indian, child, barbed wire-1717192.jpg

AH ALİ

Gözlerini kapıyor, rahatlamak istiyor… “Daha önce de olmuştu,” diye düşünüyor. Aslında çözüme kavuşturmak istediği mesele başka: “Zaman!”

Zamansızlık…

Mırıldanıyor: “Ne zaman gelecek? Bilememek en kötüsü!”

Dertop oluyor, bir köşeye siniyor ve bekliyor. Gözünün önüne kalın bir tiyatro perdesi geliyor. Perdeyi ilçenin kırmızı koltuklarla dolu gizemli yerinde görmüştü, ismini de hatırlıyordu: Çok Amaçlı Salon. Öğretmenleri amaç kelimesini “Burada çok şey yapılabilir, tiyatro, halk oyunları, şiir dinletisi…” olarak açıklamıştı. Oradan kalmış olmalı aklında, perde, sonra siliniyor her şey, geriye içinde bulunduğu odadaki detaylar kalıyor: Mesela kumanda yerdeydi, pil kapağı açılmış, bir tane pil koltuğun altına yuvarlanmıştı. Bu kumanda çok eskiydi zaten, üzerindeki harfler rakamlar hep silinmişti. Geçen hafta eve giren farenin tam da oradan geçtiğini hatırlıyor. Geçmiş ve kaybolmuştu fare… Siyah, iri bir fareydi. Belki de hamileydi. Fareler yavrularını seviyor muydu? “Nerede acaba o farecik?” diye düşünürken kendisine yaklaşan adımları fark ediyor. Perdeleri… Üzerinde sarı yuvarlak desenlerden var. Bu odadaki koyu perdeler değil, başka perdeler… Başka evlerin perdeleri… Kasılıyor iyice. Bir delikten geçmek ister gibi küçülmek istiyor. Küçülmek, bir fare olup koltuğun altına sığabilmek istiyor. Oysa büyümek en büyük hayali… Gece yatmadan önce yepyeni düşler kuruyor: Büyümüş, dev gibi olmuş, demirle kaplamış vücudunu, bir süper kahraman gibi… Aklına da geliyor: İronMan.

Bilinir ki şiddet bir adım ötede olduğunda kişi kendisini kapatır. Denizde kovalanan küçük bir balık, aslanın ağzındaki geyik, timsahın gözlediği bir antilop… Ortaklaşırlar teslimiyetin gölgesinde. Sıra onlardadır. Ali, kolunu kaldırıyor istemsizce. Oysa zayıf bir kol sadece… Üzerine binen yük ise yetmiş altı kilo… Biliyor annesinin kilosunu… Aslında her çocuk bilir annesinin kilosunu, boyunu, yaşını… Çünkü büyülüdür rakamlar çocuklar için. Sonra çoğu küser rakamlara… Bazısı anneye bile küser. Neyse ki Ali henüz küsmemiş. Seviyor annesini. “Yapma…” diyor o an. Sadece “Yapma…” diyerek durdurabilecekmiş gibi onu. Oyun bu. Tek kelimelik… Bazen tesiri oluyor sesinin, biliyor bunu, en kötüsü de bazen olması bazen olmaması. Denemek gerekiyor. Bazen sesiyle annesini çekip almayı başarıyor düştüğü karanlıktan. Annesi bir karanlıkta yürüyor. Ne zaman düşmüş oraya, kimse bilmiyor. Kim itmiş onu karanlığa, kimse bilmiyor. Ali farkında, merak ediyor insanlar. Ali’ye göre bir kapı arayışı içinde annesi. Ama etraf karanlık. Ali, kapının kilidi olduğunu düşlüyor ve bekliyor, beklerken anahtar biçimli zayıf gövdesini kasvetli bir hayal dünyasından geçirip bir deliğe sokuyor, çeviriyor kendini olduğu yerde, “çıt” sesi duymak ve annesini içeriye almak istiyor, nafile, nafile bir çaba… Defalarca kez çıkan “çıt” sesine rağmen açılmıyor kapı. Mırıldanmak kalıyor geriye: “Sübhâneke… kellâhümme ve bi hamdik ve…” Uzağa gidemiyor tabii mırıltıları. Mırıltı sonuçta. Mırıltılar çıkarırlar ailece. Kim salık vermişti camiye giden amcalara kısık sesle dua edin diye. Duyulmaz ki kısık sesle. Ali bunu iyi biliyor işte. Annesini üzerinde görüyor. Yine duyulmamış mırıltısı. Sanki güreş tutarlarmış gibi. Yöredeki yakın bir köy pehlivanlarıyla ünlüdür, annesi onlara mı özeniyor, niçin oturmuş oğlunun üzerine, niçin yumruklarını daha sert savuruyor? Kim bilir… Hem güreş de yumruk mu olurmuş? Deli sanıyor annesini. Deliriyor o. Bir anda. Köpekleri bile korkutarak… Bir yaprak gibi parçalanarak… Yumruklar savuruyor, tekmeler deniyor, tokatlar atıyor. Hınç mı bu? Ali anlayamıyor, “Doğuyorum,” diyor güneşi hayal ederek: “Beni sen doğurdun anne.” Kızgınlık… Sığmıyor annesi bazen bu eve. Sokağın kedisinden. Mahallenin köpeğinden. Kendi memesinden bile. Bazen şöyle mırıldanıyor: “Gel… Gel… Ulan allah… Al da canımı kurtulayım.” Küfürler ediyor bir bozuk silah gibi. Saplanıyor küfürler, saplanıyor Ali’nin üzerine… Sesin altında küçücük oluyor Ali. Bu sefer daha kötü sanki, başka, başka bir annenin öfkesi… Sanki bir balta tutuyor elinde. Gözlerine başka bir anne yerleşmiş. Balta var gözlerinde. Bir ağaç can çekişiyor gözlerinde. Ali “Yapma anne,” diye mırıldanıyor. Duyuluyor ama boşuna…

