Mağaradaki Ölüm
Çavuş T arada bir yerdeydi. Bir yılan gibi uzundu. Bir yılanın kuyruğuydu. Yürüme değil bu, belki sürünme… Muhakkak ki sessizdi. Sessizlik abartıydı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Oysa bir çakmak çıtlasa, bir sigara yansa hiç fena olmazdı. Belki biraz konuşurlardı o zaman. Tek sıra hâlinde ilerliyorlardı. Seksen inanç… Yüz altmış ayak… Aynı sesleri çıkararak… ilerliyorlar. Bu bir arama timi. Çavuş T bazı askerleri tanıyor, bazılarını ise ilk kez görüyor. Farklı birliklerden gelen askerler var çünkü.
Mağaralarla dolu dağlık bir arazi ve birkaç sürpriz peri bacası…
Burası öyle güzel ki bir lütuftu aslında, öyle gözüküyordu fakat “Bizim için değil!” diye mırıldanıyor Çavuş T. Aklı, onları bu gece karanlığına sürükleyen generaldeydi. Bir general kolay kolay inmezdi askerlerin arasına. Bu sefer inmişti. Mesele ciddiydi. Yanında da bir subay getirmişti. Suratına maske geçirilmiş subay sessiz sakin bekliyordu generalin yanında. Bu subaylara “Fare bulan” diyorlardı ve görev esnasında maske takmaları mecburiydi. Devlet, saklananların sayısı arttıkça iz takip eden askerler yetiştirmeye başlamıştı. Ne ilginçtir ki eğitim başladıktan sonra bazı askerlerin iz takip etmede doğal bir yeteneği olduğu keşfedilmişti. Maskeli subaylar buldukları her kaçak için ödüllendiriliyorlardı. Farklı mizaçta insanlardı. Bir makine soğukluğu yansıyordu hareketlerinden. Belki sürekli yürüdükleri için. Yürümenin zihni açan bir yanı vardı, bu herkesçe bilinirdi, hatta bizzat general tarafından hazırlanmış bir tebligat dolaşıyordu alaylar arasında. Bu tebligatı bazı alay komutanları oldukça beğenmiş, bazıları beğenmeden önce bilmediği kelimeler için sözlüğe başvurmuş, bazıları da hızlıca bir pano yaptırıp yemekhaneye asmıştı. Şu yazıyordu tebligatta: Bilhassa yazarların methüsenasına mazhar olmuş yürüme eylemi asker ocağında kutsaldır, yürümeyen sürünmeye layıktır!”
Fakat sürekli yürümek insanı bir makineye çeviriyordu. Sürekli düşünebilen bir makine… Durmaktan korkuyordu sanki bu özel subaylar. Öyle hızlı intikal ediyorlardı ki bu işin üstadı Hitler onları görse gıpta ederdi. Belki de dünyayı ele geçirme hayallerine bu subaylar sayesinde ulaşırdı. Belki de Hitler’in bulduğu özel bir gen tesadüfi yollarla bu topraklara kadar ulaşıp maskeli subayların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Kimse bu maskeli subayların bir annesi olduğuna inanmıyordu. İncecik bir bele sahiptiler. Bacak boyları gövdeleriyle kıyaslandığında orantısızdı. Ayakları küçük, kaval kemikleri çok kalındı. Davranışları ise pek tahmin edilemezdi. Mesela kaçakları andıran bir yabanilik sergiliyorlardı yemek yerken. Fakat zararsızlardı. Katiyen kötü davranmıyorlardı genç erlere… Askerliğe özgü, gelenekselleşmiş bir üstünlük anlayışı da sergilemiyorlardı. Sadece… Yürümeyi ve bulmayı düstur edinmiş makineydi onlar. Peki, yaymaları gereken gerilimi nasıl yayıyorlardı? Kendiliğinden! Yıllarca uslu durduğu bilinen ama yine de tüm mahalleyi korkutan o evcil-bahçecil köpek cinslerine benzeyen bir gerilim yayıyorlardı.
…tuhaf değil mi! Askerler onların vahşi olduğuna inanıyordu. Yani masum.
