deli ibram divanı

Bu romana dair daha önce bir ön okuma yapmıştım. Dolayısıyla biraz bilgi sahibiyim. Büke Beyefendi ilk kez okuyacağım bir yazar. İlk cümlelerle birlikte “bundan sonrasını” hayal etmeye başladım. Yazarla geç tanıştığım için üzüldüm biraz.

Bazı romanlarda “olay” içindeki karakter konuşur, düşünür, yaşar; duru bir anlatımla sürer gider eser, nihayetinde art arda dizilen olayları okuruz. Bazı romanlarda ise “yazarlık” hüneri baskınlaşır. Roman zaman zaman denemeye, zaman zaman belgesel anlatıya kayar. Karakterlerden ve olaylardan çok yazar merkezdedir. Deli İbram Divanı da böyle bir roman… Yapılan işlerin, mekânların, bahsedilen meselelerin hepsi “birikim” kutusundan çıkmıştır. Mesela romanı açılışında terzilik mesleği anlatılır, basitçe geçilebilecek bir meseleyken öyle yapmaz Büke, sanki bir terzi gibi anlatır detaylarıyla bu mesleği. Sonra İzmir sokaklarını bir rehber gibi coşkuyla aktarır.

S 19: Yokuşun bitimine doğru eski hamamı geçince iki katlı, pencere kepenkleri gül işlemeli, cümle kapısı ağır demirden bir kale girişini andıran bir evin önünde durdular.

 

Osman isimli karakterin betimini okuruz evvela. Osman, eli dikkat gerektiren işlere yatkın, hassas, cevval ve akıllı bir gençtir. Asker ocağında görürüz onu. Orada subay eşi için bir tane  palto yapıyordur. Ağzından “Leyla” ismi fısıltıyla çıkar. Sonrasında kendimizi Osman’ın çocukluğunda buluruz. Babası yoksul bir balıkçıdır Osman’ın. Beraber denize açılırlar.

S 26: Muhalif bir rüzgâr değildi esen. Pupadan, onların lehine bir el gelmiş, yumuşakça ittiriyordu sanki.

 

Her fani tarafından bilinir ki deniz insanı içine çeker, derya olur deniz çoğu insana, bilhassa balıkçılara ve onların balıklaşmış erkek evlatlarına; ne ilginçtir ki lebideryasında manzaraya dalmış bir kadın ne balığı düşünür, ne balıkçıyı; ne Büke’nin gökte işaret ettiği yıldızı, ne de denizin bir kat altını. Belki feneri düşünür biraz, kaybolmuşların hatırına… Deniz romanı da tıpkı deniz gibi çeker okuru kendine. Bu bir sihirdir. Büke’nin çocuk karakteri ciddi, hatta öldürücü bir yoksulluğun ve kıtlığın içinde zor bir karar verir: Babasının da yönlendirmesiyle zıpkınla yunus avlayacaktır. Tıpkı Moby Dick romanında olduğu gibi. Tabii onlar büyük gemilerle balina avlarken bizim beşinci sınıf çağındaki Osman yunus sürülerinin arasında, küçük, tek yelkene sahip olan yoksul bir teknededir. Annesi hem yelkeni hem yaşamı onarma peşindedir o günlerde. Osman ilk iki tur hasta olan babasıyla, sonraki turlarda yalnız çıkar yunus avına.

S 36: Osman çocuktu ama özünde insandı. Yani ölmemek için başka bir hayatı almayı öğütleyen bilgi, ona şah damarından daha yakındı. İşte o emrin etrafındaki nafile ince kabuk kırılıverdi birden. Kanlı bir zarın içinde kımıldadı. Açığa çıktı.

Bu roman merkeze “denizcilik” mesleğini alır. Kurmaca bir mekân olan Köstence Adası’nda geçer hikâye. Bu ada İzmir’e çok yakındır. Bu ismi Google’da arattığınızda Urla’ ya yakın Uzun Ada ile karşılaşırsınız. Uzun Ada’nın eski adı Kösten’dir. Bu ada ile ilgili şu şaşırtıcı bilgiye ulaşırsınız:

“Ada, 12 Eylül 1980 Darbesi sonrasında Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş’in sürgün edildiği yerdir. Bugün onların kaldığı yerler yazları sosyal tesis olarak kullanılmaktadır. Ada günümüzde Deniz Üs Komutanlığı olarak alay seviyesinde askerî bir adadır ve personel aileleri dışında sivillerin adaya girmesi yasaktır.”

S 51: Deliler, tarihi de gelen felaketi de daha içten ve hissî bir şekilde bilirler elbette. Eskiler hissikablelvuku derler hatta. Oysa Köstence dedikleri yerin hikâyesinin kabası sahillerini tutan soluğanlar kadar sade ve tatsızdı.

