Avucumuzun İçi
“Tıbbi değil!” Bir zaman meselesidir uyku. Uykudan uyanma.
Yola koyulmak gerekiyor. Biraz da heyecan hissediliyor, gereği yokken hissedilen bir heyecan bu. Dört duvar arasında uyuduktan sonra açık havayla ilk temas insana kendisini hep iyi hissettirmiştir, acelesi yoksa insanın ağır adımlarla katılmalıdır yaşama. Tuna da ağır adımlarla çıkıyor yaşadığı apartmandan, sokağı adımlıyor, dizili arabalardan kendisine ait olanın önünde duruyor. Rahatça park edilebilen küçük bir araba bu. Pek güven uyandırmıyor insanda ama pratik! İş güç, koşturmaca, epey kirlenmiş arabası, “Yarın yıkatırım belki!” diye düşünüyor. Açıyor arabasının kapısını, oturuyor direksiyon başına, motoru çalıştıracak anahtarı çeviriyor. Bakışları etrafı tarıyor dikkatle, hafifçe kokluyor arabayı; hata, kusur, sorun arıyor ama bir sıkıntı yok gibi gözüküyor. Radyodan duyulan belirsiz sesi yükseltmek için eli düğmelere gidiyor.
Son bir kontrol: cüzdanı, cep telefonu, kimliği… Bugün bu unutulmaması gereken nesnelere önemli bir ekleme olmuş: ÖSYM Sınav Giriş Belgesi! “Tamamdır!”
Cep telefonunu havalandırma peteğine taktığı aparata yerleştirip navigasyon sistemini çalıştırıyor. Ardından koyuluyor yola. Biliyor aslında yolu, yine de gözü navigasyonda.
Sabahın erken saatleri, trafik oldukça sakin akıyor. Bir büfede durup iki şişe su alıyor, birisini hemen yudumlamaya başlıyor. Sevmiyor ağzındaki diş macunu tadını çünkü.
Düşük hızda ama güvenli; düşünceli ama heyecanlı değil… Radyonun da sesini tümüyle kapatıyor, kendi sesiyle kalıyor baş başa. Düşünülecek konular var, çoğunu unutmuş ama; çevredeki arabaları, onların modellerini, gün için hazırlanan esnafı, çiçekçiyi ve bankamatikleri görüyor ve karmaşık düşüncelerle yolculuğuna devam ediyor. Gözü otobüs durağında bekleyen bir genç bir kadına takılıyor, aklına yakınlaştığı, aynı yatağa girmeleri an meselesi olan hemşire geliyor. “Artık bir şeyler olmalı onunla da!”
Farklı yollarda, farklı sokaklarda ama aynı doğrultuda ilerleyen arkadaşlarını düşünüyor, çoğuyla gece telefonda mesajlaşmış; “Herkese başarılar,” diye mırıldanıyor. Telefona halen onlardan mesajlar düşüyor; kimi son bir soru soruyor, kimi öylesine laf atıyor.
Annesini, ona erkenden uyanıp çay demleyen ve kahvaltı hazırlayan annesini düşünüyor. Zaten erken uyanan bir kadındır, bugün biraz daha erken uyanmıştı. “Sen zaten başarılı bir çocuksun Tuna,” demişti gururla. Babası ise gece telefonda konuşmuştu onunla. Her zamanki sesiyle… Babası, ona bakınca kendisini görüyordu! Narkissos gibi… Suya değil, oğluna bakan bir modern Narkissos! Fakat bu modern tanrı mızmız, hasta, sürekli tahlil veren zayıf bir bünyeydi. Tuna yolculuğa başlarken de babasını düşünüyordu, şimdi de! Babasının psikolojik sorunları vardı, buna artık emindi Tuna. Tuna’nın bu girdiği kaçıncı ulusal sınavdı? İki elin parmaklarını geçmişti muhakkak. Tuna hiçbirisinde tökezlememişti ve bu sefer gireceği sınav son sınav olabilirdi. Tuna tıp fakültesinden mezun olmuştu, sırada TUS sınavı vardı, yani uzmanlık sınavı… Bu sınavı da diğer sınavlar gibi önemsiyor Tuna ama eski hislerle değil. Eskiden başarılı olmak, yarışı önde bitirmek, gururlanmak ve gururlandırmak, kendisinden söz ettirmek, etkileyici bir çocuk olmak, harika gözükmek gibi arzuları vardı. Mezun olur olmaz doktor adayları kurayla ülkenin farklı noktalarına pratisyen hekim olmak üzere gönderilir Türkiye’de. Tuna’ya da Şanlıurfa şehri denk gelmişti. Pek de önemsememişti Tuna nerede çalışacağını; hemen ev tutmuş, yerleşmiş, hastaneden arta kalan zamanlarını film izleyerek geçirmişti. Bazı günler iki film birden izlediği oluyordu. Eşyaları arasında tek titizlendiği şey büyük televizyonu ve ses sistemiydi. Babasının mezuniyet hediyesiydi bunlar…
