bedroom, bed, alarm clock-1006526.jpg

            Halen karanlık…

 

Henüz karanlık… Henüz rüya… Bir ses duyuyorum; alarm olmalı, telefon boş yastığın üzerinde, sanki canlı birisi gibi, sanki annem gibi “Uyan…” diyor. Ama tekdüze bir annelik bu… Şefkatten yoksun. “Bugün okula gitmesem olmaz mı?” diyerek nazlanamam ona. Kandıramam onu. Uyandıracak beni. Kararlı. Yanımda bir karaltı uyuyor, benimle birlikte ama bensiz ve hissiz; onun bir çocuk olduğunu ayırt ediyorum ansızın, korkuyorum ondan, cin mi peri mi, huylu mu huysuz mu diye düşünüyorum saflıkla. Bir kedinin adımlarını duyuyorum üzerimde. Rüya adımları bunlar… Soğuk sanki… Mevsimin kış olduğunu anımsıyorum uyanıklığın ilk dakikalarında. Her gün, aynı his, aynı belirti: Önce korku… Ardından üşüme… Yorganı kaldırıyorum. Gövdemdeki terleyen noktalarda yoğunlaşıyor üşüme hissi. Direniyorum ama. Niçin bu kadar kontrolsüzüm uykuda? Aklıma gelen ilk şeyleri -itmek- istiyorum; âşık olduğum kadını, Burcu’yu hatırlıyorum. Onun bu yataktaki sıcaklığını özlüyorum odanın boşluğuna bakıp. Kendimi bile siliyorum odadan. Sanki altımda toplanan çarşafı ben bu hale getirmemişim. Zaten bazen şu hisse kapılıyorum: Bu ev beni de içine alan bir koza değil, bana ait değil, benimle ilgili değil, hatta gerçek bile değil. Benim olmayan bir gerçeğin içinde yaşıyorum. Yine ötüyor telefon: Alarm, alarm… Hemen susturuyorum. Sağa devriliyorum. Devrilirken giyinmem gerekenleri düşünüyorum, gözüm yerdeki mavi çoraplara takılıyor. Sola devrilirken “…acaba ne yesem” diye düşünüyorum. Tasarımı Peter isimli İskandinav bir mimara ait, venge rengi iç karartıcı bir gardırobun parlak aynasında birisi bana bakıyor, uzay boşluğundaki küçücük bir yıldızın küçücük bir insanı için fazla değil mi bu uyanma çabaları? Uyumak istiyorum. Bu gardırobu seçen Burcu’yu çıplak düşleyerek uyumak… Gece geç uyudum çünkü, tutmadı uyku; dalabileyim diye cinsel fanteziler kurdum, yeni tanıştığım bir hatun ile bir teknede seviştiğimi hayal ettim, öyle kurguladım ki o anı, şimdi bile hissedebiliyorum, sanki geçen yaz böyle bir şey olmuş gibi…

Dışsal ilk alarm çaldı, sıra içsel alarmda: Tam karın hizamda bir gürültü başlıyor. Bir şeyler yemeliyim, mutlaka öyle olmalı, gece de biraz aç uyumuşum ama canım da bir şeyler hazırlamak istemiyor. Amerika’dan hediye gelen beyzbol temalı şapkaya bakıyorum yaz mevsimini özleyerek.  Ben yalnız değilim.