Ali yakın zamanda gittiği mezarlığı anımsayarak dua ediyor: Elhamdulillâhi… âliki yevmi… iddin… İyyâke… na büdü… ve iyyâke neste… ihdin mustakîm…

Denize yakındır bulundukları yörenin mezarlığı… Deniz eser mezarların arasında. Mezar taşlarını okşar deniz esintisi. Kara harfleri, kız isimlerine sahip deniz esintileri siler götürür. Geriye zar zor okunan isimler, direngen çiçekler, kışın yaprak döken ağaçlar… Bazen harfleri siler rüzgâr, bazen sinirlenip taşları devirir. Taşsız kalır ölen kişi. Öldükten sonra da kalır duvarların altında. Öldükten sonra da deprem olur ona insanlık. Öyle güçlüdür rüzgâr. Kimine buzla, kimine kar dağlarıyla, kimine yakıcı güneşle; Ali ve yöresindeki çocuklara ise rüzgârla gelir Azrail. “En güçlü şey…” diye düşünür Ali korkutucu uğultuları dinlerken. Rüzgâr gider, gelir yağmur, su gelir, sonra fırtına; hatta balıklar! Öyle hayal ediyor Ali: Denizin altında bekleyen insanlar var. Gitse, yani dalabilse denize orada başka çocuklar görecek. Bir keresinde kumsalda kara kıyafetlerle yürüyen erkekleri görmüş, onları tesettüre bürünen erkekler sanmıştı. Sonra dondurmacı abi “Onlar dalışa gidiyor Ali,” demiş, sırtlarındaki aleti göstermişti: “Alet sayesinde suyun dibinde nefessiz kalmıyorlar.”

Ali suya girdiğinde hep su yutar, tutamaz kafasını suyun içinde uzun süre.

…bunları düşlüyor Ali!

Annesi kalkıyor, tekrar hücuma geçiyor. Ali suçluyor kendisini. Bir tüpü olsa da soluk alabilse, boğulmasa… Sinirlendirmemeliydi annesini. Öfkeli balık gibi, bir keresinde görmüştü Ali balıkçı halinde, amcasının çalıştığı dükkânda: Adına kılıç balığı diyordu balıkçılar, sivri sivri dişlere sahipti. Allah onu küçük balıkların peşine düşsün de zulüm etsin diye yaratmıştı sanki. Babasının sözünü dinleyip durdurmalıydı hayallerini. Ne zaman ki hayallere dalsa bir şeyler ters ediyor, annesi sinirleniyordu. Annesi hayal avcısına dönüşüyordu. Bu sefer bir ince ağaç dalı geçirmişti eline… Güya gözü gibi baktığı çiçeklerinin boynu bükülmesin diye kullanacaktı, özenle getirmişti dağdan. Ama Ali’nin boynunu büküyor şimdi bu dal. Ali dalı alıp kırmak ve parçalamak, sonra da yakmak istiyor. Kırbaç olmuş dal, sırtında şaklıyor. Etinin kalktığını, kanaması olduğunu fark ediyor. Kan çıkacak korkusuyla iyice büzülüyor. Oysa kan iyi şeylerin habercisi…

Bir gün annesi, yeterince kullandığına kanaat getirmiş olacak ki bu ince dalı uzayan bir çiçeğe destek olmak için saplıyor toprağa. Çiçeği iple dala bağlıyor. Çiçek bu ip sayesinde bükmüyor başını.

Bir anda her şey geçiyor. Annesini bir koltuğa çökmüş, sigara yakarken görüyor. Ali’nin ağzından zar zor “Özür dilerim…” çıkıyor. Kafası kanıyor ama alışkın… Alışması güç olmuştu, kan görmek, ona alışabilmek, doktorlar gibi… Ama her yaranın iyileştiğini gördüğünden beri daha rahat. Çabucak kapanan yaraları görünce şöyle mırıldanıyor: “Melekler beni seviyor. Yoksa nasıl kapansın o delikler kendiliğinden… Hiç kapanır mı bir delik kendiliğinden?”

Henüz yedi yaşında… Okuma yazmayı yeni yeni söküyor. Öğretmenine âşık. Öğretmeni erkek ama olsun. Zaten o da çocuk. İçinde ona karşı kocaman bir sevgi var. Duyduğuna göre sevginin büyüğüne aşk diyorlarmış. Elindeki kana bakıp utanıyor. Evet utanıyor. Kandan, kan dökmekten utanıyor. Utançla birkaç damla gözyaşı da döküyor. Annesini görüyor… Annesi görüyorsa… Annesi o an burun deliklerini açıp kapatıyorsa… İşte “utanç” o burundadır. Burun bir dehliz Ali’nin zihninde. Gözyaşlarından hiç hazzetmezdi annesi… ve sigarası… Bir anda kolunda büyük bir acı hissediyor Ali. Ufak bir delik görüyor kolunda. Kan sızmak istiyor dışarı. “Anne,” diyor Ali: “Kolumu yaktın… Ah!”