TUS sınavına gecikmeden başvurmuş, başvurduğu gün çalışmaya başlamıştı. Aslında Tuna mezuniyetinin son yılından beri bu sınav için çalışmalar yapıyordu. Ondaki hafıza Allah vergisiydi, çok çabuk ezberleyebiliyordu okuduklarını. Tıp fakültesini kazanmak için sayısal bilgi önemliydi ama bölümdeki eğitimde sözel beceriler ön plana çıkıyordu. Ezberlenecek, akılda tutulacak, betimlenecek çok fazla bilgi vardı! Keza kıyaslama, yorumlama, açıklama gibi sözel özellikler…
Peki, ne olmuştu?
Niçin gurur basamaklarının en tepesindeki bu sınavı an itibariyle o kadar önemsemiyordu?
Çünkü ölümler görmüştü, sahici, kâğıt üzerinde olmayan, kendisinin de sorumlu olduğu, kendisinin de dokunduğu ölümler. Tabii doğumlar ve inanılmaz sancılar… Takdirle tekbirin ötesinde, eğer ki bir cehennem varsa, ki evvel zamanda birileri cehennem diye bir yer düşlediyse bugün o düşler gerçek olmuştu: Şanlıurfa Devlet Hastanesi bir cehennemdi! Ateş yerine litrelerce kan, zebaniler yerine entübe yakınını bir ümit kapıda bekleyen sağlıklı insanlar, odun yerine kırık kemikler, her yerde duyulan inleme sesleri, cennetten sızıp gelen bebek ağlamaları ve kantinlerde çay içip sohbet eden Azrailler. Zamanın farklı akması hastanenin cehennem olmasına bir kanıt değil miydi? Antik çağlardaki bir insanı hastanede diriltmeyi başarsak, dirilir dirilmez şöyle bir çıkıp koridorları dolaşsa, yolu önce ameliyathanelere, sonra morga düşse, demez mi burası cehennem diye. Tuna’nın bu cehennemdeki en beğendiği ve üstat bellediği doktor bir ortopedi uzmanıydı. Arkadaş gibiydiler. Hatta abi kardeş… İsmi Özkan’dı. Operatör doktordu. Doktordan ziyade bir kasabı andırıyordu iri bedeniyle. Elleri de bir kasap gibi oldukça işlek ve hızlıydı. Kasaptan tek farkı insan bedenini kusursuz bir şekilde biliyordu. Kendisinin deyimiyle “hatalı bedenleri” bile. Doktorluk, özellikle de cerrahi alan, el becerisi gerektiriyordu; bilgiden, kuramdan ve daha nice şeyden önce! Tıpkı bir sanatçı gibi kırılan kemikleri düzeltiyor, onarıyor, birleştiriyordu Özkan abi. Hastanın altındaki kanlı örtüyü kast ederek “Bu örtü bizim tuvalimiz Tunacığım,” demişti. Yaptığı en zor ameliyatlardan birisini tümüyle takip etmişti Tuna; o gün nöbetten çıkmıştı, uyuması gerekiyordu ama merakına yenik düşmüştü. Bir erkek hastaya kalça protezi takılacaktı. Hastanın kalça kemiği tümör sebebiyle alınmıştı. Tuna hastayla tedavi esnasında tanışmıştı. Adamcağız insandan ziyade bir acı öznesiydi. Karısı Tuna’ya adamın gençliğini göstermişti, aygır gibi bir insandı; ama tümör… Garip o kadar acı çekmişti ki Tuna ona baktıkça ölümün daha iyi bir seçenek olduğunu düşünmüştü. Özkan abisine de bu konuyu açmıştı. Özkan abisi gayet rahat bir sesle “Ölebilir, rahatlayabilir; orası önemsiz… Önemli olan o kalça protezini başarıyla takabilmek!” demişti. Ameliyat başarılı geçmişti. Bir deri bir kemik kalan adam nasıl becerdiyse bu zor ameliyata dayanabilmişti. Ama acı… ondan sonraki acı… yani protezden!