Alışık olduğum, âşık olduğum, en mutlu olduğum sesi duyuyorum: Kedim yatağa zıplamış… Hiç aksatmaz… Uyanışımı duyar ve gelir. O şaşılası vücuduyla esner ve o da benim gibi uyanır. O aslında uykuya hazırlanıyordur. Geceyi hareketli geçirmiştir. Evdeki hayaletleri falan kovalamıştır deli kedi. Saat dokuz ile öğleden sonra dört arasındaki yedi saati aralıksız uyuyarak geçirecek. O yüzden son bir sevilmek istiyor. Öpülmek, okşanmak… Önce biraz sürtünüyor bacaklarıma. Sırtını çıkarıp mırıl mırıl sesler çıkarıyor. Kısırlaştırıldığından beri kilosu arttı. Dikkat etmeme rağmen… Neyse, böyle daha sevimli… İki yastığı da kafamın altına koyup biraz dikleşiyorum. Kedi de yerleşiyor; sırtını benim gövdeme yaslayıp bir sevgili gibi sokuluyor, altı ayağımız oluyor yatakta. Kedim bu eve geldiğinden beri ev değişti, iki tane koltuğun ipleri söküldü, bazı süsler yere düşüp parçalandılar. Önce yadırgadım bunu. Bugün ise anlıyorum ki bu şapşal hayvan evi değiştirdi, biçimlendirdi, kendi yaşayabileceği bir alana çevirerek aidiyet döngüsünü tamamladı. Düşünüyorum da evim bir eve daha çok benzedi sanki. Biraz daha sabredebilirsem… Belki ben de koltukları tırmalamalıyım. Hatta kitapları, müzik CD’lerini ve şarj kablolarını… Kedi bu eve gelmeden önce ev, eşyaların dizildiği odalardan ibaretti. Bu evi bu kedi daha çok hak ediyor. An itibariyle ona baktığımda öne doğru uzanmış iki tane pati ve kafasının tepesini görüyorum. Tam orayı okşadığımda çenesini kaldırıyor, o an göz göze gelir gibi oluyoruz. Birbirimize günaydın diyoruz. O kadar savunmasız ki… Şaşırıyorum sokaktaki tedirgin kedileri düşününce. Birkaç saniye sonra dönüp “Boş ver sokaktaki kedileri,” der gibi göbeğini açıyor, kolumu patilerinin arasında sıkıştırıyor. Duygulandırıyor beni. Başlıyor bir mırıltı, tatlı bir gürültü… O kedilere has, harikulade rahatlatıcı ses… Sabah sessizliği de böylece dağılıyor. Neredeyse tekrar uyuyacağım, direniyorum; İnstagram’a bakasım geliyor ama kedimin hoşuna gitmiyor onu severken başka bir şeyle ilgilenmem, daha doğrusu ben öyle hissediyorum.

 

Devam etmeli güne… Kedimi -patronuma birlikte küfürler ederek- yatakta bırakıp banyoya yöneliyorum. Klozete oturup işiyorum. İşim bitmesine rağmen kalkamıyorum hemen. O esnada kedimin tekrar geldiğini, bacaklarıma sürtündüğünü fark ediyorum. Utanıyorum ondan. En çirkin hâlim çünkü. Yine de seviyor beni, sevilmek istiyor. Biraz da orada seviyorum onu. Kafasını falan okşuyorum. Neyse ki benim bırakıp duşakabine giriyor, biraz dolaşıyor orada, onun için su doldurduğum kovaya sokuyor kafasını. Paraya kıyıp aldığım su kabından değil de plastik kovadan su içmeyi seviyor saf hayvan. Dilinin çıkardığı sesi dinliyorum bir süre. Derken ayaklanıp donumu çekiyorum, yüzümü yıkıyorum bir çırpıda. Sabunlanıyorum. Sulanıyorum. Kokulanıyorum. Ama uyanamıyorum. Bir şıp olup düşüyorum lavaboya. Parçalanıyorum anında. Duyulan koku için bu sabuna epey para ödüyorum. Küçük, minik zevkler işte… Aynaya bakıp duruyorum bir süre. Bu alışkanlığım vakti sorgulamama neden oluyor. Vakitle aramdaki perde şu anda saydam: Aynadaki yansımaya bakınca vaktin ötesini görebiliyorum. Yaşlanıyorum sanki. Günler geçiyor. Hem de çok çabuk geçiyor. Birkaç gün özel okulda çalışan bir öğretmen arkadaşımın vasıtasıyla, tesadüf eseri liseli çocuklarla aynı masaya düştüm. Kendimi hatırladım: Tam on altı yıl geçmiş aradan. Yani lise yıllarımın üzerinden… Çocuklar biraz kaygılılar, malum üniversite sınavı. Onlara “Siktiredin sınavı falan, öyle şeyler yaşayacaksınız ki…” demek istedim ama diyemedim tabii. Bana mesleğimle ilgili sorular sordular. Boktan sorular. Boktan. Gözüm diş fırçalarken kullandığım, İkea’nın ürünü, küçük dijital saate takılıyor. Biraz acele etmeliyim. Alerjik akıntıdan ötürü kullandığım göz damlamı damlatıyorum. Hemen yaşarıyor gözlerim. Rahatlamak için, gözlerimle oynaşmadan tekrar yıkıyorum yüzümü. Kenarlarını annemin işlediği ve benim sade yaşantıma hiç uymayan -ama gidip de para veremem havluya- pembe havluyu alıyorum elime. Yüzümü biraz nemli kalmasına özen göstererek kuruluyorum. Halen sabah karanlığı var evde. Uyandığımın son işaretini çakıyorum: Basıyorum sertçe etrafı aydınlatacak gümüş renk anahtarlara… Hemen mutfağa koşup su koyuyorum ocağa. Bilerek karanlıkta yapıyorum bu işi. Parlayan alev diriltiyor beni. Ateşliyor beni.