General tarafından hududu titizlikle belirlenen arazi yarım ay şeklindeydi. Bir yükseliyor, bir alçalıyordu. Tekrarlanan vadiler dizisiydi çobanların deyimiyle. Durduk yere hangi vadinin verimli olduğunu ve hangi otun şifalı olduğunu ve hangi etin lezzetli olduğunu anlatan çobanlar elbette hangi mağarada saklanılacağını da biliyorlardı. Tabii o konuya pek girmek istemiyorlardı. Çobanlara güvenmeyen general bunun için “Arazi Tarama Esnasında Çobanlarla İletişim,” konulu bir kararname çıkartmıştı. Madde madde yazılmış metnin anlattığı tek şey “Soru sor ama çobana inanma” idi. Erliğin daha ilk gününde dağıtılan “Meçhule Giderken Kuşkulara Düşen Asker” kitabının yüz on üçüncü sayfasında bu hususlar detaylıca incelenir. Şu cümlenin altı çizilmiştir: Kuşku kurşunları iz takip eden bir askerin en önemli mühimmatıdır.
Vadi içlerini yabani ağaçlar doldurmuştu. Bunlar bodur ağaçlardı. Uzaktan ot yığınlarını andırıyorlardı. Çok uzaktan, dürbünle bakınca hareket eden yeşil tavşanlara da benziyorlardı. Arazinin genel avantajı “su” idi. Etraftaki içilebilecek su kaynağı sayılamayacak kadar çoktu.
Ön grupta birilerinin meşale yaktığını gördü Çavuş T. Bu belirlenen noktaya yaklaşıldığının işaretiydi. Harekât başlamadan önce Subay şerbetlenmiş mevcudiyetine öyle güveniyordu ki minik askere şöyle bağırtmıştı: “Bizi görecekler. Bu önemli değil. Görmelerini istiyoruz.”
Şerbetlenme denilen işlem yörede yaygındı, bu işi yapan dedeler vardı, kabaca yılan ve akrep sokmalarına karşı koruma duası olarak tanımlanabilirdi. General, kaçakçıları yılana benzettiği için subaylar tarafından pek önemsenen bu masumane işleme ses etmiyordu. Tabii masasında şu minvalde bir istihbarat dosyası da beklemekteydi: “Şerbetlenme İçin Efsunlanan Subayların Efsunlayan Kişinin Etrafında Toplanıp Bir Cemaat Kurması”
Subayların askerlerle iletişimi sadece “mukteza keyfiyet” olarak anlatılmıştı askerlere. Çoğu askerin asker ocağında öğrendiği bu iki kelimenin sözlük karşılığı “gerekli durum” demekti. Ne fonetik olarak uyumlu ne de anlatılmak isteneni tam olarak karşılayan bu tabiri general bulmuş ve bir kararnameyle birliklere göndermişti. Generalin edebiyat tutkusu tarihi bir gerçeklikti. Kendileri vakti zamanında, yani dünyayı değiştirebileceğine inandığı yirmili yaşlarında, bazı yazılar kaleme almış, bu yazıları “mahlas” kullanarak dergilere falan postalamıştı. Maalesef pek ilgi görmemişti yazdıkları. İlginç olan ise mahlasıdır. Kendisine mahlas olarak “general” kelimesini seçmiştir. Mahlasını şu şekilde yazdığı kayıp-toplatılan dergilerin kayıtlarında mevcuttur: gen-er-al
İşin özü kutsal bir gen taşıdığına inanıyordu bu general. Edebiyatta ise çıraklığını “er” olarak kodlamış, ortaya böyle tuhaf bir mahlas çıkarmıştı. Kimse de dememiştir ki bu genç adamda dikkat edilmesi gereken bir tuhaflık var, herkes “ne akıllı bir genç” demiştir aksine. Edebiyat dünyası tarafından reddedilmesine çok bozulmuş olan general bu nahoş reddin sebebi toplumcu gerçekçi çizgide ilerleyen yazarlarda bulmuş ve yaşamı boyunca onlardan nefret etmiştir. O yüzdendir ki bunlardan(!) sesini azıcık çıkaranı bile ezmeyi hayal etmiştir. Sırf bu amaçla detaylı bir hükümet darbesi planlaması yapmıştır. Bekliyordur bu posmodern darbe için… Toplayıp suratlarına tükürecekti bu yazarların. Listesi kabarıktı.