Pratisyen hekimlerin en önemli işi hastalığı teşhis etmek, tedaviyi beceremiyor veya teşhiste şüpheye düşüyorsa bunu uzman doktora bildirmekti. Hastanenin ön safları onlara aitti. Hemen ardı uzman doktorlarla doluydu. Ameliyatlara operatör doktorlar giriyordu. Akademik unvanlar ise sonra ve pratikle beraber yürütülen teorik-klinik çalışmalar neticesinde kazanılıyordu. Tuna hiyerarşi beklemişti Şanlıurfa’ya giderken; ta ki bir profesörden “Özkancığım sen bu işi daha iyi yaparsın,” lafını duyana dek. Çünkü Özkan abinin elleri sihirli gibiydi.
Tuna, Özkan abisi gibi olmanın düşlerini kurardı bazen. Şimdi, sınava giderken de aynı düşü kurması gerekiyordu, kursa iyi olurdu ama kurmuyordu nedense.
Nöbet günlerinde canı sıkkın olurdu Tuna’nın. Uykusuzluğu pek sevmezdi ama hemşireleri ve onların maaşlarını düşününce rahatlıkla katlanıyordu nöbetlere. Yeni özümsediği bir duygu da aracıydı uyanıklık konusunda: Adrenalin! Çoğu doktor bu duygu sayesinde çok az uykuyla yaşayabiliyordu. Bir gün yine nöbet için hastaneye gitmişti. Acildeki hastalara bakacaklardı. Türkiye’deki acil servisler ciddi bir sorundur; sosyolojik ve tıbbi bir sorun, hatta psikolojik… İnsanların acil servise güveni düşüktür ve gergin bir şekilde gelirler hastaneye. Tuna, sağlık bakanı olsa ilk düzelteceği yerler acil birimleri olurdu. Orada en güzel malzemeleri kullanır, tertemiz tuvaletler yaptırır, rahat koltuklar koydururdu. Hatta çay kahve servisi… Kocaman hastane bomboşken, birileri odasında rahatça televizyon izliyorken birileri acil servislerin önünü dolduruyordu. Oysa bu insanlar için daha rahat alanlar yapılması zor değildi.
Ambulanslar, köylerden gelen arabalar, doğum sancısı çeken kadınlar ve çocuklar… Tuna kariyeri boyunca sadece üç kez ilginç bir vakayla karşılaşan bir doktorla tanışmıştı Şanlıurfa’da. “Öyle şeyler filmlerde oluyor,” demişti doktor gülümseyerek. İnsan fizyolojisindeki sıkıntılar genelde benzerdi, coğrafya belirleyici bir rol oynuyordu, Şanlıurfa’da sıcak çarpması, su ve gıda zehirlenmesi gibi hijyene dayalı vakalar çoktu. Kalabalık ailelerde bakteriler daha çabuk çoğalıyorlardı. Tuna gelen hastalara bakıyor, inceliyor, çabucak koyuyordu teşhisleri. Zaten hali hazırda gelişen tahlil-teşhis döngüsü oldukça yardımcı oluyordu onlara. Genelde kan veya idrarda ne var ne yok belli oluyordu. Tam nöbetini bitirip devredeceği esnada bir trafik kazası vakası geldi. Dört kişi takla atan bir arabanın içinde yaralanmışlardı. O günün ortopedi nöbetçisi Özkan abiydi. Hemen haber uçuruldu, ameliyathane hazırlandı; Tuna da nöbeti bitince katılmak istedi ameliyata. Yetkili hemşire “Doktor Bey,” dedi ona buyurgan bir sesle: “Bu iş uzun sürer, isterseniz gidip dinlenin sonra yine gelirsiniz.” Sahiden de dokuz saat sürmüştü tüm ameliyatlar. Üç uzman doktor, aynı anda sürdürmüşlerdi ameliyatları. Dört hastada toplam yirmi altı kırık tespit edilmişti. Tuna, hemşirenin sözünü dinlemiş, evine gidip dört saat uyumuş, bir şeyler yiyip geri hastaneye dönmüş, eline kahvesini alıp ameliyathaneye girmişti. Ameliyathaneye farklı branşlardan doktorlar girip çıkıyordu; ciğeri delinmişti bir hastanın, bir hastanın kalple ilgili sorunları vardı, bir hastayla beyin cerrahisinin ilgilenmesi gerekmişti. Bir hastanın da göz kaybı olmuştu. İçerisi kan revandı!