 

Bu roman, deniz ve balıkçılık terimleriyle aşina olmayanları – benim gibi – zorlayabilir. O yüzden yanınızda yörenizde telefon veya tablet bulundurabilirsiniz, iyi olur. Yunus balığı özellikle önemsenir romanda. Sebebi hem duygusal hem de teknik bir meseledir. Teknik kısmını Osman hem bize hem de İzmir’de dayı evinde tanıştığı Leyla’ya şu sözlerle aktarır.

 S 66: Burada taşçı kadar şükran duyulacak bir canlı varsa o da canavar ama illaki boz yunustur. Onlar balığa basmasa, sersem sepelek birkaç balıktan başkası kıyılamaz. Açlıktan kırılırız. Geçimimiz balığın kıyıya gelmesine bağlıdır.

 

Makale yazarlarının ciddiyetini bir kenara bırakırsak eğer, bir grup acemi eleştirmen ve tanıtım yazarının kullanmayı pek sevdiği bir kavram vardır: Çok katmanlılık… Sanki az katmanla roman roman olurmuş gibi. Nedir yani bu mesele? Kabaca anlatmak gerekirse romandaki kırılımları sağlayan her olayı bir katman olarak görebiliriz. Veya bir anda ortaya çıkan bir durumun analizi, karakterin ruh hali, vs… Bir grup hassasiyet sahibi üdeba tarafından diğer önemsenen kavram da “ara metin” dir. Ara metni katmanlılıktan ayıran şey biraz daha ayrıksı durması ve teknik bir meseledir. Bu romanda da ara metinler yoğundur; ciddiyetle örülmüş hikâyeler, efsaneler, balıkçılıkla ilgili detaylı açıklamalar… Ahmet Büke ile yapılan kısa bir araştırmada kendisinin “öykücü” kimliğine vurgu yapıldığını görürüz. Bu metinde de bazı okumalar öykü keyfi verir; yani başlangıcı olan, sezdirilen ve hissettirilen mesajlara sahip zarif metinler… Peki, bir eseri roman yapan nedir diye düşündüğümüzde karakter fazlalığı, betim ve diyalog yoğunluğu ilk akla gelen şeyler olabilir. Bu romanda betim yoğunluğu dozundadır, hatta az bile sayılır. Diyaloglar da aynı şekilde… Bu eseri roman yapan şey detaylardır. Dolayısıyla da bu detayların önemsenmesi gerekir.

 

Köstence Adası’nda halk zeytin ve dalyan balıkçılığı ile geçimini sağlar. Balıklar Eczacı Süleyman Bey isimli bir adamın buzhanesinde toplanıp yine aynı girişimci şahsın gayretleriyle İzmir’e taşınır. Vakit Menderes dönemi, özelleşmenin, fabrikalaşmanın zamanı… Bu ada da nasibini alır bu işten. Süleyman Bey, adaya bir yunus yağı toplama fabrikası kurmak ister. Bu iş için tüfekle avlanmanın önünü açacak uygulamalar geçirtir gücünü kullanarak. Fakat halk yunusları ve leylekleri ayrı sever, onları kutsar. Çok mecbur kalmadıkça yunus avına çıkmaz, ona dokunmaz; hele yavrusuna… Fakat Süleyman Bey için kefal de balıktır, yunus da; buna inanmayan ise geri kafalıdır. Fakat Osman’ın babası Balıkçı ise durumu teknik bir meseleyle açıklamak ister halkına. (Pratikliğin kutsallığa olan katkısı için mükemmel bir örnektir bu hikâye.)

S 116: Yunus ne yapar? Yunus balığın peşine düşer, balığa basar. Kaçan balık ne yapar? Kıyılar. Kıyıda ne var? Senin, benim dalyanım var. Bizim yediğimiz aş, içtiğimiz su canavar balık sayesindedir. Canavar olmazsa balık dalyana gelmez.

 

Romanın girişinde tempo düşüktür. İlerledikçe artar tempo, yalın anlatım baskınlaşır, merak duygusu güzelce beslenir.

Bu etkileyici roman adalet arayışı, öze dönme hissiyatı, sıkı dostluklar gibi insana dair hoş izlerle son bulur. Çevre bilincini aşılama açısından da güncel edebi üretimler arasında nadide bir yere sahiptir. Kurgusal başarısıyla modern edebiyatı yakalamıştır Ahmet Büke. Bununla birlikte halktan karakterleriyle insanda hem güncel bir anlatı hem de Yeşilçam sinemasındaki “başkaldırı” temalı filmleri anımsatır. Böylesi eserlere hasret kaldık! 

Ahmet Büke - Deli İbram Divanı