Ben de… Ben de dip dibe dikilen ve birbirine benzemeyen apartmanlardan birisinde yaşıyorum. Gözüm az önce parlayan ışığa takılıyor, komşum kadın uyanmış dolaşıyor mutfakta. Perdelerinin şekli nedeniyle onu belli belirsiz görebiliyorum. Yüksek olasılık birazdan oğlunu uyandıracak. O evde, bir odada daha, lamba parlayacak ve ben bu sırrı, yani hangi odanın lambasının parlayacağını biliyorum. Birkaç dakika sonra parlıyor lamba. Uyandırılıyor çocuk. Ben de o esnada buzdolabından kaşar peynir, sucuk falan çıkıyorum. Kaşar peynirini rendeleyip sucuğu küçük parçalar hâlinde doğruyorum. Tavada tereyağı kızdırıp omlet yapacağım. Şipşak hallediyorum. Şipşak yiyorum. Su da kaynamış o esnada, kendime bir yeşil çay hazırlamaya koyuluyorum; kahvaltıdan sonra içmeye başlayıp çalıştığım iş yerine kadar aralıklarla içmeye devam edeceğim. Şehirde, elinde termosla gezinen kişilerden birisi de benim. Burcu bana geçen gün bir termos hediye etti. Mecburen onu kullanıyorum. Mecburen diyorum çünkü hoşlanmıyorum bu termosun üzerindeki Amerikan menşeili kahve zincirinin logosundan. Sonradan görme, özenti bir tip gibi gösteriyor beni. Sevgilimi de aldığı hediye için yeteri kadar araştırma yapmamış, özensiz biri gibi… Oysa ne farklı, orijinal, güzel, arkasında emek olan güzel markalar var. Gerçi bunlar benim kuruntularım da olabilir. Nihayetinde kadıncağız düşünmüş, aklına gelmiş, hediye almış. Öğleden sonra aynı termosa kahve koyacağım. Bir rutin.

 

