mask, revolt, anonymous-8147707.jpg

ARTIK ÖLÜM

 

Yetmişli yaşlarda ‘akademisyen’ unvanlı bir erkek yükseltmişti sesini. Sesi, televizyon isimli mekanik bir aygıtın içinden milyonlarca insana ulaşıyordu. Buna rağmen pek sorumluluk hissetmiyordu sözcüklerini seçerken. Hoyrat bir jokey gibiydi koltuğunda. Çünkü haklıydı, haklı çıkmıştı ve bu onu güçlendiriyordu. “Düşünmek…” diyordu sürekli:

“En iyisi isimler üzerinde düşünmek! Biraz konuşabilmek… Atalardan bize harfler miras kaldı. Biz de onları yan yana getirip isimler oluşturduk. Sonra isimleri yan yana getirip topluluklar oluşturduk. Kapandık içimize ve benzer harfleri seçtik yeni nesiller için. Çoğalsak da çoğalamadık… Mehmet, Ayşe, Fatma, Ahmet, Yusuf, en çok da Mustafa koyduk isimlerimizi. Cesur olsun istediğimize Fatih dedik yıllar boyunca. Her Mehmet birbirine benzedi zamanla… Kimse merak etmedi bunun sebebini. Öğretmenler en çok Poyraz isminden çekti. Çoğala çoğala eksildi aslında Mehmetler. Bugün ise yitirdik Mehmet’i. Önemsizleşti Fatih… Umut… Aydın… Cem… Özge… Ayşe… Sezen… Bu tüm dünyada bir virüs gibi yayıldı zihinlere; Papa sözcüğünü soy isimlerine iliştirdi Yunan halklar, Brezilyalılar Jesus dediler çocuklarına, hatta Messiah isimleri gözüktü vakti zamanında putlara tapan ve zorla Hristiyanlaştırılan Afrika topluluklarında, on iki havarinin tüm isimleri yayıldı gitti bir zamanlar birbirinden habersiz topluluklar arasında: Sömürge gemileriyle fareler, hırsızlar, şiddet düşkünleri ve havari isimleri birlikte yayıldılar. O yüzden gelin bırakalım duygusallığı. Çocuklar aynı olduklarını bilmesinler… Sanki yeni bir tür gibi açsınlar gözlerini. Lanetli çünkü onlar… Acılara doğacaklar ama acı ne bilmeyecekler. Kimse onlara acıyı anlatmayacak. Nasıl ki araba sürerken ezdiğimiz kedileri umursamadıysak… İşte o kedi bugün çocuklarımız… Ne zaman ezilecek diye gözlerinin içine bakacaksınız, bir de isim ekleyip yaşama, yaşamı zorlaştırmayın. Doğurun çocuklarınızı, büyütün onları ama konuşmayın. Nasıl ki gözlerimizi lösemi hastanelerinde gezdirmedik, bunu başarabildik, konuşmamayı da başarabiliriz. Nasıl ki bir an olsun dilsiz insanları düşünmedik, şimdi dilsizleşip onları hatırlayabiliriz. Nasıl ki sizden olmayanın ölümü sizin içinizi bile titretmedi, şimdi sıra sizde!  Çocuklarınız konuşsun, yeni bir dil yaratsınlar, siz de onları dinleyin. Konuşmayın. Çünkü hakkınız yok. Çünkü konuşan insan gerçeklerden bahsetmekle yükümlüdür. Gerçek dili şişirir. Nasıl ki yıllarca şişkin dilleri hor gördük, şimdi, acı çekme sırası bizde.”

 

“Ne diyor bu adam Allah aşkına! Yaşını başını almış koca adam… Tabii ona göre hava hoş. Sanki çocuk doğuracak rahim kaldı bizde.”

“Hey kime diyorum ben. Kiminle konuşuyorum. Arda… Arda…”

“Arda niye cevap vermiyorsun? Hey sana diyorum. Hey Arda…”

“Ne olur Arda… Ne olur cevap ver.”

“Arda… Uyudun mu yoksa? Arda… Uyan, ne olur… Arda… Sonra tekrar uyursun.”

 

Nüfus, dünya savaşlarının ardından büyüdü. Şehirler yaklaştı birbirine. Sanayi hızla gelişti. İki katlı binalar, üç katlı, dört katlı… Derken gökdelenler dikildi. Yan yana dizildiği bile görüldü. Şehirlerin merkezi düzeltilemez bir hale geldiği için yeni cazibe merkezleri inşa edildi. Devasa tarlalar, binlerce konutla doldu. Semt içinde üç şerit yollar standart oldu. Kibrit kutusu boyutunda villalar, dört asansörlü binalar, rezidanslar ve kara zindanlar… Polisler, muhtarlar, emlakçılar… Çayyolu, çay ile bağlantısı olmayan, bu bağlantının kimse tarafından umursanmadığı, Ankara’daki emlak endeksi en yüksek semt haline geldi. Hırsızlar, mucitler ve bürokratlar yaşamaya başladı bu semtte ve iş adamları, müteahhitler, sanayiciler… Bu meslek sınıflarına ait insanlar hem hırsız hem mucit hem de bürokrattırlar. Ama bugün kimse onları umursamıyor. Onlar da ölüyorlar çünkü.

 

 

                        Üç yıl önce

 

 

Güneşli, güneşin kıskanç olduğu bir gündü, eski çağlardaki tanrılığını hatırlıyor, öfkeyle parlıyordu. Şaşıyordu mucizevi gövdesine bakarken: Onu unutanlara kızıyor, bu unutmaya sebep arıyor, insan denen mahlûkatı hem takdir ediyor hem yargılıyordu.

Arabalar savaşta cephe değiştiren atlar gibi kontrolsüz bir gidiş sergiliyorlardı. Binlerce litre benzin sırf güneşin hatırına savruluyordu gökyüzüne. Arka koltuğunda üç çocuğun olduğu bir Mercedes ise durmuştu. Kredilerle alınan bu lüks araç eşine ender rastlanacak mutlu bir aileyi taşıyordu. Çayyolu’ndaki tenha bir sokakta kurumla süzülürken kimse olacaklardan haberdar değildi.

Önce çocuklar indi araçtan… Sonra ebeveynler…

“Koşmayın Esra… Canberk kime diyorum?”