Kararnameye konu olan iki kelimeyi de bu yazar grubunun kullandığı yalın dil-yalın anlatım tercihine karşıt olarak eski sözcükler seçerek üretmiştir. Üzerine bu da yetmemiş şöyle bir kullanım da zamanla kâğıtlar üzerine yerleşmiştir: keyfiyet-i mukteza. Mesela şöyle başlardı disiplin soruşturmasına konu olan subayların iletişim hataları:
Keyfiyet-i mukteza silsilesinde karşılaşılan abartı betimler askerlerin kafasını karıştırmış, bu gibi yorumlanması zor meseleler kaçaklara kaçma için vakit yaratmıştır. Keyfiyet-i mukteza prensipleri gereğince “daha az söz, daha çok hareket” benimsenmelidir. Subayımıza bir ihtar lüzum görülmüştür. General!
Subaylar “minik” ismini taktıkları yaverler aracılığıyla seslenirlerdi. Miniklerin özelliği bağırabiliyor olmalarıydı.
Durdular birden. Yaklaştılar birbirlerine. Önceden belirlenen kurallar dahilinde beşer kişilik küçük gruplar oluşturdular. Bir grup asker hemen soyunmaya başladı, bunların özelliği neredeyse çıplak olmalarıydı, bu sayede bir fişek gibi hareket edebiliyorlardı. Önce üzerlerindeki tüm yükü bırakıp sporcu taytlarıyla kaldılar. İlk kullanıldıklarında komik bulunan bu taytlara zamanla alışılmıştı. Siyah renkli, kalın, termal taytlardı. Üzerlerinde ise uzun kollu termal üstler vardı bu askerlerin. Sonra hazır olduklarında sorumlu çavuşun hareketiyle koşmaya başladılar.
Geride kalanlar ise birbirine yaklaştı. Subay gözüktü. Tepedeki mağaraları işaret etti.
Halk, birkaç parçadan oluşan istikrarsız bir yapıdır. Özellikle de kriz günlerinde… Birileri hemen öne çıkar. Bunlar yemdir aslında. Bazen bir yetkili, bazen bir din adamı, bazen de bir aile reisi… Fakat subaylar bu insanlara pek güvenmezler. Sırtlarını okşarlar ama günün birinde karınlarını deşme hayali kurarlar. Çünkü kaçaklar olduğu sürece her şey emanet, her şey lekelidir. Subayların en sevdiği insanlar delilerdir. Her subayın çevresinde mutlaka bir deli olur. Rivayet odur ki bu delilerle yatan subaylar da vardır, bu delilerin çocuklarını evlat edinen subaylar da… Subaylar şu üç mühim meseleden uzaktır: para, din, mevki! Çünkü “yürüdükleri” ve “aradıkları” sürece bunlar önemsizdir. Din, bir arada yaşayan sabit topluluklara aittir onlara göre. Hareket eden insanların dini söz değil, sessizliktir. Para ise en önemsiz şeydir! Subayların iştahını tek kabartan şey kadınlardır. Bazen aradıkları kaçaklar içinde güzel kadınlar olabiliyordu. Bazen de köyler onlara cömert davranıyordu. Bir yerde mumlar ansızın sönüyorsa eğer, geceler tekin değildir artık. Orada kadınlar çaresiz, yaşlılar güvensiz, çocuklar korkaktır. Subayların arzusu mumları tekrar yakmak değildir, onlar sadece aramayı ve bulmayı severler. Bir şeyi bulmak müthiş zevklidir!
Subay, çavuşları yanına çağırıp tek bir şey söyledi: “Arayın!”