Öfkelenmiş Ali, ama annesinin yanlışlıkla yaptığını düşünüyor, düşlüyor: Öfkesi öyle bir öfke ki küçük bir çocuk dev bir adama dönüşüyor sanki. Saldırıya geçecek Ali… İki tokat patlıyor odada. Aynı, aynı tarafa… İkincisi çok sert… Böylesi en fenası… Beklemedik şey! Dev bir adam olarak kalkmıştı ayağa. Yere yine aynı küçük çocuk olarak düşüyor. Bir top gibi yuvarlanıyor sola doğru. Kafasın koltuğun kenarına çarpıyor. Büzüşüyor koltuğun önüne, kediler gibi. Annesi kedileri de kedilere benzeyen sırnaşık çocukları da sevmez. Zaten kimi sever, bilinmez. Bir kediyi ezer gibi ayağını kaldırıp sert bir tekme savuruyor. Ali koltuğa çarpıyor, koltuk yerinden oynuyor. Annesi hem onu hem koltuğu tekmeliyor nedense. Küfür de ediyor. “Senin de Allah belanı versin…” diyor koltuğa. Belki birini görüyor. Koltuğun çizgisi epey oynayınca annesi yabancılaşıyor sanki. Öyle yabancı gözlerle bakıyor kendi evine, kendi çeyizine, halıdaki koltuk ayağı oyuntusuna! Ali parmağıyla nedense orayı kapatıyor. Annesi ayaklanıyor, bir yabancı gibi bakıyor odadan çıkarken!

Herkese, her şeye yabancı! Sanki kafasının içinde bir şey kalmamış gibi.

*

Ali, yalnız evde… Annesi çıkmış gitmiş, nereye gittiyse. Televizyona bakıyor Ali, arada defterine ödev olarak verilen sözcükleri yazıyor. Bazısını anlıyor sözcüklerin, bazısını anlamıyor. Önemli olan harflerin kâğıdı doldurması, öyle sanıyor… Öyle hatırlıyor sınıftaki defterleri. Başka bir kâğıda harflerle resim çiziyor. Kalemi, kalemtıraşı, silgisi, şekerlemesi, her şey birbirine karışmış. Aslında annesi gelip bu karışıklığı görse işler fenalaşabilir. Tabii Ali farkında: Annesi harekete geçmek istediğinde bir sebep mutlaka bulabiliyor. Bir keresinde onu çorabı yamuk diye dövmüştü.

Ali arka odada, bir küçük masada yapıyor ödevini. Pencereye yakın masası. Bu sayede dışarıyı da görebiliyor. Köpeği geziyor dışarıda, göz göze geliyorlar. Babası getirmişti bu köpeği. Ali seviyor köpeğini ve üzülüyor gökyüzünü fark edince. Yağmur yağacak gibi… Köpeğin yağmurdan korktuğunu sanıyor. Sabah da yağmıştı. Öğlen dinlenmişti. Akşamı, karanlığı bekliyordu. Ali yağmuru pek sevmiyor, çünkü her yer çamur oluyor.

Önlüğü halen üzerinde… Ama düğmeleri açık. İçinde Superman tişörtü… Bu tişörtler pazarda satılıyor. Ucuz fiyata… Öyle olmasa annesi almazdı zaten, oğlunu Superman yapmak için değil, Ali heveslendiği için değil; ucuz olduğu için satın almıştı.

Yan sınıftan bir çocuk onun tişörtüyle dalga geçmişti. Ali vurmuştu çocuğa. Çocuk öğretmenine şikâyet etmişti. Öğretmeni de korkutmuştu onu. Ali ağlamıştı korkudan. Çünkü öğretmeni anneni ararım demişti. Hırstan, öfkeden ağlamıştı Ali. Öğretmenini kızdırdığı için de ağlamıştı. Güya cesurdu, güya dalga geçene haddini bildirecekti; arkadaşı unutuvermişti onu, tekrar oyunlara dalmıştı, Ali ise annesini düşlemişti gün boyu. Ama öğretmeni aramamıştı onu. Annesi ona hep “Korkak…” derdi.

“Karnım da acıktı…” diye düşünüyor. Keçiboynuzu pekmezi kaşıklamış ama o tok tutmuyor onu. Canı muz çekiyor. Yörenin her yeri muzla dolu, o yüzden evde bol muz oluyor. Annesi onu dövse de aç bırakmıyor. Ev hep yiyecekle dolu… Hem kendi de çok yiyor. Nedense sesli pırtlıyor. Ali’nin pırtlamasına da karışmıyor. Ali küfür edince de bir şey demiyor. Sanki bazı anlar hiç görmüyor onu, duymuyor. Ali önünden geçip gidiyor korkuyla, “Nereye” diye sormuyor. Bazen de bir tekme atıp “Nereye ulan?” diye bağırıyor. ,

Ali… tam ayağa kalkıp mutfağa gidecekken…

Pencereyi yumruklayan bir el görüyor. Dışarıya bakıyor. Evleri tek kat. Bir akrabaya ait, babasının deyimiyle “kiralık” bir ev…

Ali bazen kendisinin de kiralık olduğunu düşünüyor. Bu eve aitti sanki. Bu evle birlikte kiralanmıştı. O yüzden sinirleniyordu annesi ona. Annesi eve de sinirleniyordu çünkü. Ali başka bir evleri olsun istiyordu bazen. Belki o evde bir kardeşi de olurdu.

Babası gece görünüp sabah yok olan bir masal kahramanıydı onun için. Bir sihirdi sanki. Pek konuşmaz, oynaşmayı sevmez, genelde yorgun olurdu. Ali camdaki yumruklara bakıp babası sanıyor ama o değil! “Dayı,” diye mırıldanıyor. Dayısının burada ne işi vardı? Gidip kapıyı açıyor. Dayısı “Ali…” diyor üzüntülü, yüklü bir sesle: “Benimle gelmen lazım.”