Annesini duyunca yavaşladı Canberk, ablası Esra’nın sinirine dokunacak bir sesle “Dedeme ben söyleyeceğim…” diye bağırdı. Gülüşmeler yükseldi ailede. Mutlu bir haber söz konusuydu çünkü. Ailenin babası Murat, terfi almıştı iş yerinde. Ücretsiz yaptığı ek mesailerin karşılığını sonunda görmüştü. Oysa bir yıl içinde öleceğini bilmiyordu. Bilse sırf iş yerindeki performans uğruna çok severek gittiği yoga derslerinden vazgeçmezdi. Onlarca kez aldığı “Parası batsın, bırakıyorum ben bu işi…” kararını uygulardı. Bilse, üç çocuğun babası olmaz, ömrünü melankolik bir roman okuru olarak, annesinin dizinin dibinde geçirirdi. Bilse, Bodrum’a taşınır, barmenlik yapardı belki de. Terfi aldığı bu işe asla katlanmaz, özel okul taksitlerini düşünmez, vadeli hesaplarına olan bağımlılığını sürdürmezdi. Ama bilmiyordu. Bilmiyordu ve hareket etmek, uyum sağlamak istiyordu. Neşe saçarak babasının bin bir çabayla aldığı villanın ziline bastı. Kapıyı annesi açtı. Çocuklar babaannelerine sarıldılar. Evin Golden cinsi köpeği inanılmaz bir enerjiyle aralarına karıştı. Etraf orman toprağına – çalınmıştı ormandan zırf zevk uğruna, bir avuçtan ne olacak sanki denerek- özenle ekilmiş sardunyalarla kaplıydı. Hâkim renk kızıldı.

Murat, babasıyla mangal muhabbetine başlamış, kadınlar bir köşede dedikoduya oturmuştu. Canberk ise köpekle koşturuyordu sağa sola. Hoş öyle koşturacak büyük bir bahçe de yoktu. Bu villa, “Villa Turunç” isimli bir sitenin içindeydi. Site, vakti zamanında yaşlı bir amcanın keyifle vakit geçirdiği bostan arazisine dikilmişti. Bugün o amcanın torunları bu villalar sayesinde milyoner olmuştu. Altı villa, birbirlerinden çit bitkileriyle ayrılıyordu. Dolayısıyla Canberk dikkatli olmalıydı koşarken.

Salonda, bahçeye yakın masada Esra tabletten bir şeyler izliyordu. Bir yandan da İnstagram’a az önce attığı fotoğrafı kontrol ediyor, gelen her beğeniyle mutlu oluyordu. Yorum yapan arkadaşlarına gülücükler gönderiyor, hayallere dalıyordu. Arkasında oturan abisi Gökhan’dan habersizdi. Gökhan, fen lisesinde okuyan harika bir çocuktu. O gün yorgunluk hissediyordu ve kendisini salondaki büyük koltuğa bırakmıştı. Kulağında bluetooth kulaklıkları vardı, blues şarkılarıyla hayallere dalmıştı, nicedir onu yargılayan eden yoktu çünkü dokunulmazlığını ilan ettiği bir yaştaydı, “Ergen…” diyorlardı ona.

Esra “Abi…” diye seslendi: “Rekor var İnstagram’da… Bukle Kız beş milyon takipçiye ulaşmış.”

Bir tuhaf sessizlik… Esra, çocuksu bir kavrayışla fark etti bunu, etrafına baktı, ona karşı tepkisiz kalan abisine, babasının deyimiyle “ergen” diye kızdı. Onun heyecanına bu kadar tepkisiz kalması sinir bozucuydu. Sinirlendirmeye karar verdi onu. “Hey sana diyorum deli çocuk…” diye bağırdı. Sonra birden abisinin uyuduğunu fark etti. Utandı bağırdığı için… Gidip bu zamansız uykuyu mangal başındaki dedesine anlattı. Birkaç dakika sonra evin diğer oğlu, ailesiyle birlikte göründü. Ardından evin yeğeni ve kalabalık ailesi… Bahçe bir anda çocuk kahkahalarıyla esneyip genişledi sanki. Herkes bu genişlikten nasiplenip hafifledi. Hafifçe sokuldular birbirlerine. Sözden ziyade tebessüm ve eylem önemseniyor, insanlığa dair bir umut sahnesi sergileniyordu. O yüzden biraz sahtelik vardı hareketlerde. Saklanıyordu bazı gerçekler. Ama yine de keyifliydi gerçekleri saklayanlar. Gerçek, çok derinlere saklanmıştı çünkü. Gerçek kömürleşmişti. Gerçek yanmak üzere bekletiliyordu. Bir şişe şarap açılmış, istekli kadehlere dökülmüş, ortadaki yüksek sehpaya kuruyemiş kaseleri konmuştu. Genel bir hareketlilik ve yerinde duramama hâli vardı bahçede… Kıyafetler sayesinde sağlanan bir renk cümbüşü ve şarapla esneyen insanlar…

Evin emektar annesi salondan mutfağa doğru geçerken uyuyan torununu gördü. Peşinde de en küçük torunu… Önemsenen bir duyarlılık var evin annesinde: Torununa tabak taşıma sorumluluğunu verecekti. “Belki de bardaklar…” diye düşünüyordu. Acılar içinde inleyen dünyada bu anneannenin tek derdi buydu: Torunu basit bir tabak taşıyacaktı, acaba bunu başarabilecek miydi? Aynı anlarda bazı çocuklar tüfekle atış yapmayı denerken bu küçük çocuk tabak taşımayı acaba başarabilecek miydi? Aynı anlarda bazı çocuklar takdir görme pahasına cinayet işlemeyi bile düşlerken bazı çocuklar kimseyi umursamayan bir bencillikle tabletlerinde oyun oynuyorlardı. Anneannesi torununun pek de amacı olmayan bir eyleme kalkıştığını gördü, onu uyarmaya hazırlandı; aksi mümkün değildi, görmezden gelemezdi, hata varsa geribildirim anında olmalıydı.

Çocuk, uyuyan kuzenine “Gökhan abi…” diye seslendi: “Uyumuyorsun biliyorum. Şaka yapıyorsun bize…”

Sarıldı Gökhan abisine…

Anneanne durakladı, kalbinin sıkıştığını hissedince kalp krizinden şüphelenip yakındaki koltuktan destek aldı. Gökhan’ın bir kolu koltuktan aşağı düşmüştü.

Çığlık yan villanın kahve içen hanım kalabalığına bile ulaştı. Uzayıp giden bu çığlık bir ilkti. İlk çığlığın öznesi önemsizdi, unutulup gidecekti.

Gökhan ölmüştü. Onu, çiğnediği sakız öldürmüştü.