Oğlan henüz küçük… Tahminimce on yaşında. Görüyorum bazen onu balkonda falan. Afacan bir oğlan… Babasına benziyor. Babası çok sakin bir tip ama… Öyle sanıyorum ki uyanırken çok zorlanıyor bu çocuk. Bazen okula gitmemek için annesine yalvardığına eminim. Gitmesi gerektiğini söylüyor annesi, ben de burada söylüyorum, sesim ona ulaşıyor mu bilinmez; nedense komşum kadınla duygudaşlık kuruyorum bu yalnız mutfakta. Şimdi, tam da şu anda, koşturuyordur yüksek ihtimal. Belki de ütü yapıyordur hızlıca. Tahminimce üzerinde atletiyle… Kıvrımlı vücudunun hakkını vererek. Mutlaka bir şeyleri unutuyordur benim aksime. Bir kez arabamı çalıştırırken bu anneyle çocuğu görmüştüm. Kadının sırtında oğlunun Batman logolu çantası… Tam arabaya bineceklerken kadın geri dönüp apartmana girmişti. Olağan aslında: Bu kadar iş… Elbette unutulurdu bir şeyler! Böyle, yani her sabah az ötendeki yaşama tüm berraklığıyla tanıklık edince “Çalışan kadınlara iş yerlerinde biraz daha kolaylık sağlanması gerekiyor,” diye düşünüyorum. Çünkü onların çocukları olmasa devletin geleceği için durumlar zorlaşabilir. Tefal’den alınmış ürünler sessizce dururken, her şey yerli yerindeyken… Ben bu düşüncelerle karışıyorum bu aileye. Azıcık bir boşluktan görebildiğim yaşantılarına… Evin babası bu saatlerde uyanmıyor, ben onu birkaç kere, izinli olduğum günlerde gördüm; öğleye doğru uyanıyor, tabii yalnız. Karısını işe, oğlunu okula uğurlamış vaziyette. İstisnasız her kahvaltıdan sonra balkona çıkıp rahatsız bir sandalyede sigara içen kederli adamlardan… Bu adama da üzülüyorum bir yandan: Adamın uykusu sık bölünüyordur. Belki oğlan babasını öpmek istiyordur ansızın. Veya bir çatal yere düşüyordur. Aklıma çocuğun bugünlerde heyecanlı olduğu düşüyor: Okul masa tenisine seçilmiş çünkü. Onu bazen elinde masa tenisi raketiyle top sektirirken görüyorum odasında. Öğretmenleri yoğun çalıştırıyor belli ki. Çünkü çocuğun hareketleri gittikçe gelişiyor. İlk günler çabuk düşürüyordu topu. Şimdilerde bütün evi gezebiliyor. Aferin ona vallahi. Özel bir okula gittiğini tahmin ediyorum üstüne başına bakıp. Bilemem tabii. Annesiyle birlikte birkaç kez arabalarına binerken gördüm. Arabalarının fiyatı bu mahalle için biraz yüksek kaçıyor diyebilirim. Kadının üstü başı da genelde düzgün markalardan. Adamın elinden düşürmediği, balkonda sigara içerken bile sürekli baktığı telefonu ise en pahalı modellerden birisi. Tahmin edebiliyorum: Bu ailenin de devlet okullarına güveni yok! Temiz ve güvenli bulmuyorlar devletin okullarını. İlle de özel okul. Paralı eğitim. Bence abartılıyor ama. Ben devlet okullarında okudum hep. Hiç de okuldaki pislikten ötürü hastalanmadım. Velev ki hastalandım, aynı mikrop devlet özel diye bir ayrım mı yapıyor? Pire mesela, her yerde pire… Belki birkaç kez kavgaya karışmışımdır. Ama özel okulda da oluyordur kavga, eminim bundan. Onlarınkisine depresyon, ani atak, duygu durum değişimi falan diyorlardır. Aslında özel okullar da sıkıntı. İş yerindeki arkadaşlarımdan biliyorum. Çocukları sabah erkenden bırakıp akşam beş gibi alıyorlar. Yani bütün gün oradalar. Bildiğim kadarıyla günde dokuz saat ders… Şuncacık, el kadar çocuk günde dokuz saat dersi nasıl yapabilir, aklım almıyor. Ben yetişkin insanlara verdiğim eğitimlerde gözlüyorum çünkü: İnsanlar üç dört saatten sonra yamuluyorlar. Günde dokuz saat yazı yazabilen romancı olduğunu bile sanmıyorum. Neyse, yapacak bir şey yok: Arkadaşımın da belirttiği gibi “Anne baba çalışıyor, çocuk eve erken gelemez,” düşüncesi hâkim bu çok saatli sisteme. Çocuklar eve ulaştıklarında kışın hava kararmış oluyor mesela. Çatılara bırakılıyorlar sanki. Toprakla ilişkileri olmuyor. Servisler leylekler misali dağıtıyorlar bu çocukları. Anne de haksız sayılmaz: Bu muhitte araç trafiği acayip yoğun. Bir anda ağlama isteğiyle sarsılıyorum, neredeyse ağlayacağım. Üzülüyorum çünkü masa tenisi seven bu çocuk için. O esnada benim kediyi görüyorum. Giriyor mutfağa kaygısız adımlarla. Bu sefer de beni hiç umursamıyor. Etrafa bakıyor, sanki sinirli bir subay gibi… Dağılmış ev çünkü… Kaşar peyniri paketi gibi görmediği birkaç yabancı cisim çıkmış ortaya. Kokluyor ciddiyetle. Sonra yatışıyor: Tehlike yok! Birbirimizi yatıştırıyoruz. Uzanıp yere patilerini öne doğru geriyor. Parmaklarını büküp eşsiz güzellikte bir hareket yapıyor. Bazen bu hareketi kışın salondaki battaniyede, bazen de benim pijamalarımda deniyor.  Acaba bu çocuğun gittiği okulun sahibi ne iş yapıyor? Öğretmen mi? Akademisyen mi? Gerçi onlarda okul açacak para nerede? Yüksek olasılık müteahhittir. Evler diktiği arsaya uyanık bir hamleyle okul da kondurmuştur. Önce gerekli kurumlara başvurarak mevcut kat yüksekliğini arttırmış, binaların boyunu uzatmıştır. Hal böyle olunca arsada kalan boşluğa bir okul yapma fikri gelmiştir birisinden. Ya okul ya fitness merkezi… Okul daha kârlı gözükmüştür. Ne de olsa sitedeki çocuklar doğal müşteri… Öğretmen bulmak da en kolay iş… Hem de en ucuzundan… Dertleri modern kafesler inşa etmek ve iş yerlerinde dirsek çürüten ailelerin mikrobundan çocukları bir süre korumak. Eğitim falan hikâye… Başarı için de bursluluk sınavında derece yapan çocukları devşir! Her özel okulun bir yeniçeri ocağı vardır!

