blue, girl, sad-1382940.jpg

            Beni Eski Sevgilim Öldürdü

 

Sessizliğim evle ilgili. Susmuş bu ev… Bir ev nasıl susar? Nasıl sessiz kalır bir ev? Seslerden biri ebediyen susarsa bir ev susar, öyle mi, inanmıyorum buna, inanmıyordum. Ses mucizeydi, daima duyulurdu; bu ev bu kadar sessiz olamazdı, makineler bile nasıl susabiliyorlar?

Bu sessizlik altı gün önce başladı.

İş yerindeydim. Keyifli bir gündü. Çorbacıya gitmiştik öğlen arasında dört arkadaş. Birer parça da kadayıf almıştık, benim odamda yiyecektik çayla birlikte. Çayı ben kendim demlerim odamda. Makinem var. Eşim almıştı vakti zamanında, çeyiz takımıyla birlikte. Evde çaydanlık kullandığımız için ben bu modern icadı iş yerine götürmüştüm. Hiç unutmuyorum, unutmam mümkün değil, çayımdan ilk yudumu aldığımda başladı bu menhus sessizlik: Telefon çalıyordu. Ekrana döndüm evhamla… Bir elimde çay bardağı. Arayan komşumuz. Yan binada emlakçı. Bize de oturduğumuz evi o ayarladı. Öyle tanıştık. Bazen internet alışverişiyle satın aldığımız ürünlerin kargosunu alır. Malum olmuyoruz pek evde. Gözüm saate takıldı, bugün eşimin iş yerinde yarım günü, “Adımları şu an eve yaklaşıyor…” diye düşündüm “Alo…” derken. Emlakçı abi “Yağız…” dedi bana: “Hemen eve gelmen gerekiyor. Konu Banu ile ilgili…”

Banu… Eşim… Emlakçının gergin sesi. Gerginlik. Benim sessizliğim. İlk tepkim: “Ne oldu abi, hayırdır.”

“Sen gel…” dedi emlakçı abi: “Hemen koş.”

Kapatmalı mı acaba çay makinesini?

 

Ben emlakçı Sinan. Yirmi altı yıllık esnafım. Oturuyordum dükkânımın önünde. Sokağımız öğlen saatlerinde sakin olur. Sokağın başında Banu kızımızı gördüm. Gencecik, güler yüzlü bir kadın. Böyle insanlara ev bulmak süper bir his… Banu her zamanki gibi neşeli yürüyor, esnafla selamlaşıyor. Çabucak benimsediler mahalleyi. Güzel giyimlidir daima Banu. Çok alışveriş yapar. Biliyorum çünkü kargosu bana gelir. Bir keresinde “Aldıklarım çok ucuz abi…” demişti bana. Tabii yeni evli gençler tasarruflu olmalılar bu devirde. Sokak hafif yokuştur. İki geniş caddeyi birbirine bağlar. Banu yokuşun tepe tarafında… Belli ki işten geliyor. Alt tarafta bir adam var, sigara içiyor nicedir, bir bahçe duvarına tünemiş; Banu’yu görünce ayaklanıyor, nedense kabarıyor bir kedi gibi. Ben hissedebiliyorum kabardığını. Erkeksi bir kabarış bu, sabırsız… Sanki Banu ile tanışıyor bir yerlerden. “Acaba zamansız bir misafir mi?” diye düşünüyorum. Olabiliyor böyle şeyler, kaç kez kapıda kalan insanları ağırladım dükkânımın önünde. Mahallenin on beş yıllık abisiyiz sonuçta. Gözüm ağaçlara takılıyor. Yaşlı, büyük, çok yapraklı ağaçlar… Semtin incileri, şehrin gözleri…           