Ali anahtarı almayı unutmuyor, akıllı olduğu için takdir bekliyor ama dayısının bir adım önde olan gözleri bunu görmüyor. Uzun boyuyla Ali’yi şaşırtan dayısı… Onlara pek uğramayan, annesiyle pek geçinemeyen bir gölge… Annesini düşünüyor Ali, herkesle kavgalı olan annesini. Acaba neredeydi? Aklına annesinin dövdüğü kediler geliyor, hep hayal ederdi, o kediler bir gün düşeceklerdi annesinin peşine; peşinde olmayı Kur-an kursunda da hayal etmişti evde de okul bahçesinde de kovalamaca oynarken de…

“Dayı…” diyor çocuksu bir merakla: “Nereye gidiyoruz?”

“Baban seni bekliyor.”

“Nerede?”

“Az ötede…”

Yürüyorlar. Ama hızlı yürüyorlar. Dayısı siyah iskarpinler giymiş, o kırmızı bir ayakkabı… Dayısına zar zor yetişiyor Ali; merak ettiği yerlere doğru ilerlediklerini fark ediyor, bir polis arabası görünce asker selamı veriyor, direksiyon başındaki esmer polis ona gülümseyince Ali mutlu oluyor. İçinden öğretmenin öğrettiği gibi saymayı deniyor. Öğretmenini mutlu etmek istiyor hep. Ondan aferin almak en sevdiği şey… O yüzden yarın anlatacak bu yolculuğu Ali öğretmenine. Bazen öğretmen ayağa kaldırıyor, bir şeyler anlattırıyor onlara.

Hiç gelmediği bir yere varıyorlar. Her yerde mavi amcalar, yani polisler… Sınıftaki arkadaşının babası da polis, onu hatırlıyor, “acaba nerede” diye mırıldanıyor.

Zar zor okuyor: Parakol…

Babasını dar bir koridorda görüyor. Ağlamış gibi babası… Zamansız uyandırılmış mutsuz bir kahramana benziyor. Onun yaşamı geceydi Ali için. Geceydi babası. Karanlıktı.

Ali camdan dışarıya bakıyor: Baya içeriye gelmişler, her yerden arabalar geçiyor.

Ali şaşkın: Babasının ona sarıldığını, sarılarak ağladığını görüyor.

Babası fısıldıyor: “Oğlum… Alim… Anneni kaybettik.”

Bir polis raporu yazılıyor içeride: Kayalıkların orada bir intihar vakası!

*

“Yavrucak da çok eziyet çekti.”

“Kaç kez dedim rahmetliye, dövme şu çocuğu diye…”

“Dövme değil o. Eziyet eziyet! Eziyet de lanettir. Yer bitirir yapanı. Derlerdi de inanmazdım.”

“Gül gibi kızdı gelin geldiğinde, soldu gitti birkaç yılda.”

“Bir sevdiği var diyorlar… Allah ne derse o olur ama.”

“Yanarım da şu güzel çocuğa yanarım.”

“Kolunda da sigara izi varmış çocuğun. Sopa izleri de görmüş bizim oğlan. Okulda sıyrılmış tişörtü de. Zaten öğretmeni de bir keresinde epey sıkıştırmış rahmetliyi.”

“Bacım… Atasını, erkeğini, komşusunu dinlemeyen gariban öğretmeni mi dinler Allah’ını seversen!”

“Orası da öyle tabii…”

“Nasıl bir acı bu? Ev sanki kararmış.”

“Kaldı çocuk öksüz. Belki geçerdi yaraları… Şimdi nasıl geçsin?”

Ali, seslerin arasında bir çocuktu, bronz bir şaşkınlık heykeliydi; suretlerin, alaycı adamların, çay bardaklarının, yaşlıların, duaların ve nefretlerin… Dayısı, teyzesi, dedesi, kan bağıyla bağlandığı bu kişiler eve konmuş dev kuşlar gibiler. Doldurmuşlar evi. Belediye, evin bahçesine bir cenaze çadırı dikmiş. Ali’nin dikkatini en çok bu çadır çekiyor. Bir çırpıda dikilmesi, kırmızı çatısı ve içinin dakikalar içinde dumanla dolması onu çok şaşırtmıştı. Neredeyse tüm erkekler anlaşmış gibi aynı anda kaldırıp indiriyordu sigaralarını. Tepesindeki kubbe yüzünden Ali bu kirli çadırı bir gelinliğe, annesine benzetiyor. Bir feryat duyuluyor, sahibi Ali’nin teyzesi… Herkes gibi Ali de izliyor onu. Bu feryatla birlikte Ali’nin aklına yöreye özgü yaz portakalları geliyor, canı çekiyor ama kimden isteyecek bilmiyor. Zaten mevsim de yaz değil. Kış portakalı da olur ama onu da isteyecek kimse yok. Mutfağa gitse, orası da kadın dolu, utanıyor onlardan.

Annesinin bir daha olmayacağını anlıyor Ali. Canavar artık yok. Annesi bazen mısır da patlatırdı ona. Soğuklarda özellikle. Annesi sevmezdi sıcağı… Kapı açılmış, annesi gitmişti başka yerlere. Artık her yerde kapılar görecek Ali. Yaşamı boyunca anlamaya çalışacak kapının gerisini.

Babasının elinde çıkmıştı polislerin mavi diyarından… Birlikte eve yürümüşlerdi. Çok kişi katılmıştı onlara. Kimse konuşamamıştı doğru düzgün. Annesini göç eden leylekler götürmüştü. Ali’yi getiren leylekler onu götürmüştü. Öğretmeni ona demişti ki: “Artık Ali bizler varız. Seni çok seviyoruz. Hep seninleyiz.” Öğretmeni öpüyor onu. Ali seviniyor, neredeyse gülecek, utanıp tutuyor kendini. Pek iyi hatırlamıyor annesini: Bir keresinde elindeki bardağı tutup fırlatmıştı. Bardak Ali’nin sırtında parçalanmıştı. Ali bardağın parçalarını toplamıştı tane tane. Elini kanatmadığı için mutlu olmuştu. Annesinin bardak gibi kırılmasını dilemişti çocuk gönlüyle. Onu da toplayabilir miydi elini kanatmadan acaba?