Bu emirle beraber planın ilk aşaması için adımlar atıldı. Küçük gruplara ayrılıp saklanan kaçakları hareket etmeye zorlayacaklardı. Askerlerle karşılaşan kaçaklar genelde paniğe kapılıp kaçar veya çatışırlardı. Sıklıkla başvurulan çatışıp kaçma fikri ise en kötü fikirdi: Barut kokusunu alan bir subaydan kaçmak imkânsızdır çünkü. Çatışmayı kazanmak ise ihtimal dâhilinde… Subayların çatışma becerileri zayıftır biraz. Bunu da itiraz etmeden kabul ederler. Çatışmada riskler arttığında subay yakar sigarasını ve çıkar kurşunların arasından. Kaçaklara yol verir. Çünkü bilir ki galibiyetinden emin olamayan kaçak tereddüt içine düşecektir. Tereddüt ise kaçakların büründüğü en ağır kokudur.
Çavuş T emrindeki on iki askeri ayırıp hemen yola koyuldu. Kendisi grubun en arkasındaydı. Üzerlerinde koyu renk üniformalar vardı. Kurşun geçirmez yeleklerden giymişlerdi. Bir asker işaret tüfeği taşıyor, grubun tam ortasında ilerliyordu. Onun görevi çatışma yaşanırsa eğer işaret tüfeğini kullanmaktı.
Gencecik insanlar… Bazısı çocuk bile sayılır… Bu karanlık gece geride kaldığında bu insanlara ne olacaktı? Arama birliklerindeki askerlerin görev süresi kısadır, çabuk emekli olurlar veya şehirdeki birliklere giderler. Çünkü arama birliklerinde çalışmak için teşvik sunulması gerekiyordu askerlere. Kaçaklar öyle becerikliydi ki devletin bunu yapması mecbur gözükmüştü.
Kaçaklar… Kim, neden kaçak oldu, bunu pek anımsamıyor insanlar. İlk kaçak kimdi, bunu bile bilmiyor kimse. Belki de ilk kaçağın ulusal bir savaş kahramanı olarak büyük şehirlerde, hatta başkentte heykelleri dikilmiştir, o derece muammadır bu husus. Kaçak olmak bir gelenek hâline gelmiştir zamanla. Gündüz askerlere ayran uzatan bir kadını, gece olunca kaçakların arasında görebiliyordunuz. Pek bilmez şehirdekiler, buralarda gece uzundur. Şehirdeki gece ojeli parmaklara emanettir, buralarda ise kimsesiz gibidir. Kimsesiz olduğu için böyledir belki de. “Aslında kurşun değil, oje dağıtmalıyız” derdi Çavuş T gülerek. Gecenin kimden yana olduğu ise ikinci muammadır. İlk kaçak insan kadar merak edilir bu konu. Kaçakların şiirlerine bakılacak olursa gece onlardan yanaydı.
Dur işareti verdi gruba Çavuş T. Birkaç köpek havlaması duydular. Bu ses mucize gibi bir şeydi. Devlet tarafından özel yetiştirilen köpekler onlara eşlik ediyordu. “Bu Teksas’ın sesi…” dedi birisi. Teksas kendine has bir havlama sesine sahipti. Küçücük bir köpekti. Çoğu zaman görevli asker onu bir çantada taşırdı. Müthiş bir hızla hareket edebilir, en küçük mağaralara bile girebilirdi. Şehirdeki sosyete köpeklerine benziyordu tip olarak. Teksas özellikle uyuşturucu kokusu almada becerikliydi. Halk yığındır ve inanmaya müsaittir. Bir şehir efsanesine göre, ağırlığı on kilo olan Teksas bir uyuşturucu bağımlısıdır. O sayede buluyordur uyuşturucuyu. Oysa bu hikâyenin hiç ama hiç alakası yoktur gerçekle. Bu köpekler eğitilirken uyuşturucu maddenin kokusuyla sevilen oyuncak eşleştirilir. Yani köpek uyuşturucu maddeyi değil, oyuncağını bulduğunu sanır.
Çoğu zaman Teksas’a pek iş düşmez fakat bu gece onun gecesi olacak gibiydi.