Arabalar akıyor Banu ile aramızda. Az ötedeki kebapçıdan insanlar çıkıyor. Tekel bayiinin önüne bir köpek serilmiş. Berberin rengarenk havluları hafif hafif sallanıyorlar çamaşır kurutma askısında. Hırdavatçı, kuaför, marangoz… Herkes işinde gücünde… Bir kadın, karşı binanın balkonunda sigara tüttürüyor. Köpeklerini gezdirenlerden birisi birazdan damlar sokağa. Dikkatimi çekiyor Banu: Yavaşlıyor, gittikçe yavaşlıyor ama durmak istemiyor belli ki. Geçip gitmek istiyor, belki… Bana doğru kafasını çevirir normalde ama çevirmiyor. Bizi siliyor belli ki. Utanma mı, sakınma mı, tedirginlik mi… Ne acaba? Hepsi de yayılıyor sanki. Ama en çok tedirginlik… Peki, ama neden? Sebebi yabancı adamın sabırsız bekleyişi olabilir mi? Elimdeki gazeteyi bırakıyorum. Ayaklanmak için hazırlanıyorum. Kasap Nuri’nin önünden geçecek Banu, inşallah kasap kardeş de fark eder bu tedirginliği. O belki de Banu’yu benden çok sever. Aksi adamdır ama bu çifti pek sevdi, görüyor Banu’yu ama tepki vermiyor. Banu, korunması gereken birisine dönüşüyor yavaş yavaş. Her gün düşüyor gazeteye kadına şiddet haberleri. Tabii ihtimal vermiyorum pek. Burası, nezih, eski bir muhit… Kimsenin kimseye karışmadığı, trans insanların bile rahatça yaşadığı bir mahalle. Bundan övünçle bahsederim müşterilerime. Hangi apartmanda ne var, kim oturur bilirim. Öyle ki çok ünlü bir aktörün üvey annesi yakınlarda bir apartmanda oturuyor.

Banu beni görüp selam veriyor. Oh, neyse ki… Çok şükür deyip içimdeki şişkinliği boşaltıyorum. Bir an, Allah beni affetsin, dedikoducu bir bunak gibi, Banu ile adam arasında bir ilişki var sanıyorum. Tabii eşi çok düzgün bir çocuk… Adam, Banu’nun önüne atıyor adımını. Duruyor Banu. Selamlaşmaları dostane değil, kesinlikle değil. Bir an tüm sokak susuyor. Adam birkaç laf ediyor belli ki. Bir eli ise cebinde…          

Ben koşuyorum hemen, bağırıyorum fakat yetişemiyorum. Yoldan geçen bir araba duruyor. Sigara tüttüren kadın balkonundan bağırıyor. Çılgın gibi bağırıyor hem de. Kasap dostum elinde bıçakla düşüyor sokağa. Birazdan tüm esnaf teknesini terk ediyor. Kimi elinde can simidiyle. Biri boğuluyor. Ama çoğu insan bir adım atıyor sadece. Sadece bir adım…  Neden bir adım, bilinmez! Öyle bir adım attıktan sonra duruyor insanlar, donuyorlar sanki. Şok içindeler. Çünkü adamın elinde bir bıçak var ve bıçaktan kan damlıyor. Kan ile birlikte düşüyor tüm mahalle sakinleri yere. Banu, kendisini bıçaklayan adamın ellerini yakalamıştı en son. Yere düşerken bırakıyor… ama yavaşça!

Bir kız çocuğu, film sanıyor belki de gördüklerini. Geri çekiliyor bir adım. Canavardan bir adım uzaklaşarak korunuyor. Az önce katil olan adam, çok az duraksayıp bir anda kaçmaya başlıyor. O kaçınca hepimiz uyanıyoruz. Önce kasap… Belki de elindeki bıçağa güveniyor. Sonra ben… Ben, galiba sırf abiliğin hatırına düşüyorum katilin peşine. Yoksa bu göbekle o genç adamı yakalamam mümkün değil. Tavşan gibi bir adam… Tabii her yer kamera… Biz yakalayamazsak onlar yakalayacak. Dönüp Banu’yu görüyorum. Üzerinde kırmızı çiçeklerin olduğu lacivert bir gömlek var. Sarıya boyattığı saçlarıyla bir çiçeğe benziyor. Beyaz ayakkabılarının birisi kan içinde. Tam karnına girmiş bıçak. Can çekişiyor Banu. Kapanmış bilinci…

 

Arabaya nasıl bindim? Gaza nasıl yüklendim? On dakikalık yolu sekiz dakikada nasıl aldım? Niye bu kadar hızlıydım? Bilmiyorum… Evin önüne geldiğimde bir kalabalık gördüm. Polisler gördüm. İki ambulans gördüm. Bir de bana dönük üzgün bakışlar… Yerde biri yatıyordu, onu gördüm. İndim hemen arabadan. Sokak trafiğe kapanmış. Kaldırımın üzerinde bir beyaz kaban… Anlıyorum hemen. Koşuyorum. Bu Banu. Nasıl olur ama?

Öldü Banu. Yirmi dört yaşında bıraktı bu evi. Sessizlik onun ölümüyle başladı. Ne zaman öldü Banu? O adamla tanıştığı gün mü? Bıçaklandığı gün mü? Yoksa toprağa girdiği gün mü? Bugün mü öldü Banu?