*

Ali, teyzesinin evinde geçiriyor günlerini. Teyzesi bakıyor ona, yeni bir anne oluyor. Ali uslu duruyor, pek üzmüyor teyzesini. Teyzesinin iki büyük kızını da pek seviyor. Gündüzleri onlarda, gece kendi evlerinde, babasıyla birlikte…  Bir gün babası evlerine doğru yürürken elindeki poşetlerin bazılarını ona verip “Yarın otele götüreceğim seni,” diyor. Babası bir otelde çalışıyor, biliyor Ali. Sonra ekliyor babası, öyle de yavaş konuşur ki: “Orası başka bir yer Ali. Götüreceğim ama bir yandan da çekiniyorum. Canın hep görmek ister, canın çekiverir her şeyi. Orası başka bir yer.”

Babası utanıyor artık. Utanç gelir geçer, kızarır insan elma gibi, mesela… Bazen de kalır utanç. Leke gibi. Babası lekeli artık… Temizleyemiyor lekeyi sabah suyla doldurduğu büyük ellerine rağmen. Ali karar veriyor, söz veriyor kendisine: “Canım çekmeyecek bir şey.”

Tabii gözünde büyüyor otel. Kocaman bir yer olmalı. İçinde bir sürü şey olmalı. Havuzlar olmalı içinde. Deniz kenarında gölge şemsiyeleri… Bir sürü yiyecek, çocuk, arkadaş, binlerce çikolata, kola, topkek…

Gece zar zor uyuyor Ali. Erkenden çıkıyorlar evden. Babasının Broadway’ine biniyorlar. Epey de tozlanmış araba. Tam evden çıkmadan önce leblebi koymuştu Ali cebine. Yiyor yol boyunca. Yavaş yiyor ama. Sessizce de etrafına bakıyor. Yaz yaklaşıyor, sıcaklar çökecek yakında… Öyle bir çökecek ki evler bile ezilecek sıcaktan. “Ama olsun, iyidir yaz,” diye düşünüyor Ali. Kalabalıkları hayal ediyor. Binlerce, hatta milyonlarca insan… Kırk devletten, kırk insan… Ali geçen yazı yol kenarında muz satan dayısıyla birlikte geçirmişti. En çok sarışın kadınları ve onların sarışım çocuklarını sevmişti. Ali yine onları hayal ediyor. Isınan denizi. Âşıktı Ali denize. Deniz de ona. Ali kucaklıyordu denizi. Su onu gezdiriyordu istediği gibi. Yörenin çocukları kendi kendine öğrenirdi yüzmeyi. Balık gibidir çoğu. Çoğu da cankurtaran olarak otellerde çalışır. Aslında yöredeki herkes otellerde çalışır. Koca sahilde, onlarca otel… Babası Broadway’i devasa palmiyelerin arasına bırakıyor. Ali babasını bir adım geriden takip ediyor. Babası hemen bir sigara yakıyor, adımlarını ise hiç bozmuyor. Kahvaltıyı otelde edecekler, babası öyle demişti, Ali acıktığını fark ediyor. Oteli çevreleyen, otele duvar olan ağaçları fark ediyor. Her şey o ağaçların gerisinde, hissedebiliyor. Demir bir kapıdan geçiyorlar. Babası sigarasını bırakmadan bahçıvanlarla sohbete başlıyor. Bahçıvanlar gülümsüyor Ali’ye. Ali, babasının oteldeki görevini öğreniyor çok geçmeden: Kazan sorumlusu. Kazan ne diye merak ediyor.

Birkaç merdiven… Karanlık bir yer…

Ali şaşkın şaşkın bakıyor etrafına. Hayal ettiği hiçbir şey yok burada. Demir kovalar, vida kutuları, kocaman çekiçler ve korkunç borular görüyor. Babası dolaşıyor, bir şeylerle uğraşıyor. O işini yaparken Ali bir sandalyeye çöküp bekliyor. Hayran hayran babasını izliyor. Nasıl da becerikli… O bir İronMan!

“Ali…” diyen babasını duyunca “Buyur baba,” diyor sakince.

“Bunlara su kazanları denir Ali. Su gelir, içine dolar, sıcak su olarak odalara gider. Şu kazan mesela birinci kata suyu gönderir. Şu kazan ikinci… Şu kazan da yedektir. Şu gördüğün borular doğalgaz borularıdır, gelirler makinenin altına dolarlar. Onların alevi sayesinde ısınır su yavaş yavaş… Şu rakamlar da ne kadar ısındıklarını gösterir. Gün boyu birileri durmalıdır burada. Baban işte burada çalışıyor.”

Ali’nin aklı fikri dışarıda… Otel dediğin dışarısı… Sevemiyor bir türlü kazanları. Sanki otelde değiller. Demir olmasa her şey… Fark ediyor hemen: Babası kazanlara benziyor. İzin istemeyi düşünüyor ama çekiniyor. “Burada ne yapacağım,” diyerek bakınıyor etrafta. Sonunda duyuyor babasını: “Hadi gel biraz etrafı gezelim.”

Çıkıyorlar dışarı. Ferahlıyorlar hemen: Bu ne hoş bir his böyle… Özenle bakımı yapılan palmiyelerin gölgesine girip ilerlemeye başlıyorlar. Epey bir yürümeleri gerek. Otel binasının önüne varıyorlar, gösterişli bir kapıdan geçip resepsiyona ulaşıyorlar, Ali ise kaldırdığı kafasını indiremiyor tekrar. “Kocaman…” diye fısıldıyor etrafına bakıp. Tavandan altın yarasalara benzeyen avizeler sarkmış, öyle duruyorlar. Onca açık pencereye rağmen avizeler kıpırtısız…

“Ali, bak bu abinin adı Mustafa. Bizim komşu Zehra teyzenin yeğeni.”