Kaçaklar uyuşturucuyu bir ticari araç olarak kullanıyorlardı. Taşıyorlardı sadece, satan ve üreten kişileri bulmak gerekiyordu fakat onlar kalabalıklar içinde saklandıkları için bulunamıyorlardı. Onlar kaçaklardan bile eskiydi.
Araziyi inceledi Çavuş T. Uyuşturucu kokusu çatışma ihtimalini arttırmıştı. Karanlık ağır bir örtü gibi çökmüştü üzerlerine. Ay ışığı solgundu. Sağ tarafta derin bir vadi vardı, solları ise ağaçlarla kaplıydı. Bu ağaçlar yamaçta kalın bir çizgi oluşturdukları için doğal bir siper olarak kullanılabilirlerdi. Kaçakların an itibariyle stratejisi basitti: Saklan ve şanslı olmak için dua et. Büyük olasılık bir mağaranın içinde türkü söyleyip fındık fıstık yiyorlardı. Kaçakların en büyük hedefi bulundukları bölgenin politik kontrolünü ele geçirmekti. Devlet ise buna izin vermiyordu. Kaçaklar öyle diyordu. Devlet de öyle diyordu. Peki, gerçek… Yıllar içinde her şey değişirken gerçek aynı kalabilir miydi?
Devlet serttir. Hukuk elindedir. Mühür bir araçtır. Kalem silahtır. Kaçaklar ise devlet içinde devlet gibidir. Dolayısıyla bazı politikacılar devlet içindeki devlete, devlet içinde bir devlet kurarak cevap verdiler. İşte arayıcı subaylar da onların emrindedir. Aslında tek bir emir mevzubahistir sadece, bu bir slogandır aynı zamanda: “Bu dağlar temizlenmelidir, bir an önce temizlenmelidir.”
Bu slogan paradigmanın tepesine kalın harflerle yazılmıştır. Elbette paradigma epey bir harften oluşuyordur. Aşağılarda farklı tercihler de dile getirilmiştir. Mesela şöyle bir başlık vardır: Kaçakların Benimsediği İdeolojiyi Yok Etme veya Marjinal Kılma
Bu görevi ise sivil ayak, yani politikacılar üstlenmiştir. Kaba tarifle, silahlı mücadelenin amaçsız olduğu anlatılıyordur. Bu politika şimşek politikalara bir örnektir, ağır işlediği zaman kaos yaratıyordur. Çünkü marjinallik körüklendikçe kaçakların ne yapılacağı da kestirilemiyordur.
Dik bir yamaç çıkmıştı önlerine. Çavuş T grubu ikiye ayırıp iki farklı hat oluşturdu. Bu stratejiye verilen isim depremdi. İki hat, önce öncü uyarılar, ardından deprem, son olarak artçı uyarılar… Artçı uyarılar sağ kalanları teslim alıp oracıkta, sıcağı sıcağına sorgulamaktan ibaretti. Bu teknik son yıllarda, birtakım sosyal deneylerden geçtikten sonra kabul görmüştü. Kaçaklar olası sorgulanmalar için eğitiliyorlardı, sorgu anında soğukkanlılıkla savunuyorlardı kendilerini. Fakat çatışma sonrası sıcağı sıcağına yapılan sorgulamada direnç çok düşük oluyordu.
Bir grup sağdaki kayalıklardan, bir grup soldaki kayalıklardan tırmanacaktı. Sağdaki grup ağaçlara tutunarak ilerleyebilir, hedeflenen noktaya daha önce varabilirdi, Çavuş T onlara katıldı. Yamacı güçbela tırmanıp grupları tekrar birleştirdiklerinde soluklandılar. Aslında subayların taktiği biraz acımasızcaydı, küçük gruplardan birisi rahatlıkla feda edilebiliyordu. Kaçaklar açığa çıktığı sürece sorun yoktu. Zaman generallere önem kazandırırken erleri önemsizleştirmişti. Önem kazanan generaller ise önemli olduklarını kanıtlayabilmek için insansız araçlara ve insansız stratejilere odaklanmıştı. İlk zamanlardaki kaotik müdahale yerini sert, acımasız, düzenli hareketlere bırakmıştı. Bazen insansız hava araçları geziyordu gökyüzünde. Onlar kameralarla tarıyordu araziyi. Fakat kaçakların tanrısal güzergâhları buna pek müsaade etmiyordu. Öyle tuhaf yerlerde geziyorlardı ki… Devlet sistemleşip mükemmel bir kurda dönüştükçe kaçaklar yabani dağ keçilerine benzemişlerdi.