Sevgilim. Güzel eşim. Tüm nesnelere can veren o kadın… Renkleri seçen, mobilyaları birbiriyle tamamlayan, duvara tablo asan, sanki büyütebilecekmiş gibi bir kaktüs alan… Suyla oynamayı, suda olmayı, suya temas etmeyi hep seven… O yüzden mavi renklere düşkündü. Bir de suyun altında düşlenen yaşamlara… Gücüm olsa onu koymazdım toprağa. Gezerdi benimle birlikte. Yaşardı benimle birlikte. Sessizlik hiç başlamazdı. O çünkü uykudayken bile konuşurdu benimle.

 

Ben Banu. Ölü Banu. Soğukta sözcüklerle oynaşan Banu… Morg buz gibi. Mektup kâğıdı gibi. Kim öldürdü beni? Eski sevgilim. Emeğim. Beni emeğim öldürdü. Aklım onunla geçirdiğimiz mutlu vakitlerde. Bana hediyeler almasında. Çıplaklığımızda. Ömrümüze çiçek ekişimizde… Kavgamızda. Son sözlerimizde. Başka kadınlarda. Yağız, benim için bir şanstı. Karanlık eşikte umuttu. Onun sayesinde kurtuldum karanlıktan, ışığa döndüm, hayatı sevdim. İnsanı onun sayesinde sevdim. Çıplaklığa onun sayesinde döndüm. Ev kurdum onun sayesinde. Eşyalar aldım. İş buldum. Mücadele ettim. Ama o hiç “sayemde” demedi. Koruyucu oldu. Kocaman bir iç sıkıntısını onun sayesinde dağıttım. İki yılımı aldı Yağız. Onu sevmek, onu büyütmek, onu kucaklamak… İki yıl sürdü çiçeğe durmak. Sıra dal sürmekteydi. Kaldım cennete… O gün çok mutluydum. Yarım gün çalışıyordum çünkü. Evimize erken gidebilecektim. Yorgundum son günlerde. Müzik dinleyip dinlenecektim biraz. Yemeğimizi bile bir gün öncesinden hazır etmiştim. Hayallerimle araya giren şeylerden nefret ederim, bu annem olsa bile. Genelde annem olur çünkü. Arar en huzurlu dakikada, hadi bize gelin mantı yaptım, hadi bize gelin börek açtım, der. Hep de aynı bahaneyle: Yağız seviyor. Yağız seviyor ama ben dinlenmek istiyorum evde. Oturmak istiyorum hiçbir şey yapmadan, sessizce. Bir de çat kapı misafirleri sevmem. Yağız da hiç sevmez. Fakat hep olur. Galiba biz sevmiyoruz diye. Çok kavga ettik bu yüzden… Ama hep sevdik sonra birbirimizi. Yağız’a borçluyum sanki. Öyle hissederim bazen. Ona bir ömür borçluyum. Borcumu şen kahkahalarla ödemeliyim, borcumu şarkılar söyleyerek, sevişirken çığlıklar atarak ödemeliyim. Zaten çok konuşan birisiyimdir. Yağız’a her şeyi anlatırım. İş yerimdeki her şeyi bilir. Evle ilgili her şeyi bilir. Müthiş bir yardımcıdır ev konusunda Yağız. Onunla “birlikte” evdeyiz. Bunu hep hissederim. O yüzden benden önce ölmemesini isterim. Sanki bir ömür mutlu olacakmışız gibi. Niçin öldüm ben? Biliyor musunuz? Mutlu olduğum için. Mutluluğumu gösterdiğim için. İnsanlar ne kadar değişmişsin dediği için öldüm ben. Gözlerimin içi gülüyormuş. Gözlerimi öldürmek istedi o yüzden. Bir yemin etmiştik zamanında el ele tutuşup, birbirimizi hiç terk etmeyeceğiz diye. Ama o? Başka kadınlara giderken… Hoş, yeminlerin bir önemi yok ki. Nedir ki? Gördü beni. Bekledi beni. Kovalamasına gerek kalmadı. Belki de beni özgüvenim öldürdü. Belki de kasap abiden yardım istemeliydim. “Seni başkasına yar etmeyeceğimi bilmiyor musun?” diye sordu. Aslında aradan çok zaman geçmişti. O ise daracık bir zamana sıkışmış, beni öldürme hayalleri kurmuştu. Keşke mutlu olmasaydım.

Beni mutlu olduğum için öldürdü.

…şimdi!

En çok Yağız için üzülüyorum.