Selamlaşıyorlar. Ardından çok kişi görüyor Ali, tanışıyor onlarla. Bazı yerlere girmiyorlar. Bazı kapıları açmıyorlar. Otel binasını boydan boya geçip havuzun olduğu alana ulaşıyorlar. Havuz dingin, kimsecikler yüzmüyor çünkü. Oteldeki müşteriler havuzu kenarında oturmak için kullanıyorlar şimdilik. Zaten pek kimse yok gibi. Otel binası yedi katlı, üçgen şeklinde bir bina. Havuz ise oval… Aslında birkaç havuz var büyüklü küçüklü. Uzak köşedeki bir yol derinliklere doğru ilerliyor. O yola giriyorlar. Villa şeklinde inşa edilmiş, küçük iki katlı evler görüyorlar. Birkaç evde insan hareketliliği de var. “Baba…” diyor Ali: “Bu evlerde kim yaşıyor?”

“Bunlar ev değil Ali. Oda… Kalabalık aileler için. Golf oynamaya gelenler için.”

“Golf…” diye düşünüyor Ali. Biliyor, duymuş bu sporun adını. Devasa çayırlar var otellerin etrafında, oradan biliyor Ali, başka da bir şey bilmiyor. Arkadaşlarıyla dolaşmaya çıktığında çimenlerin üzerinde gezinen insanlar görürdü bazen. Ellerinde de ince bir sopa… Tabii otellerin etrafı duvarlarla, bitkilerle çevrili. Pek göremezlerdi içeride ne var ne yok diye. Villaların hemen arkasında golf sahaları uzanıyordu.

“Burada golf oynuyorlar Ali,” dedi babası: “Zengin sporudur. Sıkıcı. Bize göre hiç değil. Futbol gibi değil.”

Bir de pek önemli olmayan bir bilgi veriyor: “Bu alanı yan taraftaki otel de kullanıyor.”

Ali, babasının tiksindiğini görüyor, kendisi de tiksinme ihtiyacı hissediyor. Masal gibi oysa… Bu yemyeşil çimenler… İnsan neden tiksinir tam anlayamıyor aslında. Öyle de acıkmış ki bir mutfağa girdiklerini görünce seviniyor, sevincine kocaman ocakların şaşkınlığı karışıyor; babasıyla birlikte bir masaya oturuyorlar, kadınlı erkekli neşeli bir kalabalık…

*

Ali, daha rahat artık…

Annesi öleli dört ay olmuş. Unutuyor onu yavaş yavaş. Aramıyor nedense annesini. Bazen görüyor onu salonun orta yerinde. Bazen de koluna dokunuyor, annesinin söndürdüğü sigara izine… Bazen yıkandıktan hemen sonra biri kurulasın diye bekliyor. Bazen özlüyor annesini. Onun delice kahkahalarını hatırlıyor. Nedense annesi en çok arkadaki bir odada, telefonla konuştuğunda gülerdi. Halası geliyor bazen onlara, bazen teyzesi… Hayatı “bazen” sözcüğünün dağıldığı bir belirsizliğe dönüşüyor. Annesizlik belirsizlik yaratıyor, eve kimin gireceği, Ali’yi kimin kucaklayacağı birilerinin keyfine göre belirleniyor. Nadir de olsa Ali yalnız dolaşıyor evde. Aradan koca bir yaz tatili geçmiş. Ali vaktinin büyük bir kısmını teyzesinin evinde, kuzenleriyle geçirmiş. Geceleri ise babasıyla… Babası yaz tatillerinden pek hoşlanmıyor. Çünkü işler yoğunlaşıyor. Oteldeki kazanlar ondan ilgi bekliyor. Babasını düşündükçe Ali’nin aklına gördüğü dev kazanlar ve sıcak su bekleyen sarışın çocuklar geliyor. Babası olmasa klorlu suya bulanan çocukların işi zordu doğrusu. O yüzden babası bir kahramandı aslında. Ali de birkaç kez daha gitmişti otele babasıyla birlikte. Dolaşmıştı öyle. Havuza bile girmişti bir kere. Ama pek sevmemişti havuzu. Onunla oynamaya çalışan çocuklara da alışamamıştı. Çoğu doğru düzgün yüzme bile bilmiyordu.

Eylül ayının görünmesiyle birlikte trafik azalmış, şehir renkli karıncalara benzeyen valizlerin uzaklaşmasıyla rahatlamıştı. Çadır kuranlar, günübirlik gezenler, su gibi şarap tüketenler, geceyi sabahla birleştirenler… Yok olmuşlardı sanki.

Geriye elektrikli motosikletleriyle gezen yerliler kalmıştı.

Ali kazan dairesinden çıkıp gezmeye başlıyor otelin içinde. Otelin müdürü onu çok seviyor, o yüzden Ali’nin izne ihtiyacı yok. Otel müdürünün adı Asya… Genç, güzel, biraz kilolu bir kadın… Babasının dediğine göre üç dille konuşabiliyor. Ali de onun gibi olmak istiyor. Karşılaştıklarında Ali’ye mutlaka selam veriyor. Herkes ona Asya Hanım diye sesleniyor. Koca koca adamlar çekiniyorlar ondan. Buranın da öğretmeni o.