Sanki bu dağların yaradılış amacı bu kaçma-kovalamaca oyununa sahne olmaktı.
Çavuş T gizlenen bir bilgiden şüpheleniyordu. Şüphesi ise “Mağaradaki bir grup kaçak için bu kadar asker neden var?” sorusuna dayanıyordu. Büyük olasılık bu kaçaklar mühim kaçaklardı veya mühim evraklar taşıyorlardı.
Kaçaklar tehlikeli, gözü kara, biraz tuhaf insanlardı. Bazen köylere dadanıp insanlara zarar vermekten çekinmiyorlardı. Çünkü onlara göre bu insanların istikbali kaçakların akıbetiyle belirlenecekti. Çavuş T ise bundan emin değildi. İnsanoğlunun kurduğu kurumlar yozlaşmaya çok müsaitti. Zamanı yaşamak geçmişi hatırlamaktan daha kolay geliyordu topluluklara.
Kaçaklar genelde kaçabilecekleri mağaraları seçerlerdi. Çoğu çatışma da o mağaraların etrafında yaşanır, iki taraf da ateş eder, “insan” kurşunun şansına kalırdı. Kaçaklar genelde daha çok insan kaybederdi. Fakat bir türlü sonları gelmezdi. Kaçaklara insan sağlayan anneler, her ölen kaçak için iki çocuk doğurmayı kendisine ödev bellemişti. Bu bölgedeki çocuklar için kaçak olmak bir macera, bir oyun gibiydi. Bazısı sağ ele geçirilirdi. Öyle ilginç hikâyeler anlatırdı ki hangi çağda yaşadığını anlamanız pek mümkün olmazdı. Genelde sağ yakalanmazdı kaçaklar.
Çavuş T grubu dörde böldü. Bir grup geride, emniyet hattında kaldı. Diğer üç grup tüfeklerini hazırlayıp ilk mağaraya doğru yol aldı. Mağaraların özelliği bir anda belirmeleriydi. Muhteşem yapılardı. Bazen askerlerin mağaraların içine düştüğü bile olurdu. Öyle durumlar için ip taşırdı askerler yanlarında. Yere basarken herkes çok dikkatli olmalıydı.
İlk mağara bulundu. Mağaranın içine doğru seslendiğinizde ses yavaş yavaş kayboluyorsa içerisi saklanmak için müsait demekti. Küçük mağaralarda ses çabuk kaybolur. Çavuş T ilk denemeyi yaptı: “Kaçaklar içerideyseniz teslim olun!”
Gür gür bağırmış, yorgunluk atmıştı sanki. Ses çabucak kaybolmuştu. Kokladılar, beklediler, dinlediler. Kaçak olmak çok zordur; ateş yakmalı, bir şeyler yemeli, tuvaletinizi yapmalıydınız.
“Kimse yok gibi…” dedi içlerinden birisi. Onu dinleyip başka bir mağaraya doğru yol aldılar. Artık arazide bir çember çizmeli, buldukları her mağaraya bakmalıydılar.