 

Bir mezbele… Şehrin kuytusunda, aslında herkese yakın ama kimsenin gitmek istemediği bir yer. Mesela bu mezbele, son zamanlarda adından sıkça bahsettiren bir gece kulübüne sadece on sekiz kilometre uzaklıktaydı. Bu gece kulübünün önünde renkli bir gösteri icra edilirdi daima. Gece kulübünün karşısındaki binada oturan Ali Bey bu gösteriyi bir zekâ oyununa dönüştürmüştü. Gösteri, sigara içmek için dışarıya çıkan kalabalığa aittir. Kendiliğinden oluşan renkli bir gösteridir. Çarlık Rusya’sındaki baloların aksine bir kuralsızlık hâkimdir bu gösteriye. Bu çağa uygun, renkli bir kaos da denilebilir. Ali Bey, “Bu çağ Anna Karenina çağıdır,” diye düşünürdü. O genç kadını ölüme sürükleyen sebepler bu çağın eğlencesidir, neşesidir, tüketimidir. Her cuma ve cumartesi coşkuyla sergilenen bu gösteri, her gösteri gibi sınıfsal bir çelişki gizler içinde. O yüzden bu gösteriye “Parfümlü Maskeler,” adını koymuştu Ali Bey. Mezbeleler ve maskeler birbirine karışmıştı bu şehirde.

Mezbelede ise farklı, dramatik bir gösteri sergileniyordu.

Üç yıl önce mevcut hükümet tarafından alınan kararname, mezbele ofisinin duvarında asılıydı. Bu kararname çöpler ve ölüler olmak üzere iki ayrı başlıktan oluşuyordu. Çöp toplamak yıllardır aynı yöntemle tatbik edilir, gece olunca belediye kamyonları çöp konteynerlerini gezerdi. Ölüleri toplamak ise güncel bir meseledir. Bu meseleden sorumlu kurumun mezbeledeki temsilcisi Hacı Bekir’dir. Bu iyi yürekli kişilik, Hacı isminden nedense pek hoşlanırdı. Kim bilir, belki de Malatya iline dayanan kökeni bu isme bir anlam katmıştı. Vakti zamanında dedesi çıkıp bu şehre gelmiş, Hacı Bekir’e de bu mezbele düşmüştü. Belediyenin çalışkan elemanlarından birisiydi. İşi ise “kamyonları” organize etmekti. Bu kamyonların adı ise pek bir manidardı: “Ölübüs!” Velhasıl basit, hatta çocukça bir isim… İşte biri daha geliyordu. Hacı Bekir, elini kaldırıp bir yeri işaret etti. Ölübüs’ün şoförü, şaşılası bir yavaşlıkla onun gösterdiği yere ilerledi. Birkaç dakika sonra bir sigara ikram etti Hacı Bekir bu şoför arkadaşa. Gözü, ölülere takıldı çakmağını alevlerken. Şoför “Bazen tanıdıklar oluyor…” deyip kökledi sigarasını. Hacı Bekir ise “Tanımak önemsiz artık…” diye katıldı ona: “Tanınmak, tanınır olmak, tanışmış olmak… Eski mahalleden birisini gördüm geçen gün. İsmi torbanın kenarına iliştirilmişti.” Şoför, kol saatini göstererek “Geçen havalimanındaki bir ölünün kolundan aldım, acayip pahalı bir şeymiş…” dedi, saati söyledi sonra. Oysa Hacı Bekir saatten haberdardı. An be an takip ediyordu saati, çünkü kamyonların kaydı tutulmalıydı; devlet, nedense kayıt tutmak konusundaki ısrarcı tutumunu sürdürüyordu. Bravo devlete. Hacı Bekir gelecek kuşakları düşünen duyarlı bir vatandaştı, o yüzden o kayıtlarını kendi diliyle, bir günlük şeklinde tutuyor, kendi mesleğini önemsiyordu. Unutulmamalıydı bu günler… Şoför Ölübüs’ü işaret ederek “Bizim çocuk nedense çok seviyor,” diye seslendi ve gülmeye başladı. “Eskiden olsa bindirmezdim onu. Şimdi biniyor. O ne isterse yapmaya çalışıyorum. Ona çikolata yedirmek bir mutluluktu. Şimdi değil.”

Bu kamyon, yani Ölübüs, aslında tavuk taşıma aracıydı. Yüzlerce kafes, kamyon kasasına nizami bir şekilde dizilmişti. Bu kamyon sayesinde tavuklar canlı olarak bir yerden bir yere nakledilebiliyorlardı. Minik minik kafesler ve hareket etmek üzere evrimleşen tavuklar… Hükümetin aldığı kararla bu kamyonların önce sayısı arttırılmış, sonra niteliği değiştirilmişti. Zaten tavukçuluk da eskisi kadar rağbet görmüyordu. Nice fabrika gibi… Nice iş gibi…

“Bu silah!” diye sordu kamyonun şoförü: “Yeterli olur mu?”

Hacı Bekir belindeki silaha dokunup “Bilemiyorum…” dedi: “Zaten içeride otomatik tüfekler de var. Hem tekrar geleceklerini sanmam. Saçma bir eylem oldu çünkü.”

Yakın zamanda mezbeleye büyük tekerleklere sahip Off-Road kamyonetleri girmiş, içinden inen kişiler gelişigüzel bir sürü mermi yakmış, bazı cenazeleri çukura fırlatıp kaçmışlardı. Oysa etrafta mermilerden etkilenecek bir şeyler yoktu; toprak emmişti mermileri, çelik çınlamıştı, Hacı Bekir ise kendisini ofise kapatmıştı. Neyse ki gelenlerin Hacı Bekir ile ilgileri yoktu, sadece ofisi kurşunlayıp korkutmuşlardı onu.

Kamyonun etrafında dolaşmaya başladılar, Hacı Bekir “Doldu mu bugün de?” diye sordu. Evet yanıtını alınca tüküresi geldi. Sigarasını yere atıp çiğnedi. Gözü, Çukur’a takıldı. Az ileride çok derin bir çukur kazılmıştı. Ölüler, Çukur’un içine mekanik bir düzenle yerleştiriliyordu. Bu düzenek ODTÜ mezunu bir mucide aitti. İki parçadan oluşuyordu. Birinci parça, Çukur’dan çıkarılan devasa toprak yığınına gömülü vaziyetteydi. Oradan aldığı belli miktarda toprağı, düzeneğin ortasına getiriyordu. Kamyonlardan bir iş makinesi yardımıyla alınan ölüler, bu toprağa bırakılıyordu. Daha sonra toprak birkaç işlemden geçerek ölüyü tıpkı bir kundak gibi sarıyordu. Bu sarım işlemi Hacı Bekir’e pamuk şekerlerini hatırlatırdı. Birinci işlem kundak yapmaktı. İkinci işlem ise kundağın diğer düzeneğe taşınmasıydı. Bu düzeneğe Hacı Bekir “Çıngırak” ismini vermişti. Bu düzenek çocuk beşiklerine takılan çıngıraklara benziyordu çünkü. Çok kolluydu, Çukur’un içinde rahatça hareket edebiliyor, gelen kundağı, Çukur’da boş bir yere yerleştiriyordu. Bu vinç benzeri düzenek sayesinde ölü kişi, önce yeryüzünde toprağa gömülüyor, sonra yer altına gidiyordu. Bu sayede kaba saba yöntemlerden vazgeçilmiş, muhalefetin toplu mezarlıklar eleştirisine medenice bir çözüm bulunmuştu.