 

Bu sefer de öğretmenler geliyor aklıma, yine başlıyorum canımı sıkmaya.  Bu çocuk da dirseği kanadığında bile profesör doktora giden hassas biriciklerden birisi mi? İlerleyen yıllarda yaşamı yoluna sokmak için çalışan profesörleri bulamayacak bu çocuk, acaba farkında mı babası?  Çünkü patronlar öyle profesörlerin yetişmesine katiyen izin vermezler. Aksine “yarışı” destekleyen, akan kanı “rekabet” olarak kurumsallaştıran profesörler revaçta artık. Ya ağlayacağım ya küfürler edeceğim. Neyse biraz da pekmez yemeliyim. Bana ne elin bebesinden. Öğretmeninden. Neyse ne!

Telefonumu kullanarak son yılların yıldız sanatçısı Harry Styles’dan şarkılar açıyorum. Telefonum mutfaktaki özel bir kablosuz hoparlöre bağlı. Kafamı geriye atıyorum. Sesle kendimden geçiyorum. Karnımı iyice doyurmalıyım. Öğlen yemek yiyip fazladan para harcamak istemiyorum. Akşama kadar tutmalı beni kahvaltı… Zaten yoğun bir işim yok. Masa başı denilenlerden… Burcu ile fazla gezmiş tozmuşuz son günlerde. Kredi kartına yüklenmişiz, benzindi, şuydu buydu derken… Hem arabaya önümüzdeki ay kasko yapılacak, en azından bir kısmını nakit ödeme niyetindeyim. Hedefimiz, liderlerimizin tabiriyle vizyonumuz belli: Maaşa kadar öğle yemeği yok… Görebiliyorum bazen: Bu çocuğun odası oyuncaklarla dolu. Annesi ona bir sürü oyuncak almış. Dedesi, şusu busu… Her gelen oyuncakla gelmiş. Yaşamı oyuncaklaştırmışlar. Çocuk kendisini Superman sanıyor olabilir. Süperman diye bir şey yok; işçiler var, masa başı işçiler var, müdür olan işçiler var… Bir de patronlar… Aslında böyle oyuncaklar tasarlamak lazım. Mesela sarı olmalı işçiler. Patronlar mavi olmalı. Oyuncak deyince… Gözüm tavandaki İkea avizeye takılıyor. Ne de şık duruyor orada. Mutfaktaki, hatta evdeki her şey İkea zaten. Yalnız zenginlerin ereksiyonu: İkea! Mağazasını gezmenin bile kılavuzunu hazırlayan şaşılası oluşum. Tasarlanmış oyuncakları ve uysal bir oyuncu olan ben. Üç farklı kredi ödeyen sistemin içindeki parlak dişli! Bazen, özellikle pazar günleri, babası alıp oyuncaklarla büyüyen bu çocuğu bir yerlere götürüyor. Bir keresinde onları alışveriş merkezinde görmüştüm. Acaba bu çocuk kan ter içinde hem iş için hazırlanan hem de ona kahvaltı hazırlayan annesine “Neden bir hizmetçi tutmuyoruz, okuldaki arkadaşımın evinde var,” gibisinden bir soru soruyor mu? Soruyorsa cevabı zor bir soru olur. Annesi için üzülüyorum şimdi de. Bazen bu kadının annesi geliyor evlerine, o zaman işler daha kolaylaşıyor. Epeydir yok ama. Acaba nerede? Hasta falan değildir umarım. Bence bu aileye bir kedi gerek… Böylesi çok konforlu bakıldığında, iyi bir maaş, pratik eşyalar, düzenli bir yaşam. Geleceğe daha güvenli bakabiliyorum. Belki