Üç hasta toparlanmış, bir erkek hastada işlemler devam ediyordu. Tuna, Özkan abisini gördü. Bir makine, bir robot gibi çalışıyordu. İnanılmazdı dikkati… Üstü başı alçıya bulanmıştı. Tuna nedense nefesini tutmuş, sakin bir yere, diğer pratisyen hekimlerin yanına geçmişti. Kahvesi soğumuştu, fark etmemişti. O an için üç pratisyen hekim oradaydı, üçü de şok olmuş gibi Doktor Özkan’ı izliyorlardı, arada su içmek dışında dur durak bilmeyen, zamanla yarışan bir beyaz makineyi… Anlamıştı Tuna: Hastanın kaburga kırıkları ölümcül boyutlardaydı. Tuna sonradan ona ilginç gözükecek bir durum içerisindeydi: Hastanın yüzüne ameliyathaneye girdikten on altı dakika sonra bakmıştı. Hasta o an ölmüştü.
On altı yaşında iri bir çocuktu. Tıbbi geçmişinde hiçbir sorun yoktu.
Doktor Özkan bir adım geri çekilmiş, elinin tersiyle alnındaki terleri silmiş, bir hemşirenin uzattığı peçeteyi almıştı. Peçeteler yetmiyordu terini kurutmak için. Ne lavaboya gidiyor ne başka bir şey yapıyordu, sanki hasta ölmemiş gibi sedyeye bakıyordu. Hemşireler hemen işlemlere başlamıştı, hastanın üzerindeki iğneler falan her şey temizlenmeliydi. Kalp cerrahı kafasını kaldırıp derin bir soluk koyuverdi. Başhemşire talimatları sıralamaya başladı. Doktorların işi bitmişti, hemşirelerin ise birkaç işi daha vardı. Genel cerrah dışarıya çıktı, onu bir bağırış ve feryat takip etti: Hastanın yakınlarıydı bu kişiler… Tuna’nın anlamadığı bir dilde, Kürtçe ağıt yakıyorlardı. Yavaş yavaş anlıyordu ama Tuna bu dili. Acının öyle dili falan da yoktu, yürekten gelen haykırma, edebiyatçıların tahliliyle basit sözcüklerin dayanılmaz tesiri…
Yaşamak derin bir yolculuk, yolculuk türemiş sözcüklerle bezenmiş bir derinlik…
Ölüm basit!
Acil kapısının önünde birileri kavga dövüş sırasını beklerken, boğazındaki bir ağrı sebebiyle doktorlarla kavga ederken ameliyathanedeki işler bitmişti. Bir genç adam ölmüştü.
Tuna ölen çocuğa yaklaştı. Yüzü de hasar görmüştü kazada. Dört dişini çektikleri için ağzının etrafı şişmişti. Elmacık kemiklerinden birisine kan oturmuştu. Cam kırıkları alın kısmını parçalamıştı. Sol kulağa gelen darbe ne kadar şiddetliyse kulağı ezmiş, kafa kemiğini bozmuştu. Sağ kaş yok olmuş, gözler kapanmıştı. Boynunda büyük olasılık ölmeseydi onu çok zorlayacak ağır bir kırık vardı.