Dakikada bazen yedi, bazen on kundak gömülüyordu Çukur’a.

Hacı Bekir saatine baktı. Her saat başı makineyi kontrol etmeliydi. Aklına densiz bir arkadaşının “Gelsin sarmalar…” deyişi geldi. O gün bugündür sarma yemiyordu Hacı Bekir.

 

            Emekle örülmüş dürüst yaşamlar son yolculuğuna çıkmadan önce derin bir nefes almak ister bu şehirde. Derinde bir nefes arar. Sonra çok sevdiği koltuğuna oturur ve pencereden dışarıya bakar. Baktığında bir nehir görür. Baktıkça bulanıklaşır nehir. Bu nehir insanlardan oluşuyordur. İnsanlar geometrik bir düzene sahip şehirlerde özgürce hareket ediyorlardır. Peki, geometri söz konusuysa hareket gerçek midir? Hareketin kendisi de geometrik bir mucize değil midir? Bunu düşünür, bu düşünceyle övünür; kahvesini yudumlayıp gazetelerini okur, ölüm yakın değilmiş gibi dikkatle inceler politik gelişmeleri, sonra yeni çıkan banyo seramiklerine bakar ve güneşi bir romanla batırır. Nedense devam eder romanlarını kaplamaya.

            Böyle yaşamlar şehrin sakin noktalarına denk düşer. Mesela Eryaman gibi… Eryaman, emekli insanlarla genç ağaçların birbirine kavuştuğu, uzak bir semttir. Uzakta olması onu ucuz evlerin olduğu bir muhit hâline getirir. Evler ise gayet güzeldir.

 

Sarı saçlarını bir karmaşa bitkisi gibi sermişti gecenin üzerine. Gece, yürüyüş sevenlerin kesiştiği noktaları severdi. Pencereden dışarıya sarkar, o noktalara bakardı. O noktalara denk düşen iki insanın duygusal kesişimi onu mutlu ederdi. O iki insan birbirleriyle hiç ilgilenmeseler bile… Gece, bir sigara yakar, umutla beklerdi. Çoğu zaman onun belirlediği noktalarda kesişirdi insanlar. Nokta belirleme konusunda ilginç bir başarısı vardı Gece’nin. Her şey, yaşadığı eve taşınmasıyla başlamıştı. Eski yaşamı anlamını yitirmişti. Ona ailesinden ilginç sayılan bir isim ve epey bir para miras yoluyla kalmıştı. O da çalıştığı bankayı bırakmış, eve kapanmıştı. Riskleri en aza indirgemişti: Ekmeğini kendisi yapıyor, alışveriş için en ücra büfeleri seçiyor, su markasını seçerken tercihlerini daima değiştiriyordu. Bu sayede onu öldürmek isteyen insanı tuzağa düşürdüğünü sanıyordu. Oysa bir şanstı yaşaması… Şimdilerde en çok konuşulan konu: Tesadüf! Öyle ki İtalya’da bir Tesadüf Tanrısı parodisi sahneleniyordu, ama sokakta!

Gece, siste bir mumla yürüyen insan gibi tedirgindi. Uzaydaki bu küçük yaşam bir olasılıktı artık. Kesinlik, sadece gece ve gündüzle ilgiliydi.

İnmeli, karışmalı yürüyüş yapan insanlara. Köpeklere, bitkilere, kapalı büfelere… Arabalarıyla kaygısızca gezen insanlara… Birisinin ona saldırmasından korkuyordu elbette. Çünkü “saldırı” artık     bir suç olmaktan çıkmıştı. Kimsenin suçları aldırdığı yoktu. Anarşi denilen ilginç düşünce somutlaşmış, bir oyuna dönüşmüş, özündeki derin düşünceden sıyrılmıştı. Duran arabaların içinden bıçaklar savruluyor, sabahın ilk ışıklarıyla beraber keskin nişancılar odalarının camlarına geçiyorlardı. Bu insanlar kendilerini kurtuluşa adamışlardı. Kutsal bir yolculukta olduklarını sanıyorlardı. Polisler, askerler ve güvenlik görevlileri… Artık bu meslekler geçersiz, sıkıcı, güvenilmezdi.

Artık mesleklerin bir anlamı kalmamıştı.

Öğretmenler sınıfa girdiklerinde karşılarında çocukları bulamıyorlardı.

Anarşi evvela uygar denilen ülkelerde başladı. Türkiye’deki vatandaşların sinmiş iradesi ve polisin aşırı gücü anarşiyi “Komik” bir mesele haline getirdi. Öyle dediler televizyonlardaki yorumcular. Hatta uygar ülkelerin insanlarıyla dalga geçtiler. Hatta uyanık bir siyasetçi onları her şeyin mükemmel olduğu Türkiye’ye davet etti.

Peki, nereye kadar?

Türkiye’de de anarşi başlamıştı. Öyle ki uygar ülkelerin anarşistleri durulmuş ve bu Türkiye’deki dava arkadaşlarına bakakalmışlardı. Atalarımızın da dediği gibi: “Deli deliyi görünce değneğini saklarmış!”