Ali otelin derinliklerine kadar gidiyor. Bahçıvanlarla selamlaşıp aralarına karışıyor. Babası “Yasak” demişti, Ali “Başkasının çocukları nerede” diye sorunca. Ali, başkasına yasak olan şeyin onlara serbest olmasını pek anlayamıyor ve bu hoş serbestliği Asya Hanım’ın sevgisine bağlıyor. Sanki otelin bir çalışanıydı Ali, hatta öyle sananlar bile olmuştu. Golf sahalarına ulaşıyor Ali. Küçük ve sevimli bir çardak var orada. Ali gidip bakmak istiyor çardağa ama cesaret edemiyor. Bazen insanlar olurdu çardakta, o an kimse yok; Ali bundan cesaretle atıyor adımlarını, yaklaşıyor çardağa. Çeşitli aletler görüyor… Sesleri duyunca otelin tişörtlerinden giyinmiş iki adamın yaklaştığını fark ediyor. Biri genç, diğeri ise yaşlı… Yaşlı olan “Hey çocuk!” diye sesleniyor.

Ali bir adım geri çekiliyor… Çekiniyor nedense. Bir şey diyemiyor. Bakışlarına merak sinmiş, öyle bakıyor sesin sahibine. Bir yandan da dayak yiyeceğini düşünüp siniyor.

Adam ona “Sen kimsin bakalım?” diye soruyor. Yöreye özgü bir esmerliği var.

“Adım Ali. Kazancı Bekir’in oğluyum.”

Genç olan giriyor lafa: “Ee burada ne arıyorsun o halde.”

“Öyle geziyordum abi.”

“O zaman şanslısın… Biz de dondurma yiyecektik.”

Hiç beklemediği bir cevap… Gülümsüyor Ali. Çardağın köşesindeki dondurma dolabını görüyor. Pek şaşırmıyor dolabın olmasına. Her an her yerde dondurma dolabı olabilirdi buralarda. “Sağ olun,” deyip gülümsüyor. Sarı bir tabureye oturuyor. En güzelinden bir dondurma veriyorlar ona. Bir tane de su dolu plastik bardak… Bir süre sessizce dondurmasını yiyor Ali. Adamlar ne sevecen ne sinirli, ne sessiz ne konuşkan… Cep telefonuyla oynayan genç adamı duyuyor dondurmasını bitirmek üzereyken: “Bunların ne olduğunu biliyor musun Ali?”

“Biliyorum abi. Golf aletleri.”

“Doğru. Nereden biliyorsun bakalım?”

“Bazen duvarlara yaklaşıyoruz. Oradan abi.”

Genç adam gülümsemişti: “Ne görüyorsun yaklaşınca?”

“Elinde sopayla yürüyen adamları…”

Yaşlı adam basıyor kahkahayı. Ali de katılıyor ona. Dondurmasının dibine ulaşmış, yavaşlıyor dili, hemen bitmesin istiyor çünkü. Çardağın tavanına golf oynayan insanların fotoğrafları asılmış. Plastik bir kutu renkli toplarla dolu… Yeşil bir eldiven dikkatini çekiyor. Bir anda açılıyor dili: “Siz de mi golf oynuyorsunuz abi?”

Yaşlı adam göz kırpıyor önce: “Biz eğitmeniz Ali. Yani öğretmen…”

Ali etrafta öğrenci göremiyor. Dört adam görüyor uzakta, o kadar.

Yaşlı adam “Kalk da tut bakalım şu sopayı,” diyor. Ali önce dondurma çubuğunu çöpe atıyor, sonra sopaların olduğu sepete yöneliyor. Siyah bir sopa seçiyor. Kavrıyor öylesine, çıkarıyor sepetten, orta yerde duruyor. Acayip bir heyecan yükseliyor içinden. Bir şeyler yapacağını seziyor, en iyisi olsun istiyor. Adam ona önce tutma şeklini tarif ediyor kabaca. Ali deniyor adamın dediğini. Sonra adam oturduğu sandalyenin altındaki bir topu ayağıyla ona doğru ittiriyor. Ali anlıyor, sopasını değdiriyor topa. Top biraz gidip duruyor.

Telefon çalıyor topun duruşuyla birlikte. Yaşlı adama ait, hemen açıyor telefonu, başlıyor konuşmaya. Kapattıktan sonra “Git, topu sopayla al, başladığın yere dön…” diyor. Ali deniyor. Zor bir iş gibi gözükmüyor. Keyif alıyor aksine. Bir şeyleri başarmak istiyor, özellikle genç adam için… Niyeyse onun gözüne girmek istiyor.

Yaşlı adam “Neydi babanın adı?” diye soruyor.

“Bekir.”

“Sen şimdi bak şuradaki topu görüyor musun? Elindeki sopayla git, topa yavaş yavaş vurarak buraya getir. Ama yavaş… Çimleri sökmeden…”

Ali topu görüyor, çimenlerin üzerinde, minik bir nokta gibi…

Hemen koşuyor. Deniyor topa vurmayı. Sopa ağırlaşıyor bir an elinde.

Anlıyor ki topu düz bir çizgi üzerinde ilerletmek çok da kolay bir iş değil. Bir keresinde top sola doğru gidiyor, yolunu epey uzatıyor Ali’nin. Hata yaptığını düşündüğü için de kan ter içinde kalıyor. Bir an önce varmak istiyor çardağa. Sopa titriyor elinde. Döndüğünde babasının yaklaştığını görüyor, şaşırıyor.

Karşılaştıklarında “Bekir kardeş…” diyor yaşlı adam: “Ben bu çocuğa el koyuyorum. Artık o benim sporcum. Senden ne para isterim ne başka bir şey. Sadece dediklerimi yapacaksınız ikinizde. Annesini de al gel yarın, kayıt yaptıracağız çocuğa.”

Ali giriyor lafa: “Annem öldü benim.”