Doktor Özkan elini yüzünü yıkamış, önlüğünden kurtulmuş, özensizce giydiği kıyafetler yüzünden mahalleden bir abiye dönüşmüştü; ayağındaki terliklerle hanımı tarafından bakkala zorla ekmek almaya gönderilmiş bir adamı anımsatıyordu. Sanki az önce bir mucizenin eşiğinde değilmiş gibi, sanki az önce ellerinin altında birisi ölmemiş gibi… Hafifçe gülümsemişti onun bacağındaki lekeleri çıkarmak için eğilen hemşireye. Tuna’yı fark ederek “Ee çırak… ne bakıp duruyorsun? Hiç olmayacağını mı zannediyordun?” demişti. Ölümü, aniden gelen ölümü, tam neşeli bir anda gelen ölümü kastediyordu. Genç bir ölümü, daracık bir arabanın içinde son bulan yaşamı kastediyordu. Bu adam nereden anlamıştı Tuna’nın bu anı ötelediğini?
“Abi,” dedi Tuna saçma bir tevazuuyla: “Tebrik ederim!”
Pratisyenlerin genel kanısı “tebrik” yönündeydi. Üç hasta kurtarılmıştı. Bir hasta içinse bir doktorun yapabileceği her şey yapılmıştı.
Doktor Özkan pratisyenlerin tümüne seslenmişti cevap olarak: “Boş verin tebrik etmeyi falan… Çocuk öldü, şimdi çıkın dışarıya ve insanlar size yaklaşabilirse başınız sağ olsun deyin.”
Üç gün sonra birlikte bir kebap salonuna gitmişlerdi. Tuna gireceği uzmanlık sınavından bahsediyordu. Özkan abisi bir an durdurdu onu, şöyle seslendi: “Avuçlarına ölümün yerleştiği gün doktor olacaksın, o gireceğin dandik sınavı geçince değil!”
Tuna sınava girmek için ailesinin yaşadığı şehre, İzmir’e gelmişti. Sınavlar her ilde yapılmıyordu çünkü. Yirmi dakika sürmüştü okula ulaşması.
Navigasyon ısrarla “Sola dönün” diye bağırıyordu.
Tuna susturuyor sistemi. Alışkanlık gereği telefonu çıkarıyor aparattan ama yanına alamayacağını hatırlıyor.
İniyor arabadan, derin bir nefes alıyor. Elinde sadece kimliği ve sınava giriş belgesi var.
Arabasını “Yürümenin biraz iyi geleceğini düşünüp…” uzağa park etmişti. Başlıyor yürümeye… Neşeleniyor yürüdükçe. Annesi çok ısrar etmişti “gelmek” için.
Geniş bir cadde, cadde boyunca beş altı katlı apartmanlar… Apartmanların altında dükkânlar, onların küçük bahçelerinde küçük ağaçlar… Bir su birikintisi görüyor az ötede; gece yağmur yağdığını, balkonda sigara içen annesiyle sohbet ettiğini hatırlıyor. Annesi ona mutfak dolaplarını değiştirmek için ustayla yaptığı görüşmeyi anlatmıştı. Tuna kazandığı parayla yardım edebileceğini söyleyince annesi gülüp “Gerek yok,” demişti.
Tuna bir an fark ediyor: Suyun etrafı güvercinlerle dolu. Bir güvercin ise suyun az olduğu yerde çırpınıyor. “Araba çarpması,” ilk ihtimal olarak gözüküyor Tuna’nın gözüne. Yaklaşıyor korkulu adımlarla. Güzel ve önemli bir günde, harika bir İzmir sabahında bu çırpınan güvercin de nereden çıkmıştı? Tuna kedileri düşünüyor, İzmir’in her yerindeki kedileri… Bu zavallı kuşu görmeleri halinde işler fenalaşabilirdi. Kuşu alıp veterinere götürse… Hem etrafta veteriner yoktu hem de bu iş için zamanı… Acayip bir kararsızlığa düşüyor. Güvercini yerden alıp kaldırıyor. Ne yapacağını tam bilemiyor aslında, en azından güvenli bir köşeye bırakmak istiyor. Bir an güvercinle göz göze geliyorlar. Güvercin o an son bir titreyip ölüyor. Tuna’nın ellerinde ölüyor. Tuna “görünce kimse etkilenmesin” diye -hassas çocuklar geliyor aklına- güvercini bir çöp kutusunun içine bırakıyor. Hoş gözükmüyor bu yaptığı iş. Ama olan oluyor.
Aklına sedyedeki çocuk geliyor. “Ölüm,” diye mırıldanıyor sakince. Ellerine güvercinin sıcaklığı geçmiş, “Ölüm,” diye mırıldanıyor tekrar: “Artık avucumun içinde misin?”