önemli değil sanki… Konuşur gibi, ben de duyar gibiyim: “Maksat aynı yerde nefes alalım, diğer odada duyduğum sesler beni huzursuz ediyor.” Hanımefendinin ev yemeklerinde de hiç gözü yok. Tok kedi. Sevgiye de ilgiye de mamaya da tok. Eve bile tok. Bazı odaları, köşeleri çoktan çıkarmış koku hafızasından. Süslü, kayıtsız bakışlarla takip ediyor ocaktan yayılan et kokusunu. Ben daha meraklıyım. Zaten feci acıkmışım. Bir an önce bir şeyler yemeliyim. Yemediğim de agresif oluyorum. Bazen arkadaşlar gelir ama pek sevmem misafir kabul etmeyi. Onca iş güç çıkıyor, o yüzden yani. Acayip geriliyorum misafir gelmeden önce. Kapı üstlerine varana dek her yeri, dolapların içini bile temizliyorum.
İki odası var bu evin. Birinde uyuyorum, diğerinde yaşıyorum. Uyuduğum alan yastıklarla dolu, tam üç yastık kullanıyorum uyurken, öyle seviyorum. Yaşadığım alan ise kitaplarla dolu. Onlara da tıpkı yastıklara sarıldığım gibi sarılıyorum.
Yalnız olmanın avantajı bu: İstediğin eşyayı ele, istediğini seç, istediğini ötele…
Her ailenin bir psikoloğu vardır. Bizimkisi de dayım. Kendisini insan sarrafı gibi bir şey sanıyor. Oysa kızı onun ardından onca iş çevirmiş, sözü açıldığında, “Ben zaten biliyordum,” gibi bir tavır takınıyor. Severim ama dayımı. Ne yapayım, atsan olmaz, satsan alan olmaz. Dayıma göre deliyim. Tek belirti ise yalnızlığı seçmiş olmam. Aslında tam olarak o da değil. Asıl sebep evlenmemiş olmam. Çocuk doğurmamış olmam.
Rakı pek lezzetli…
Radyo da eşlik ediyor bize.
“Hey Süslü…” diyorum: “Var mısın bir tek atmaya!”
Süslü bakıp gözlerini kırpıyor. Bu bildiğim kadarıyla onay işareti. Sevimli bir işaret yani… Hatta kedi tebessümü diyorlar göz kırpma hareketi için. İnsanların uydurması olması muhtemel. İnsan böyle güzel bir hayvanla duygudaşlık kurunca onun yerine düşünüyor, konuşuyor, eyleme geçiyor. Süslü biraz iri bir kedi… İran cinsi… Sarı kızıl bir tüy yumağı aslında.
Aklıma geliyor: “Naciye boşanacak!”
İş yerinden arkadaşım olur Naciye Sultan… Bir de prensi var, altı yaşında. Zorluklarla evlendiler, büyük bir maddi yükü başarıyla sırtlandılar, tam ferahladıkları anda başladılar kavga etmeye. Durgun su bulandı, kadın, Tanrıça misali yalnızlık istediğini haykırdı. Avcı olduğunu hatırladı, o ruhla pusuya yatıp içine kapandı. Düşlerindeki ormanın prensesi ilan etti kendisini. Geyik sürüleriyle gezmeye başladı. Çokça kişi onu boşanmaya ikna için uğraşıyor.
Bir başka mesele: “Annem memlekete gitmek istiyor.”
Babam vefat ettikten sonra annem yalnız yaşamaya başladı. Neyse ki pek evde oturmuyor, sabah erkenden evden çıkıp belediyenin hanımlar lokaline gidiyor.
“Süslü,” diyorum ikinci kadehe geçmeden önce: “Naciye şimdi boşanınca evi satacaklarmış, kocasıyla eşit bölüşeceklermiş. Güzel yatırım aslında şu evlilik… Aferin Naciye’ye.”
“Oğlanı da bölüşürler belki.”
“Ayaklarını baba alsın, gerisini anne…”
“Babayla yürüsün, anneyle yaşasın ve düşünsün.”
“Evet, öylesi daha makbul…”
Aklıma kredi borcum geliyor. Tüketici kredisi dedikleri illet… Ülkece kapıldığımız bir para girdabı. Aslında tutumlu bir insanımdır ama hem kendim için hem de erkek kardeşim için gerekti para. Ailede kimsede çıkmayınca bana başvuruldu. Ben ailenin hacıyatmaz kişiliğiyim. Devrilirim, yıkılırım, sarsılırım ama toparlanmasını bilirim.
Bir hesap yapıyorum kabaca:
- 2000 TL Kredi
- 700 TL Faturalar
- 2000 TL ev kirası
- 3000 TL kredi kartları
Böyle bakınca gençliğimin bu güzel çağında denize girebiliyorum, evet serinliyorum, kendimi güvende de hissediyorum ama hiç ilerlemiyorum. Olduğum yerde duruyor, dönüyor, etrafıma bakıyorum. Ne batıyorum ne ilerliyorum ne de kimseye gözüküyorum. Hep aynı manzarayı, güzel bir manzara olduğunu kabullenerek safça seyrediyorum.
“Bizlere standart insan çetesi,” diyorlar Süslü: “Borcumuzu zamanında öderiz. Aşırıya kaçmayız. Makyajı pek sevmeyiz.”
“Yıkıcı bir çete değiliz yani. Aksine yapıcı…”
“Ne mi yapıyoruz Süslü? Piramit yapıyoruz biz.”
“Biz gözükmeyen piramitlerin gözükmeyen işçileriyiz.”
“Gözükmeyen firavunlar için çalışıyoruz.”
“Onlar daha zengin olsunlar diye, evet Süslü.”
“Keşke sizin gibi olabilsek! Efendim. Kalkıp şimdi ısıracağım seni.”
Yine tuhaf tuhaf yalnızlık lakırdıları… Hangi ara kedinin yanına uzanmışım. Ay koca kadın.
Şimdilerde moda Cem Adrian dinlemek. Ben de açayım en iyisi!