de anne baba olmanın güzelliği burada: Bir emek koyuyorsunuz ortaya ve karşılığında olumlu da olsa olumsuz da olsa bir tepki alıyorsunuz. O tepki sizi yaşamda tutuyor, yaşama sevincine dönüşüyor. Böylesi çok ama çok rahat. İnsanı rahatsız edecek kadar rahat. Sizin yerinize sizi düşünen robot süpürgeler, siz eve gelene kadar yemeğinizi hazırlayan Air fryer denilen akıllı fritözler, her katı farklı bir ısı derecesine ulaşan şahane fırınlar, istediğiniz zaman istediğiniz müziğe ulaşabileceğiniz platformlar, vakit geçirebileceğiniz şahane içerikli yayın üreticileri, vesaire…

Ege ürünlerini İnstagram üzerinden satan bir adamdan aldığım zeytinlere dadanıyorum. İki üç tanesini arka arkaya dişliyorum. Böyle iri iri yeşil zeytinler… Limonla harika gidiyorlar. Bir keresinde bu aileyi yaz tatiline giderken gördüm. Bir gece önce baba-oğul deniz yatağını şişirip denemişlerdi. Deniz yatağının sönmesi epey zaman almıştı. Anne de nedense tatile gitmeden önceki gece balkonu yıkamıştı. Göz göze gelip selam vermiştik birbirimize. Kadın bu arada gayet güzel bir kadın… Bu kadınla adamı sevişirken de görmek istiyorum ama yatak odalarının penceresini konumu nedeniyle göremiyorum. Zaten perde vardır odalarında. Kalkıyorum artık kahvaltı masasından. Yeşil çayımdan birkaç yudum alıyorum. Toparlıyorum her şeyi. Kapları falan. Kaplar İkea değil, merak etmeyin, Tupperware isimli Alman menşeili tuhaf bir firma… Annemin arkadaşı mahalli temsilci sıfatıyla satıyor. Tuhaf olmalarının sebebi aşırı kaliteli olmaları… Yani maydanoz saklamak için bu kadar çaba bana tuhaf geliyor. Neyse işte… Olmuşken iyisi olsun. Bulaşıkları lavaboya doldurup rendeyi hızlıca sadece su kullanarak yıkıyorum. Alttaki kirliler de yıkanıyor epey. Akşam onları kahve demlerken diğer her şeyle birlikte makineye yerleştiririm. Bıçaklar hariç… Bunları da Masterchef isimli genç aşçıların yarıştırıldığı bir televizyon programında görüp de aldım. Elle yıkanması tavsiye ediliyormuş. Bunlarla galiba büyük bir katliam yapabilirim, öyle keskinler yani, ama ben işte peynir falan dilimliyorum. Ne kadar keskin olduklarını merak etmiştim zaten. Gerçekten de keskinlermiş. Bu kadar keskin bıçağa hiç gerek yok. Önermiyorum arkadaşlarıma ama… Olmuşken iyisi olsun diyor herkes. Her gördüğümde garipsediğim çamaşır makinesini çalıştırmayı unuttuğumu fark ediyorum, mutfakta çamaşır makinesi mi olur, sanki sorun makinenin mutfakta olmasıymış gibi; yıkanmamıştı nevresimler, unutmuştu, neyse akşam hallederdi, zaten pek de acelesi yoktu. Bir an “Annemlerin evinde hiç nevresim yıkanmıyor muydu?” sorusu geldi aklıma. Yıllardır yaşadığım evde hiç dikkatimi çekmeyen bir eylem… Oysa titiz insandır annem.