Peki, mayınlar… Zaman öyle bir geçmişti ki kaçaklar mayın döşerken tahmin edilebilir hareketler sergilemeye başlamışlardı, subaylar ise metalin kokusunu alacak şekilde hızlı bir adaptasyon göstermişlerdi; mayınlar istilacı hayvanlar gibi artmış, amacından sapmıştı. Birer kaos aracına dönüşmüştü mayınlar. O yüzden eskisi kadar tercih edilmiyordu. Fakat ne hikmetse devlet “Mayın Enstitüsü” isimli bir sosyal kürsü kurmuştu, başında da “Onların sezgileri kuvvetlidir,” diyerek psikologları görevlendirmişlerdi. Tabii bilim bu ne olacağı hiç belli olmaz, ne amaçla kurulduğu anlaşılmayan bu enstitüde bir profesör mayın döşeyen kaçaklarla terapi yapmak istemiş ve emeline kısa sürede kavuşmuştu. Bu profesörün makalesi kısa psikoloji tarihinin en güzel idefix incelemelerinden birisini oluşturmuştu. Makalenin ismi ise sarhoşken seçilmişti sanki: “Duygu Devinimini Kontrol Edebilmenin Dayanılmaz Hazzı: Mayın Döşedikçe Mutlu Olan Hephaistios!”
Bir diğer mağara yakındaydı, çabuk bulundu. Baca benzeri dik bir girişi vardı. Eğer dikkatsiz olursanız içine düşmeniz yüksek ihtimaldi. Bu tip mağaralardan çıkmak için alet edevat gerekiyordu, içeriye gaz bombası atıp beklediler bir süre. Bu net bir çözüm değildi ama denediler şanslarını. Bomba epey bir gitmiş olmalıydı ki dumanının yüzeye çıkması biraz vakit aldı. Çavuş içerdeki sesi dinleyip devam emri verdi askerlerine.
İşemeye giden bir asker telaşla geri döndü: “Şurada bir mağara gördüm çavuş.”
Çavuş T sakin kaldı. İçindeki ses ona bu gece hiçbir şey bulamayacaklarını söylüyordu. “Siz bekleyin…” dedi arkadaşlarına: “Yine de tetikte olun. Biz inceleyip dönelim hemen.”
Kendisine haber veren askerle birlikte mağaraya gitti Çavuş T.
Asker, bir adım önden yürüyordu. Gösterdi bulduğu mağarayı. Bu mağara, yapısı gereği müthiş bir gizlenme alanı sunuyordu. Girişini çalılıklar kapatmıştı. Büyük bir kaya parçası vardı önünde. Belli ki birileri burayı kullanıyordu. Çavuş T sessiz adımlarla çalılıkların arasına girdi. Yanındaki askere “dur” emri vermişti işaretle. Oldukça tehlikeliydi bu yaptığı fakat askerlerin kurduğu zincire güveniyordu. Geride kalan asker saatine baktı hemen, dört dakika içinde çavuştan ses gelmezse arkadaşlarına haber verip kriz pozisyonuna geçeceklerdi.
“Küçük fareler…” diye mırıldandı asker. Tiksiniyordu kaçaklardan.
Çavuş T mağara girişini daraltan küçük taşları kaldırdı. Mağaralar insanın avuç içine benzer. Böyle çizgi çizgi gözükür karanlıkta. Bir insanın çömelerek anca geçebileceği bir kapıydı bu. Bazı mağaraların dili vardır. Bu mağara da öyleydi. Eski, çok eski bir mağaraydı. Derinliğini uluorta anlatabilecek kadar da geveze…
Çavuş T gerilim hattına girmişti. Sezgilerine güveniyordu ve bu mağarada kaçakların olduğunu söylüyordu. Diğer bir sezgisi ise çatışma yaşanmayacağı yönündeydi. Yani kaçaklar teslim olacaklardı.
…mağaraların sesi! Bu bir efsaneydi. Bu efsaneye özellikle kaçaklar çok inanıyorlardı. Efsaneye göre bazı mağaralar insanları içine çekebiliyordu. Anlaşılır bir efsaneydi aslında. Sonuçta yaradan böyle delikleri boşuna açmış olamazdı.
Çavuş T dönüp çatışma pozisyonu almış arkadaşına baktı. O an bir ses duydu. Dondu kaldı. Yüreği ağzına geldi. Sanki gecelerine musallat olan görüntü gerçek olmuştu: Bir küçük kız çocuğu mağara girişinde ona bakıyordu. Bu nasıl olabilirdi? Çavuş T hayal sanıp uyanmaya çalıştı. Acaba dinlenirken uyuya mı kalmıştı? Yok, hayır… Gayet uyanıktı. Burnuna ıtır kokuları doldu bir anda. Yabani naneler ve kekikler…
Kız nereden çıkmıştı? Muhakkak ki mağaradan…
Elinde kalitesiz bir ışıldak vardı. Işığı belli belirsizdi.