Genç adam bir an açıyor gözlerini, sonra büzüyor dudaklarını, zamanı da ekliyor kendine: “O halde şimdi yapalım kaydını. Hazır mısın bakalım minik golfçü?”

Babasına bakıyor Ali, ondan “olur” bekliyor. Babası utangaç, nasıl davranması gerektiğini bilemiyor. “Hocam…” diyor bir yerden sonra: “İlla ki bir şeyler gerekecek oğlan için. Ben görüyorum, bizi aşar bu işler.”

“Oğlum… Sen karışma o işlere. Ali hem sporcumuz olacak hem de çalışanımız. Yani bazen gelip etrafa dağılan topları toplayacak. O artık benim gözetimim altında.”

Babası yine de şüpheci kalıyor: “Hocam öyle olur mu ki? Yani hiç parasız…”

“Olur…olur… niye olmasın?”

“Bilemedim ki hocam? Anlamayız biz pek. Hem beceremez bizim oğlan. Yorar sizi. Hem otel yöneticileri ne der? Bizim çocuklar buralarda, böyle…”

Yaşlı adam son söylenenleri duymuyor sanki: “Niye beceremesin, hem baktık olmuyor, yapacak bir şey yok deriz.”

Aslında Ali anlıyor babasını, babasındaki heyecanı, o da istekli ama öyle gözükmek istemiyor. “Tamamdır hocam. Siz nasıl derseniz… Allah da razı olsun sizden.”

O an tesadüf ya, Asya Hanım almış yanına birkaç kişiyi geliyor. Hemen ayağa kalkıyor herkes. Asya Hanım, mesaide olması gereken Bekir’i ve Ali’yi görünce pek anlam veremiyor meseleye. İş tutkunu bir kadın o. Bekir hemen birkaç adım geri çekiliyor, güneşin altında koca boyuyla görünebiliyorken, açıktayken, ak pakken, kayboluyor sanki. Ali şaşıyor babasının böyle kaybolmasına. O da kaybolmak istiyor. Babası ne hissediyorsa o da yükleniyor aynı hissi: Utanç! Neyse ki onun boyu daha küçük. Boynunu büküp sopaların olduğu sepetlerin arasına geçiyor.

Asya Hanım kabul ediyor bu kayboluşu, takdir de ediyor sanki. Fazla oyalanmıyor onlarla. Yanındaki kişileri golf eğitmenleriyle tanıştırıyor. Kısa bir sohbet geçiyor. Gelen kişiler, yaşlı insanlar… Anlaşılıyor ki İstanbul’dan gelmişler. Bir süreliğine izin isteyip gruptan ayrılıyorlar ve golf sahasını turlamaya başlıyorlar. Genç öğretmen de peşlerinde…

Yaşlı öğretmen “Asya Hanım,” diyor rahat bir tavırla: “Biz de sizden bahsediyorduk. Şöyle ki… Ali’yi himayem altına aldım. Siz de izin verirseniz onu top toplayıcı yapıp eğiteceğiz. Maşallah güzel bir çocuk…”

Asya Hanım önce buzdolabından bir su şişesini çıkarıp açıyor: “Bekir Bey de o yüzden mi burada?”

“Evet müdürüm.”

“İzin veriyor mu bari?”

Bekir Bey sadece boynunu büküp tebessüm etmekle yetiniyor.

“Ali…” diyor Asya Hanım ona dönerek: “İstiyor musun sen de?”

Ali bir anda çıkıyor topların arasından, böyle bir ablanın ona soru sorması çok hoşuna gidiyor, haddinden yüksek bir sesle “İstiyorum öğretmenim…” diyor.

Gülüyor Asya Hanım: “İlk ayakkabıların da benden o zaman.”

O günden sonra Asya Hanım’ın eli hiç eksik olmuyor Ali’nin hayatında. Uzaktan, biraz mesafeli, ojeli eli… Her gördüğünde yanına çağırıp sorular soruyor. İzliyor onu.

Ali önce sopa tutmayı öğreniyor, sonra topa vurmayı. Okuldan çıkınca koşarak hocalarının yanına gidiyor. Yeri geliyor sahayı temizliyor, yeri geliyor top topluyor. En sevdiği şeyde de golf arabalarıyla gezip sahayı denetleyen abilere katılmak.

Hocası ona “Gözünü dört aç,” demişti. Ali de dinliyor onu. Herkesi izliyor. Top toplaya toplaya ustalardan bir şeyler öğreniyor. Sadece golf sporunu değil, toprağı, hatta toprağın altını öğreniyor. Toprakla bütünleşiyor zamanla.

Zamanla varlıklı ailelerinin çocuklarına karışıyor, içi buruluyor, uzaklaşmayı, vazgeçmeyi düşünüyor ama eline golf sopasını aldığında içine bir ferahlık geliyor. Onlar vazgeçiyor, Ali vazgeçmiyor. Ortaokul çağı geldiğinde tam altı kilometre boyunca golf oynayabilecek seviyeye geliyor. Bir gün üzerine milli takım formasını geçiriyor.

Yağmurda bile durmuyor, koşuyor, zıplıyor, hocalarını uyandırıp tesisin anahtarını istiyor. Lise çağı geldiğinde gençler seviyesinde Türkiye şampiyonu oluyor. Avrupa’da bir yarışmadan davet alıyor.

Bir gün yaşlı olan hocasının gözlerinin dolduğunu görüyor, onun koluna dokunmuş çünkü, sigara izine, şöyle diyor: “Seni ilk gördüğümde bu izi fark ettim. O gün dedim ki içimden ben de bir iz bırakmalıyım bu çocuğun hayatında.”

“Çok mutluyum şimdi Ali.”

Ali de mutlu… Görüyor çünkü kapının ardını.