Kedinin mamasını yenileyip dişlerimi fırçalıyorum. Giyiniyorum bir çırpıda. Erkek olmanın avantajları… Çabucak giyinebiliyoruz. Saçlarımı ise taramam pek. Öyle ne haldeyse çıkar giderim iş yerine. Böyle “cool” buluyorlar beni. Donla gitsem de cool derler, çünkü diyenler erkek… Ama kadınlar hep bakımlı gelmek zorunda. Çünkü onlar hem erkeklerin gözetimi altındalar hem de kadınların… Hatta kadınlar daha acımasızlar birbirlerine karşı!

Yatak odamdayken, başka şeyler düşünmem gerekiyorken, güzel bir sabah varken dışarıda; yine çocuğu ve annesini hatırlıyorum. Kadın acaba hangi renk sutyenini giymişti? Acaba çocuğu için küçük bir kâseye ceviz ve kuru meyvelerden koymuş muydu? Aklıma geliyor, hemen cep telefonumu alıyorum elime, notlar kısmına alışveriş başlığı açıp “limon tuzu” yazıyorum. Çünkü çaydanlığın altı kireçle dolmuş. Kaç zamandır erteliyorum. Son bir aynada kendime bakıyorum. Halen taksitlerini ödediğim saatimi takıyorum. Akıllı denilen saatlerden… Cep telefonumla bağlantılı çalışıyor. Mesajları, aramaları falan gösteriyor. Bakıldığında çok da gerekli bir ürün değil! Ama bir grup insan çıkan her teknolojik ürününün pazarlamasını içtenlikle yapıyor, sahip olmak, sergilemek, övünç duymak, masasına koymak, anlatmak, paylaşmak istiyor. İstemediği şey ise geri kalmak… Denizde dalarken bile bozulmazmış bu saat. Ben temiz deniz bulacağım da metrelerce dalacağım… Dalınca da saati merak edeceğim. Bu kadar para vermişim, su bile değdirmiyorum ne olur ne olmaz diye. Garip gerçi. Doğu insanına özgü bir paranoya olabilir bu garipsenecek güvensizlik. Kedim ise koridorda boylu boyunca serilmiş ne komşu aileyi ne de benim saatimi düşünüyor; “Hadi git de çalış, para kazan…” gibisinden sertçe bakışlar atıyor sadece. Küfür edesim geliyor, susuyorum. Acaba ben para kazanmasam beyefendi en kaliteli mamayı nereden bulacakmış. Ayakkabılarımdan bir çift seçip -bir an zenginlik hissine kapılıyorum- kapının önüne bırakıyorum. Bunları geçen sene Almanya’ya giden bir arkadaşım aracılığıyla satın almıştım. Gözüm salona takılıyor. Sadece geceleri birkaç saat vakit geçirmek için kurulmuş bir modern çukur gibi gözüküyor. Işıkları söndürüyorum. Halen karanlık… Halen gece…

Ayakkabıları giyinirken kedinin saldırısına uğruyorum. Oyun sanıyor, iplere saldırıyor. Üzüyor hâli beni biraz. Yedi sekiz saat tek başına kalacak bu evde. Saatimi kontrol ediyorum, onu biraz sevecek kadar vaktim var. İş yerine erken gidip biraz soluklanmak mı, yoksa kediyi mi sevmek?

Gözüm koridorda: Halen karanlık…