Çavuş T iradesiz adımlarla mağaraya doğru yönelen çocuğu takip etti. Kız hiç eğilmeden yürüyebiliyordu. Böyle mağaralar derinleştikçe büyür, bazen iç kısımda devasa boşluklar görülürdü.
…yeni, farklı bir koku: Ölüm kokusu!
Bu mağarada birileri ölmüştü.
Kız, bir adamla kucaklaştı. Çavuş T hemen tüfeğine davranıp “Teslim ol,” diye bağırdı.
Adam da silahlıydı, tüfeği vardı ama kullanma heveslisi gibi durmuyordu. Tavırları kaçaklara değil, köylülere özgüydü. O da belli ki aşinaydı ölülere.
“Çavuş…” dedi adam kaygıyla: “Burada çok ölü var. Bırak bizi. Çık mağaradan.”
Çavuş T fenerini sağ tarafa tuttu. Oraya, taşların arasına… Birkaç büyük taş dostluk eder gibi duruyordu kenarda. Yüzyıllardır duruyorlardı.
Beş beden saydı Çavuş T. Kurşunlarla delik deşik olmuş, beş ölü insan! Üst üste düşmüşlerdi. Birileri atmıştı belki de böyle. Feneri kaldırınca az ötede başka ölüler gördü. Sonra feneri soldan sağa doğru gezdirdi. Onlarca ölü, mağara duvarının dibine fırlatılmıştı. Belki de bir araya getirilip kurşundan geçirilmişlerdi. Bazı subayların önerilmeyen yöntemlere başvurduğu herkesçe biliniyordu. Onlar aslandı ve kimse aslanı avlandı diye suçlayamazdı. Kimse geyiğin boynundaki diş izlerini sayıp ayıplayamazdı aslanı.
Bir kadın ölüsü dikkatini çekti. Sanki çarpılmıştı. Sanki kurşun değil, korku öldürmüştü onu. Gözleri kocaman kocaman açık gitmişti ölüme. Elleriyle sarılmıştı karnına, bir kurşunun üzerine. Yüzünde kopkoyu lekeler vardı. Kadının ayağı bir çekiç gibi altındaki adamın kafasına saplanmıştı.
Çavuş T kanını donduran bir şeyi fark etti. Bazı insanların yaraları ölümcül değildi. Acı çeke çeke, kan kaybı gibi sebeplerden ölmüşlerdi.
Kim öldürmüştü bu insanları? Kaçaklar arası iç çatışmalara kurban gitmiş olmaları da olasıydı. Hatta daha olasıydı. Bu işi subaylar yapmış olsalar bu gece bu mevkide olmazlardı.
Adamın sesini duydu Çavuş T: “Tesadüf. Tesadüfen bulduk. Bir yere gitmeliyiz. Lütfen bu çocuğa acı. Bırak bizi.”
Çavuş T çıktı mağaradan. Peşinde bir sürü ölü onu kovalıyordu sanki.
Canlı canlı onlarca kaçak görmüş, eli bile titremeden can almıştı. Fakat bu? Bu başka bir şeydi. Bu sefer ölüler canlılardan daha korkutucuydu. En azından o mağarada… Batıl bir inanç geliştirip o mağaraya dokunulmaması gerektiğini düşündü. Lanetlenmek istemiyordu. Hem o çocuk… Bir sürü ölü görmüşken yaşaması daha güzeldi onun için. Belki de bu çocuğu merhametiyle bir kaçakçıdan devletiyle barışık bir vatandaşa dönüştürecekti. Öylesini düşünmek istedi. Aklı yakın zamanda öbür dünyaya göç eden arkadaşındaydı. Hemen ötesinde vurulmuştu. Bir kurşunla parçalanmıştı kalbi. Çavuş T elini kalbine götürdü. Bu yaptığı ona ihanet miydi?