Gece, bıçak sakladığı çantasını sırtlanıp indi sokağa. İstatistiklerine göre günün en sakin saatleriydi. Korkuyordu insanlardan… Birkaç insan bile onu korkutmaya yetiyordu. Önce babasını, sonra annesini, sonra sevgilisini kaybetmişti. Bu üç insan birbirine tutunmuştu sanki. Tedirgin yürüyüşü tedirginlik açığa çıkarıyor, şehrin tedirginliğini büyütüyordu. Paranoyaları yüzünden sürekli dönüp arkasını kontrol ediyordu. Bir Ölübüs’ün kornalar çalarak hızla ilerlediğini gördü. Açık camlarından Neşet Ertaş türküsü duyuluyordu. Yakınlarda bir “Ölü Bırakma Noktası,” vardı. Bu noktalar sahipsiz ölüler içindi. Bir de bir anda ölen misafirler… Mesela Eryaman’a bir arkadaşını ziyarete gelmiş bir adam arkadaşıyla aynı anda bu noktaya taşınabilirdi. Her şey besinlerle alakalıydı. Bazı besinler öldürücüydü çünkü. Genelde ölüleri yakınları taşırdı Ölübüslere. Artık mezarlıklar sadece seçkinlere aitti. İnsanlar, seçkin olmayanlar ölülerini Ölübüslere emanet etmek zorundaydı. Zamanla seçkin olmanın da bir önemi kalmamıştı. Kimsenin onları aldırdığı yoktu. Anarşinin okları ilk onlara saplanmıştı çünkü. Yakın zamanda bir Ölübüs ile belediyeye ait bir cenaze aracı çarpışmıştı maalesef. Kazanın sonunda Ölübüs devrilmişti. Seçkin ölülerle ölüler birbirine karışmıştı. Bu talihsiz olay, bir etik soruşturmaya dönüşmüştü muhalefet kanadında. Her şeye rağmen politika devam ediyordu. Hükümet, bir anda ölen insanların olduğu zamanlarda bile hoyrat, gergin, acımasızdı. İnsanları bir arada tutmak yerine savunma ve saldırı arasında sıkışan bir yırtıcı bir hayvan gibiydi. Uğrak noktalara poşetmatikler konmuştu. Bu makineler kalın poşetler veriyordu insanlara. İnsanlar ölülerini bu poşetlere koyuyorlardı. Sonra alıp bu poşetleri Ölü Bırakma Noktası’na götürüyorlardı. Bu hazin noktada geçirilmesi gereken süre önce yedi dakika olarak belirlenmişti hükümet tarafından, sonra dört dakikaya düşürüldü. Dört dakikada veda etmeliydiniz ölünüze. İlk başlarda bu kararı protesto eylemlerinde onlarca insan öldü. Politikacılardan nefret eden insanlar bu bahaneyle yedi milletvekilini öldürdü.

…eylemciler kazandı. On dakika süre belirlendi.

Bir yerden sonra dört dakika kalan insan görülmez oldu.

Zamanla, Ölü Toplama Noktaları’nı bahşişle çalışan göçmen çocuklardan oluşan bir çete doldurdu. Bu ilginç çetenin içinde bir zamanlar özel okullarda okuyan çocuklar bile vardı. Çünkü sahipsizlik bir sis gibi yayılıyordu şehirde. Bu çetenin görevi ise basitti. Ölüsünü bırakırken arabadan inmeye üşenenlere taşıma hizmeti veriyorlardı. Çocuklar çabuk uyum sağlarlar, o yüzden birkaç denemenin ardından bu taşıma hizmeti bir oyuna ve yarışmaya dönüşmüştü. Gece’nin dikkatini biraz uzakta duran bir ölü çekti. Öylece duruyordu kaldırımda. Poşetin içinde, kocaman… Yüksek olasılık birisi onu erkenden atmıştı arabadan. Belki de korkmuştu ölülerin başında dolaşan çocuk çetesinden. Çünkü çocuk çetesinin bazı eylemlere kalkıştığı konuşuluyordu bir süredir. İstediklerini alamayınca canlarını alıyorlardı müşterilerinin. İstekleri ise sadece para değildi. Bu bağlamda, vakti zamanında hiç dinlenmeyen ama bugünlerde sürekli mikrofon uzatılan bir sosyolog “Para…” demişti: “Demek ki insanlığın güzel icatlarından birisiymiş. Parayı değerli yapan insanoğlu, asıl değerli olanı korumayı başarmıştı. Fakat bugün para değerini kaybettikçe hırs sahipleri sahip olacakları başka şeyleri arıyorlar.”

…ne saçma bugün sosyolojinin dikkate alınması!

Gece, ürpererek yakın zamanda sonlanan bir çılgınlığı hatırladı: Birileri uyanıkça düşünüp “Madem mesele besinler o zaman biz de besinleri tüketmeyelim,” demişti. Birileri ise “Ne yiyelim o zaman?” diye sorunca şu cevabı vermişti: “Avlanacağız.”

Birincisi insanlık avlanmayı unutmuştu. Adilce toplamayı ise hiç ama hiç beceremiyordu. İnsanlığın en iyi bildiği şey ise cinayet işlemekti. İnsanlar kardeşlerini öldürüp yemeye başladılar. Bu yamyamlık, kitlesel ölüm salgınını ciddi derecede azalttı. Fakat zaman içinde şu anlaşıldı: İnsan yiyenlerin virüs kapmamasının sebebi metabolizmalarıydı. İnsan yiyenlerin çoğu virüs kapıp ölmeye devam ediyorlardı.

 

Gece, bir dua mırıldandı yürürken: Bir devasa siyah poşet… Muhakkak ki perdelerin ardında uydurulan türlü türlü hikâyeler… Oysa gerçek çoğunlukla olduğu gibi basitti: Poşetin içinde obez bir kadın vardı. Maalesef, belki de günler sürecekti o kaldırımdaki varlığı…

Son zamanlarda Ateşe Tapanlar hortlamıştı. Onların bu ölüyü yakması muhtemeldi. Gece onlardan birisine mesaj atmayı düşündü, sonra vazgeçti. Evine döndü çabucak… İlk mutfaktaki çiçekleri gördü.

“Şimdi, şu anda, bu çiçekler de ölmeli. Benimle, bizimle birlikte. Menekşeler, hercailer, yaprak güzelleri ve dayanıklı devetabanları… Nicedir sulamıyorum bu çiçekleri. Komşumdan yadigarlar… Bir kokuyla uyanmış, merdivenleri inmiştim. Vukuatı irdelenemez bir önseziyle ilk ben almıştım kokuyu, çünkü kimse yoktu benden başka. Alt kat komşumun kapısı açıktı. Girdim eve. Her yer darmadağınık. Yağma olmuş. Duyuyorduk bunu. Birileri yemek yemiş masada… Komşum kadın ise sürekli oturduğu koltuğunda ölü. Geniş göğsü dikine kılıç darbesiyle parçalanmış. Sadece çiçekleri yağmadan nasibini almamış. Onları toplayıp evime çıkmış, belediye ekiplerini aramıştım. Bir saat sonra mübarek insanlar gelip kadını almış, evi sterilize edip birçok eşyayı yakmak üzere taşımıştı. Koku zamanla kaybolmuştu. Ama evin kapısı açık kalmıştı. Çünkü belediye ekipleri epeydir bu tip durumlarda kapıları mühürlemeyi bırakmışlardı.”

Gece, cep telefonuna gelen kısa mesajı görünce tekrar dışarıya çıktı: Belediyenin un dağıtan kamyonu sokağın başına gelmişti.

 

Kimsenin artık yumuşak yatakları umursadığı yoktu. Sokaklarda uyumak, arabalarda sevişmek, ağaç altlarında günlükler tutmak gibi eski dünyanın ayıplanan tuhaflıkları artık ayıplanmıyor, aksine imreniliyordu. Bir gazetecinin araştırmasına göre Batıkent ilçe polis karakoluna her gece “anarşist sevişme suçundan” en az üç çift getiriliyordu. Yani topluma açık yerde sevişme eylemi… Son yakalananlardan birisi doktormuş! Kerli ferli adam… Ama umursamıyor yaşamı. “Günahlar…” diye haykırmış yakalandığında: “Kimin umurunda… İnsanlar kimin umurunda…”

Doktor Berkunt Oymacı… Eski dünyanın âlimlerine tutkun bir adam… Seksen yaşı, doksana uzatan; en yaşlı hastaları bile evine koşarak gönderen, başarılı bir doktordu. Yaşamını yedi odalı büyük bir evde geçirirdi. Özellikle kalp kapağı değiştirmede isim yapmıştı. Ülkesinin her yerinden hastalar gelirdi ona. Banka hesabında ise çok parası vardı.

Bir gün… Bir gece…

Eve döndüğünde karısını mutfak masasının altında çıplak bulmuştu. Islak bulmuştu karısını… Karısı banyodan çıkıp nedense mutfağa girmişti. Neden peki? Ölmüştü karısı… Güzeller güzeli, kızıl saçlı karısı… Doktor Berkunt elini karısının kalbine götürmüş ve anlamıştı öldüğünü. Sanki suçlu köşedeki kahve makinesiymiş gibi sinirle onu parçalamıştı.  Otopsiye o da girmişti. Karısının besin zehirlenmesinden öldüğü anlaşılmıştı. Ölüme sebebiyet veren zehir daha önce kayıtlara geçmemiş, ilginç bir zehirdi.

O gece yirmi sekiz otopside daha aynı zehir fısıldanmıştı.

O zehir, sabah saatlerinde İçişleri Bakanlığı’nın masalarına ulaşmıştı. Hemen bir kadın bürokrat tarafından isim koyulmuştu: Öldürücü Belirsizlik!

Berkunt Oymacı, gece işlediği sevişme suçundan gözaltına alınmış, itibarı sayesinde salıverilmiştir. Hatta tebessümlerle uğurlanmıştır karakoldan. Hastanedeki ofisine döndüğünde masasında şöyle bir not bulmuştur. Bir anarşistin yazısı olduğu bellidir:

“İnsanlar arabalarını yıkadıklarıyla suyu orman kurmak için kullansalardı bugün bu kadar hoyrat olmayacaktı o yaşlılar…”

Hangi yaşlılar?

Bir gece sonra:

Arabasına binip soluğu Eryaman’da aldı Berkunt. Tenha bir sokakta durdu. İçi içine sığmıyordu. Bir şişe bira buldu kaldırımda… Kaldırımlara biralar bırakmak şehirde moda bir davranıştı. Şişeye bir kâğıt bantlanmıştı. Kâğıtta yazılanı okumadan önce ölümcül bir sigara sardı kendisine. Sonra okudu kâğıdı. Bir şiir yazılıydı kâğıtta. Şairi ise dizelerin altına kırmızı bir kalp içindeydi:

 

                                                    Şöyle bir dokunur mezartaşına şövalye dansım

                                                           Savaşsa savaştır, omuzlarında kalır

                                                                       Yılların ağırlaştırdığı düello

                                               Ki savaştır tutsak çocukluğunun uykuya geri dönmesi

                                                                                                          Enver Ercan, Ölü:Evi şiiri

 

Geriye şiirler kalmıştı. Son sözler misali… Romantiklerin birbirine dokunması şiirler sayesinde oluyordu. Berkunt da bir şiir yazma hevesiyle kalem aradı arabasında. Kalemi bulduğunda sözcükleri bulamadı, var olan şiirin üzerini karalayıp birasını yudumladı. Nicedir böyle geçiriyordu gecelerini. Lüks arabasını bir yere sürüyor ve bekliyordu. Hastaneye gitmek istemiyordu. Kimsenin kalbine dokunmak istemiyordu. Camiye gitmeliydi belki de. Kiliseye. Bir put bulmalıydı kendisine. İnsanlar keskin bir çizgi çizmişlerdi: Çok az insan inanç diye kükrerken geri kalan insanlar için gökyüzü bomboş gözüküyordu. Yakın zamanda ülkenin sağlık bakanı “İnsan Hakları” konusu tekrar ele alınmalı demiş, karantina adalarından ve oraya seçilecek insanların özelliklerinden bahsetmişti. Oysa bu bakan insanların karantina adalarına doluştuklarını bilmiyordu veya yadsıyordu. Yakın zamanda kırk kişilik bir arkadaş grubu tekneyle bir adaya çıkma girişiminde bulunmuş, adaya ulaştıklarında yüzlerce ölüyle karşılaşmışlardı. Bu insanlar kökeni çok eskilere dayanan bir tarikatın müritleriydiler. Hepsi de ölmüştü. Alim kalmadığında söz de maksadından uzaklaşmıştı: Küçücük çocuklar bile intihar etmeye başlamışlardı. Çünkü çınar ağaçlarının ölümü onları uzaklaştırıyordu yaşamdan. Ötenazi birçok ülkede resmiyet kazanmış, hatta en önemli meseleye dönüşmüştü; veterinerler bile bu iş için gönüllü çalışmaya başlamışlardı, rahiplerle el ele verip istekli insanları ölüme gönderiyorlardı. Hatta bazı veterinerler ironi olması amacıyla kedi kostümü giyiyorlardı ötenazi ameliyatlarında. Birden ölüyordu insanlar ve doktorlar çaresizdi. Doktor Berkunt’un da âşık olduğu kadın birden ölmüştü. Üç yıl önceydi. Bir anda insanlar besin zehirlenmesinden ölmeye başlamıştı. Bir vakada suçlu bir meyve suyuyken, diğer vakada suçlu bir sakızdı. Bu nasıl olabiliyordu? İlk vakaların takiben bir hafta sonra bir video düşmüştü internete. Videoda yaşlı, kendi hâlinde bir adam -büyük olasılık herkesin zihninde Breaking Bad dizisindeki Walter karakteri canlanmıştı- şunları söylemişti:

“Artık bir ölü adayısınız. Ben bir kimya uzmanıyım ve sizi öldürmek için işe koyuldum. Bir zehir tasarladım. Bu zehir havalimanlarından rahatlıkla geçebilecek şekilde tasarlandı. Zehrin tasarımını çözdüğünüzde dünyadaki bütün ülkelere çoktan yayılmış olacak. Her şey geçen sene başladı. Bir huzurevine yerleştim ve oradaki dostlarımı bir düşüncenin etrafında birleştirdim: Dünyadaki nüfusu azaltmalıydık. Onlara tasarladığım zehirden bahsettim. Tutundular fikrime… Onlar benim ilk müritlerimdi. Daha sonra mail yoluyla dünyada birçok yaşlı insana ulaştım. Video konferanslar düzenledim. Bugün sokakta görüp de hiç umursamadığınız yaşlı bir kadın, an itibariyle geleceğinizi değiştiriyor olabilir. Onları umursamalıydınız genç dostlar… Akademisyenler, sanatçılar, yazarlar… Nice akıllı insan dünyadaki gidişata dur demek için benim fikrimin etrafında toplandı. Günlerce bir polisin gelip beni tutuklamasını bekledim ama kimse gelmedi. Galiba yaşlı dostlarım fikirlerime gerçekten sadıklardı. En yalnız insanları, kimsenin konuşmadığı, kendini kimsesiz hissedenleri bulmuştum galiba. Benim toplantılarım hep aynı cümle ile başlar: Biz öldükten sonra bu güzel dünyaya ne olacak? İnanın bana, toplantılarımın sonunda zehir çözümü kolektif bir çözüm olarak sunulmuştur. Yani ben tasarımımdan kimseye bahsetmesem bile… En kötü seçeneğe tutunmak zorundaydık. Tıpkı bir göçmenin boğulan çocuklarından birisini seçmesi gibi… Biz de bugünü değil, geleceği seçtik. Galiba yaşlı bir insan için ironidir bu.

 Nedense toplantılarıma katılan herkes aynı sonuca ulaştı: Birileri ölmeli, nüfus azalmalıydı. Sonra bilinçli gençler de katılmaya başladı toplantılarıma. Onlar nefret ediyorlardı paranın tek güç olduğu dünyadan. Evet, para, biz bu zehri bulana kadar en büyük zehirdi. Biz seçeneksiz kalmış bir grup insandık. Çoğumuzun kalbi yakında duracaktı. Ama biz dünyanın kalbini durdurma kararı aldık. Sonraki nesiller duran kalbi yeniden çalıştırmanın yollarını bulacaklardı ne de olsa. Tasarladığım zehir besinlere enjekte ediliyor. Markette aldığınız bir çikolatanın içine mesela… Kim fark edebilir ki pakette açılan incecik bir iğne deliğini. Her gün evlerinize binlerce pizza sipariş ediyorsunuz. Artık edemeyeceksiniz. Korku çağının başlangıcındayız. Amacımız ise politik değil. Kesinlikle değil. Gerçek bir korku… Binlerce türü yok eden insanlık yok olma hissiyle boğuşmaya başladı. Artık empati yapma zamanı… Sadece ölüme yaklaşanlar empati yapar çünkü. Sıra sizde. Ölme sırası sizde. Artık ölüm…”

 

Video bu iki sözcüğün ardından son bulmuştu. Çılgın dünyanın çılgın yaşlıları insanlığın nüfus sorununa kökten bir çözüm bulmak için kolları sıvamıştı.

 

Doldurduk sokakları… Binaları birbirine yapıştırdık. Çocuklara bir gelecek bırakmadık. Kimse elini taşın altına koymadı. Su kalmadı yerin altında. Beton üreten devasa tesislere niçin ihtiyaç duymuştuk? Medeniyet için mi? Niçin koca coğrafyaya yayılmak yerine daracık alanlara sıkıştık? Kim bizi nehrin ağzındaki bir oyuğa sıkıştırdı? Peki, ne yaptı nehrin ağzına sıkışanlar… Nehrin akışını kesti! Bir arada durma, bir kucakta kenetlenme arzusunu niçin güçlü bir hisle büyüttük içimizde? Düğün salonlarını hangi dürtüyle doldurduk her gece? Doğumhane, düğün salonu, musalla taşı… Yaşam üçgeninden bunu mu anladık? Dünya savaşlarında birbirini boğazlayan milyonlarca insanın torunları olarak bizler nasıl bu kadar miskinleştik? Romanlarla mı? Müzikle mi? Filmlerle mi? Pornoyla mı?

Daracık sokakların çilekeş simitçisi Memduh Usta, türlü uğraşlarının neticesinde tezgâhını metro istasyonunun çıkışına taşıdığında çok mutlu olmuştu. Oranın kazancı çok iyi olacaktı çünkü… En azından bahşiş bırakan kişi sayısı artacaktı. Tabii nereden bilsin? Bir zehir, şehirleri ele geçiriyordu. Bir sabah, önüne bir ölü düştü. Bir kadındı bu… Elinde belediye büfelerinde satılan portakal sularından vardı. Bir tane de sandviç… Ağzından kan dökülmüştü yere. Kimse ona yaklaşmak istememişti. Çünkü bir rivayet yayılmıştı şehre: Ölü birisine dokunursanız siz de zehirlenirsiniz. Rivayetler ölülerden bile daha hızlı yayılıyordu. Bir rivayete göre doğu vilayetlerinden birisinde yaşayan bir şeyh görmüştü bu durumu ve ona sığınanlar katiyen ölmüyorlardı. Bu başlarda doğru olarak görülmüş, şeyh neredeyse peygamber mertebesine ulaşmıştı. Oysa gerçek basitti: Şeyh’in sofrasına konan her şey kendi bahçesinden, müritleri tarafından toplanıyordu, etleri kendi besi çiftliğinden getirtiyordu. Fakat zamanla tükendi bahçedeki yiyecekler. Ve şeyhin yanındaki insanlar da ölmeye başladılar. Şeyhin ilk işi müritlerinin sayısını azaltmak oldu. O, bunu nasıl yaparım diye düşünedursun… Muritler birbirlerine girip ve farklı meseleler etrafında odaklanıp gruplar oluşturmuşlardı. Sonra bir iç savaş çıkmıştı şeyhin sakin dünyasında.

 

Otuz altı yaşındaki Kemal, bir ağacın gölgesinde Fred Uhlman isimli yazarın Kavuşmak adlı eserini okuyordu. Kült bir eserdi. Bu eseri okumayı çok ertelemişti Kemal. Aslında birçok eseri ertelemişti. Yoğun bir çalışma hayatının içinde kitap okumaya vakit bulamıyordu. Şehirdekilerin “Rüzgârlı” dediği garip yerde çalışıyordu. Burası şehrin göbeğinde daracık bir caddeydi. Rüzgâr falan asla almıyordu. İnsan soluğundan ve kamyonetlerin egzoz salınımdan başka bir şey yoktu! Karşılıklı dükkânlarda genelde vitrifiye sınıfındaki ürünler satılırdı. Tabii tesisat, mobilya, avize, duşakabin gibi onca şey… Tam bir keşmekeş… Fakat bunlar eskide kaldı. Kemal, bankadaki parasını çekip kendisini şu anda bulunduğu yere atmıştı. Burası bir huzureviydi, ismi ise oldukça hoş: “Koku Evi”

Kemal ne kadar yaşayacağını bilmiyordu. Sapasağlamdı, bekârdı, bir at kadar hareketliydi ama “bir anda ölümler” ona böyle bir karar aldırmıştı. İki valizle ayrılmıştı evinden… Valizlerden birisinde kıyafetleri, diğerinde kitapları vardı. Üniversite günlerine dönmüştü, vaktini okuyarak ve film izleyerek geçiriyordu. Ölümü ise vakur bir ifadeyle bekliyordu. Koku Evi onun gibi “bekleyen” insanlarla doluydu. Evi inşa eden adam ise basit bir slogan bulmuştu: “Gelin ve huzurla bekleyin.”

Koku Evi, dört köpek ve devasa duvarlarla korunuyordu. Her gün üç kişi silahla nöbet tutuyordu. Çünkü şehirde birbirini boğazlamaya meraklı insanlar dolaşmaya başlamıştı. Bir anda evlere dalıp birilerini öldürüyorlardı. Anarşist diyorlardı kendilerine… ama herhangi bir siyasi argümanları yoktu. İçlerinde avlanma dürtüsü yükselmişti, o kadar. Cezalandırılmaktan korkmuyorlardı. Aksine motto olarak şunu haykırıyorlardı: “Her gün çılgınlar gibi besleniyoruz ve ölümü çağırıyoruz. Gelmeyen ölümü ise dağıtıyoruz.”

Artık kumar masasında para yerine ilaç kullanılıyordu. Çünkü ilaç üretilen fabrikalar sürekli yağmalanıyorlardı. Açık eczane bulmak çok güçtü. Eczaneleri özel harekât polisleri koruyordu. Ama onlar da artık inançlarını yitirmişlerdi. Karaborsacı olmuşlardı maalesef.

Yeni zenginler ise büyüteç üreticileriydi. Çünkü besinleri incelemek için büyüteç gerekiyordu. Kocaman televizyonlar küçücük büyüteçlerle takas edilmeye başlamıştı.

Şehrin bir köşesinde dini bütün insan kalabalıkları Ölü Bırakma Noktası’nı dolduran ölüler için dualar ederken bir köşesinde gencecik çocuklar çivili sopalarla katliam yapıyorlardı. Cennet söylemi hiçbir karşılık bulmuyordu. Cehennem ise dünyaya inmişti. Ölümler öyle fazlaydı ki gıda sektörü yeni kararlar almış, üretilen ürünleri tüketiciyle aracısız buluşturmaya başlamıştı. Fakat kamyonlar yağmalandıkça… Kamyonları koruyan gönüllü askerler göreve çağrılmıştı. Sonra bu gönüllü askerler banka soymuşlardı. Asla çare bulunmuyordu ölümlere.

Nüfusu azaltmak için harekete geçen tarikat -çoğu insan bu sözcükte karar kılmıştı- durmak bilmiyor, ölüm saçıyordu. Televizyona çıkan yaşlı adam için yapılan heykeller süslemeye başlamıştı şehirleri. Duvarlara onun fotoğrafı asılıyordu. Sosyal medyada herkes onu konuşuyordu. Herkes de ona yalvarıyordu. Hem hayranlık duyuluyordu bu yalvaç kişiliğe hem de yalvarılıyordu: Kısa zamanda modern dünyanın peygamberine dönüşmüştü bu adam. Hiç söylemediği şeyler dolaşıma giriyor, hiç gitmediği yerlerden gitmiş gibi bahsediliyor, kutsal mekânlar ardı ardına ilan ediliyordu. Onun değeri gittikçe artarken… Hiçbir şeyin değeri kalmamıştı. Kimse evini satamıyordu mesela. Aksine evler boşalıyordu sürekli. Ege kıyısında büyük bir kıyım vardı, birkaç kişinin yaşadığı kocaman evler artık börtü böceğe ve anarşistlere kalmıştı. Maalesef köpekler, kediler, kuşlar da ölüyorlardı. Bodrum, Marmaris, Kuşadası… Her yer katliam merkezlerine dönüşmüştü. İnsanlar yaya olarak oralara gidiyorlardı ve en azından ölümü orada, eskiden insanların yaşadığı lüks evlerde bekliyorlardı. Ücra köylere kaçtı herkes. Ölüm orada da buldu onları. En ağırı da bir askeri taburun yemekhanesine yapılan saldırıydı. Sekiz yüz insan… Gencecik çocuklar… Kapatıldı askeri taburlar. Gönüllülük esas oldu. Mesela bir keresinde şehirlerarası bir otobüste dağıtılan sulara enjekte edilmişti zehir. Otobüs varamamıştı gideceği yere. Yolun kenarında durmuştu. Otobüsü civar köylerden bir adam bulmuştu. Elinde fenerle korkarak yaklaşmıştı otobüse. İçindeki ölüleri görünce kusmuştu birkaç kez. Maske takmış ve tüm ölüleri otobüsten aşağı taşımıştı. Yanında da onu merak edip gelen torunları…

Bir ölübüs hepsini alıp götürmüştü hayrına.

Artık fahişelik kıymetliydi: En usturuplu kadınlar bile orgazm arayışı asilleştiği için bu mesleği seçmeye başlamışlardı. Evlilik ise çok ama çok komik bir hikâye olarak anlatılıyordu. Herkes eteğindeki taşları döküyordu. Sadık eşler bile savunamıyordu kendisini. Çünkü evlilik karşıtı birisi onu bıçaklayabilirdi. Kitle benimsenmesi yaşanan her fikir, çok saçma olsa bile kabul görüyordu. Mantık ise ölüm sebebiydi çoğunlukla.

Koku Evi’ne kimileri “Korku Evi” diyor, bahçesine kâğıt bağlı taşlar fırlatıyorlardı. Kâğıtlarda ölümün kaçınılmaz olduğu yazılıydı. Oruç tutmak bir rutine dönüşmüştü korkuyla bekleyen insanlar için. Günde bir öğün beslenmeye başlamıştı bazı insanlar. Ama bu da durdurmuyordu ölümü. Ölüm, bir maydanoz demetinin içinde bile bulabiliyordu sizi.

Bir ekmek fırınından çıkan yüzlerce ekmek, yüzlerce kişinin ölmesine sebep olmuştu. Yaşlı bir işçiydi buna sebep… Patron, ölen işçisinin yerine almıştı bu adamı işe. Adamın bir gıda mühendisi olduğu ortaya çıkmıştı. Hatta üniversitede hocaydı. O da videoyla ortaya çıkan yeşil maskeli adamın müritlerinden birisiydi. Mahkemedeki sorgusunda mantıklı şeyler söylemiş, yaptıklarından pişman olmadığını haykırmıştı. Çok merak edilen bir soruyu ise içtenlikle cevaplamıştı: Müritler, zehirleme işi başlamadan önce gıda stoklamıştı.

…ve bir gün bitecekti ellerindeki zehir!